MERES HİKAYESİ

Efendim, geçen hafta sonu Urfa’mızın ehli irfan ve erbabı kaleminden Azlalzade Eyyüb Efendi ile bir muvahere ettik. Hazret bizim Mecmua-yı Açıkkara’da tefrika ettiğimiz hikâyelerimizi okumuşlar, hem tebrik hem de teşekkür etmek istemişler. Mâlûmuâliniz kendileri aynı zamanda memleketimizin medar-ı iftihar ceridelerinden birisi olan Milad ceridesinde fıkra muharriridir.
Efendim ceridelerinin adı Milad olunca söz dolaştı geldi Eyyüb Efendi’nin dünyaya teşrif ettikleri veladet gününe… Kendisini tebrik edip sağlıklı ve müreffeh bir ömür diledik. Bu arada Hazret bana:
“Üstadım eski bir zat-ı muhteremsiniz. Medreselere yetişemeseniz de onun bakiyesi hocaefendilerin rahle-i tedrislerinden geçmişsiniz. Şimdi benim veladet günüm nedeniyle “tevellüd-i âli” diye bir tabir kullandık. Sizce bu tabir böyle mi olmalı yoksa başka bir şekilde mi kullanalım?” diye sordu.
Bendeniz de:
“Haşa üstadlık ne haddimize efendim! Ben garip bir küfeciyim. Sıbyanlığımızda her ne kadar eskimez yazı ile medrese usulü birkaç cüz ders okusak da şebablığımızda haylazlık edip sebat etmedik. Badehu çarşıda pazarda küfecilik ettik. Kocalığımızda ise çenemiz düştü, eskiden şahit olduğumuz bir miktar değersiz hatırat kırıntısını geveleyip dururken Pektaşzade Mehmet Efendi’nin teşviki ve Atmacazade Tayyib Efendi’nin de tazyiki ile üçtür bunları geveliyoruz. Lakin bize göre ‘tevellüd-i âli’ demek Peygamber Efendi’mize münasiptir. Siz bunun yerine ‘yevm-i tevellüdünüz âli olsun’ deyiverin.” dedik.
Bu esnada aklımıza bu ceride-i Milad’dan ve tevellüd kelimelerinden mütevellid geçmişte yaşanmış bir vakıa geliverdi. Eyyüb Efendi’ye bunu arz edince:
“Üstadım bu hikâyeyi önümüzdeki yeni sayıda Açıkkara için yazın.” demez mi?
“İlahi üstadım dedim, ben de bu sayı için ne yazsam acaba diye kara kara düşünürdüm. Doğru söylüyorsunuz ben bu işi anlatayım.” dedim ve hemen bizim torunu çağırdım. Yalvar yakar zor razı ettim. Ettim etmesine de bu bizim köpoğlusu bana demez mi?
“Dede artık bir yüzlük kurtarmaz. Dolar arttı, tüpe zam geldi. Sen bu kitabet ücretimi 150 kaimeye çıkar. %50 zam isterim. Yoksa tek harf yazmam.”
El mecbur, ayak gardiyan kabul ettik. Bizim yumurcağın tahsisatını 150 kaimeye çıkardık.
Efendim bu perdah-ı kelamdan sonra gelelim sadede…
Vakt-i zamanında bizim Karahisarıtemurlu kazasına bir kaymakam atanmıştı. Kaymakam Bey çok naif, terbiyeli, saygılı ve çalışkan bir insan evladı idi. Öyle ki sabah dairesinde öğleyin bir karyede, bir nahiyede, çarşıda, pazarda… Halkın arasına karışıyor, dert dinliyor, oturup vatandaş ile çay içiyor. Köye gidince ekin biçenlerle tırpan sallıyor, harman savuranlarla döğen sürüyor. Bağdaş kurup köylünün sofrasına oturuyor. Soğanı yumruklayıp kırıyor, sunağı tabağa aşa bandırıyor, dürümü kıvrata kıvrata götürüyor, maşrapa ile ayran, testi ile kafasına dikip su içiyor, kimseyi hakir görmüyor, pissinmiyor… İnsan evladı bir adam. Allah anasından babasından razı olsun böyle bir evlad yetiştirdikleri için. Zaten kaymakam bey buradan tayin olduktan sonra çok geçmedi küçük bir vilayete vali de oldu. Çok başarılı olup adı bir anda öne çıkınca az daha büyük bir vilayete atandı. Eee ne demişler büyük yerin derdi de büyük olur, bizim acar Vali fincancı katırlarını ürkütmüş olacak ki hemen kızağa çektiler. Sonra duydum ki Angara’da bilmem ne genel müdürlüğünde mübaşir mi müvaşir mi işte bir şey olmuş. Oradan da günü dolar dolmaz emekli oldu gitti.
Efendim, Kaymakam Bey bir gün bizim nahiyelerden Gazili’ye gitmiş. O zamanlar oranın muhtarı köyün eski ağası Rüstem’in mahdumu Irıza Kâhya… Irıza Kâhya askerliğini jandarma çavuşu olarak yapmış, yol yordam bilen genç bir adamdı. Lakin babası Rüstem Ağa ise tam tersi eski düzeni yürütmek isteyen aksi bir adam. Köylünün ricası ile oğlunun kâhyalığını kabul etmiş ama oğluna kâhyalık ettirmiyor, illa ağalığa devam…
Ha bu arada Rüstem Ağa çok variyetli ve çok eli açık bir adam. Kurtlar, kuşlar bile sofrasından sebeplenir. Kaymakam gelince koca bir danayı yıkıp köyde ziyafet verir. Lokma döktürür. Bir anda köy panayır yerine döner. Ee boşa dememişler ağalık vermekle olur diye!
Neyse yemekler yendikten sonra Rüstem Ağa’nın meşhur odasına geçilir. Oda bu, öyle herkes içeri giremez. Köyün yaşlıları ve eşrafı... Allah sizi inandırsın -ben Kaymakam Bey’in şoförü Hacıköylü Hurşit’in oğlu Pilot Rahmi’nin yalancısıyım- Irıza Kâhya bile kapının ağzında el göğüste bir hızmat olur mu diye bekliyor. Rüstem Ağa onu bile meclise oturtmuyor.
Neyse Kaymakam Bey bizim Rüstem Ağa’ya yaklaşıp soruyor.
“Ağa tevellüd kaç?”
Rüstem Ağa’nın şeytan koltuğuna giriyor.
“Kaymakam Bey buradan sonra hangi köye gideceğen?” diye soruyor.
Kaymakam Bey şaşırıyor. Sorduğu soruyla bunun ne alakası var şimdi diye düşünüyor elllam.
“Hacıömer köyüne gideceğim Rüstem Ağa.” diyor.
Rüstem Ağa:
“Bak Kaymakam Efendi, bizim burada benim sinnimdeki adamlara ‘tevellüd kaç?’ demek ayıp karşılanır. Şimdi sen sakın burada yaptığın hatayı Hacıömer’de yapma. Orada da benim gibi bir Arif Ağa var. Onun da Osman isminde bir oğlu var. Aha şu bizim iş bilmez gibi köyün kâhyası. Arif Ağa bonkörlükte beni de katlar. Lakin çok gururlu adamdır, hassastır. Ona da böyle sorarsan incinir.” der.
Kaymakam iyice şaşırır.
“İyi de Rüstem Ağa ben kötü bir şey demedim ki. Kaç yaşındasınız diye sordum. Sizler eski adamlar olduğunuz için de sizin lisanınızla sorayım istedim. Benim dedem de hep bir ihtiyar görse ‘Tevellüd kaç?’ diye sorardı. Ne var bunda kırılacak, ayıplanacak anlamadım.”
Rüstem Ağa iyice Kaymakam’a sokulur ve diğerlerinin duymayacağı bir şekilde fısıltı ile der ki:
“Allah razı olsun Kaymakam Bey, soracaan tabii. Amma ‘kaç meresindesin?’ diye soracan. Yoksa ayıp sayılır. Sen şimdi Hacıömer’e gidince Arif Ağa’ya ‘Kaç meresindesin Arif Ağa?’ diye sor bak ne kadar memnun olur. Dinime, imanıma köye yeni mektep iste kitapsızım bir ayda cebinden harcar köye sıfır mektep diker.”
Neyse Kaymakam Bey oradan ayrılır. Ertesi günü de bizim köye geldi.
Davul zurna karşıladık Kaymakam’ı. Et, ekmek diz boyu. Yendi içildi. Sonra Arif Ağa’nın odaya geçildi. Biz de genciz o zamanlar. Odaya girdik ama kapının ağzında ayakta bekliyoruz, birisi su isteyecek, çalkama isteyecek diye.
Kaymakam Bey hoşbeşten sonra yüksek sesle bizim Arif Ağa’ya:
“Arif Ağa kaç meresindesin?” demez mi?
Arif Ağa o esnada çalkama içiyordu. Adamcağız öyle bir tıksırdı ki sormayın. Kaymakam’ın eli yüzü, üstü başı katığa bulandı. Meclisteki ihtiyarlar bir anda buz kesti. Benim bile neredeyse kalbim duracak gibi oldu. Kaymakam Bey ise ne olduğunun farkında olmadan Arif Ağa’nın ayranı genzine kaçırdığını düşünerek bir yandan sırtını tıpışlıyor, bir yandan kendi elini yüzünü mendili ile siliyor, bir yandan da Arif Ağa’ya:
“Helal, helal Arif Ağa, kendi malın sonuçta.” diyordu.
Arif Ağa kesif bir öksürüğün ardından kendine gelince Kaymakam Bey’e döndü.
“Kaymakam Bey, sen meres ne demek bilir misin?” diye sordu.
Kaymakam önce bir durakladı. Sonra:
“Valla ben de ilk defa burada duydum. Sizin gibi saygıdeğer köy büyüklerine yaşlarını sormak için kullanılırmış. Bana öyle dediler.” dedi
Bu söz bizi daha da şaşırtmıştı. Arif Ağa, ismi gibi arif bir adamdı. Hemen olayı kafasında çözmüştü.
“Kaymakam Bey, sen buraya gelmeden önce hangi köye gittin de sana bunu söylediler?” diye sordu.
Kaymakam Bey de bir şeyler döndüğünü anlamıştı. Tedirgin bir şekilde:
“Gazili’ye gitmiştim. Orada söylediler.” der demez Arif Ağa:
“Şerefsiz adi Rüstem Ağa… Sana bunları o dedi değil mi?” dedi.
Kaymakam Bey, Arif Ağa’nın bu çıkışına bir anlam verememişti. Ama oradaki herkes bu iki ağanın birbirleriyle öteden beri böyle bel altı şakalaştıklarını bildiği için kahkahalarla gülmeye başladılar.
Arif Ağa, Kaymakam Bey’in meramını gideren açıklamayı da yaptı:
“Kaymakam Bey, meres diye itin yaşına denir. Davara bir köpek alacağın zaman satan adama ‘Bu it kaç meresinde?’ dersin. Bu Rüstem olacak dürzü de aklınca bizi köpek yerine koymuş ve bu pis şakasına da seni alet etmiş.”
Kaymakam Bey bu sözleri duyunca çok utandı.
“Çok özür dilerim, ben inanın bilmiyordum.” deyince Arif Ağa:
“Bunda senin bir suçun yok. Sen müteessir olma Kaymakam Bey. Ben ondan bunun acısını çıkarırım. Lakin bir daha böyle bir oyuna gelme. Gençsin, daha çok şey öğrenecek ve tecrübe kazanacaksın. Azıcık uyanık ol, ayağı çarıklı diye köylü kısmını boş görme. Şark kurnazlığı diye bir şey var. Buralarda öyle tilki dölü adamlar var ki şeytanı bile yola susuz getirir, susuz götürür.” dedi.
Her ne kadar gülünüp eğlenilse de Kaymakam Bey bir daha candan gülemedi. Bu işe çok bozulmuştu. Sonradan öğrendiğimize göre bir daha da Gazili’ye ayak basmamıştı. Lakin Arif Ağa, bu olayı bir daha hiç gündeme getirmedi. Ta ki sekiz ay sonra Kurban Bayramı gelene kadar.
Kurban yaklaşınca Rüstem Ağa’ya beni gönderdi. Dedi ki:
“Git, Rüstem’e de ki, Arif Ağa bu yıl kurban için üç tane koç besletti. Birisini sana gönderecekmiş. Bu sene kurban almasın, yoksa gücenirim. Koç, dana kadar varmış. Görmelere mahsusmuş. Üç aydır ahırdan dışarı çıkarmıyormuş. Bayram namazından sonra bizzat kendisi iletecekmiş.”
Ben de gittim söyledim. Rüstem Ağa çok memnun oldu.
Kurban günü Arif Ağa direktörün ardına Aksaray malaklısı dev bir köpeği bindirir. Sırtını kınalar, süsler. Doğruca Gazili’ye varır. Kimse görmeden sabah namazı vakti köpeği Rüstem Ağa’nın ahırına bağlar, oradan doğruca camiye gider.
Namaz sonrası Rüstem Ağa ve köylüler ile bayramlaşır. Bu sırada Arif Ağa köyün ileri gelenlerini başına toplar, onları Rüstem’e bir kurbanlık getirdim görmelere mahsus diye alıp Rüstem Ağa’nın evine getirir. Rüstem Ağa sevinçle ahıra dalar ama girmesi ile çıkması bir olur. Zira ahırda koç yerine eşşek kadar bir Aksaray Malaklısı vardır.
Arif Ağa hemen içeri girer ve zincirinden tutarak köpeği dışarı çıkarır. Köylüye:
“Nasıl Rüstem’in kurbanlığı beğendiniz mi?” der.
Rüstem Ağa köpürür.
Arif Ağa, oradakilere Rüstem Ağa’nın Kaymakam’a oynadığı oyunu anlatır:
Herkes: “Rüstem Ağa sen bunu hak etmişsin.” der.
Arif Ağa bu sırada sakladığı hakiki koçu getirip işi tatlıya bağlamak ister. Elindeki zinciri hocaya verip koçu almaya gidecekken hoca boş bulunur zinciri elinden kaçırıverir. Köpek Rüstem Ağa’yı önüne kattığı gibi evinin etrafında dört döndürür. Köpeğin zincirini güç bela yakalayıp bir direğe bağlarlar. Kanter içinde kalan Rüstem Ağa da küfürün bini bir para...
Arif Ağa, Aksaray malaklısının başını okşarken:
“Ne kızıyon oğlum tam iki buçuk meresinde. Kurban olur. İnanmazsan hocaya sor.” der.
O sıra da hoca bir tövbe neuzu billah çeker ama millet gülmekten yerlere yatar.
Arif Ağa bu sırada Rüstem Ağa’nın gönlünü alıp işi tatlıya bağlamak için elindeki zinciri yanında duran hocaya verip Rüstem’in yanına varmadan hoca boş bulunur zinciri elinden kaçırıverir. Köpek Arif Ağa’yı sollayıp Rüstem Ağa’yı önüne kattığı gibi evinin etrafında dört döndürür. Arif Ağa köpeğin zincirini güç bela yakalayıp bir direğe bağlar. Kanter içinde kalan Rüstem Ağa da küfürün bini bir para...
Bu sırada evin önüne yeşil renkli bir cip durur. Cipten önce kaymakam çıkar. Ardından şoförü koşup cipin arka kapısını açar ve oradan kocaman bir koçu indirir.
Herkes kaymakamı karşılarında görünce şaşırır. Rüstem Ağa da kızarır, bozarır, ne diyeceğini bilemez.
Kaymakam:
“Hayırdır Rüstem Ağa bir hoş geldin yok mu? Yoksa koçu beğenmedin mi? Arif Ağa senin için özel olarak besletmiş. Bana da bu mübarek hediyeyi siz verirseniz çok bahtiyar olurum deyince kıramadım. Ha bu arada insanın yaşı sorulurken ‘tevellüt kaç?’, köpeğin yaşı sorulurken ‘kaç meresinde?’ diye sorulurmuş, bunu öğrendim. Eee şimdi söyle bakalım Rüstem Ağa koçun yaşı sorulurken ne diye soracağız?”


Yorumlar - Yorum Yaz