BÜYÜK BİR TEPSİ TATLI

Müşterilerin ne güneşten kaçtığı ne de kendini güneşe tamamen teslim ettiği bir mevsim. Kafeteryanın yazlık kısmı daha yeni açılmış olmasına rağmen tıklım tıklım dolu.
Ortadaki küçük havuzu ve fıskiyesini hayran hayran seyreden çocuklar, söylediği dürümü iştahla yiyen insanlar, çay içenler, soğuk meşrubat söyleyenler... Tüm küçüklüğüne rağmen çok kalabalık bir şehirmiş görüntüsünü veren kısacası o an için yaşamak bu olsa gerek dedirten, insanların gülüştüğü, düşündüğü, okuduğu ve derin tahliller içerisine girdiği hoş bir ortam.
Cumartesilerden bir cumartesi. Herhangi bir program ve önceden verilmiş bir randevu yok! İnsanın kendini boşluğa bıraktığı bir zamanda hiç beklemediği bir ses aniden atılmasına ya da ürkmesine sebep olur ya! İşte böyle bir ses:
“Hocam merhaba!”
“Merhaba Ali Hoca’m, beni korkuttun!”
“Niye ki Hoca’m? Ben kendime dürüm ve ayran söyledim, sizi de görünce sormadan söyledim.”
Dürümleri gerçekten hoştu. Yanında buz gibi ayran da başka bir güzellik. Arkasından çaylar. Tam çaylarımızı yudumlarken yanı başımızda olan camiden bir sela sesi ve ölüm haberini duyurdular. İkimiz birden:
“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!” dedik. Beş dakika bir şey söylemeden sessizce bekledik. Belli ki düşüncelerimiz öbür dünyaya ya da ölüme dairdi. Sessizliği bozan Ali Bey oldu:
“Yahu Hoca’m, biz nedense ölümde de yaşamda da öyle hatalar yapıyoruz ki aklın durur. Geçenlerde başımdan böyle bir olay geçti. Laf zamanında açılır derler ya!” dedi.
“Hayırdır?” dedim.
“Babam rahmetliğin çok sevdiği bir arkadaşı vardı, Kazım emmi. Rahmetlik oldu. Bu taziye evleri çıkalı bu iş sallamaya pek gelmiyor. Üç gün içinde gittin gittin, gitmezsen adamın geride kalanlarının yüzüne nasıl bakacaksın. Anam da durmadan sıkıştırıyor:
‘Oğlum ölüyü gününde, tavuğu pininde diye. Bak diyor senin baban rahmetlik olduğunda o bir hafta bizim evi bırakmadı. Çok ayıp olur.’
‘Tamam ana gideceğiz.’ diyorum. ‘Paran yoksa para vereyim.’ diyor.
‘Ne için?’ diyorum.
‘Bir tepsi tatlı almamız lazım.’ diyor.
‘Tatlı almamız şart mı?’ diyorum
‘Şart’ diyor.
‘Yahu ana biz nişana mı gidiyoruz, bir şey kutlamaya mı gidiyoruz, bu tatlı da neyin nesi?’
‘Ayıp olur oğlum, onları adam yerine koymamış oluruz. Almamız lazım.’
Eyvallah! Tabii ki alırız. Ama hocalara soruyoruz ‘Yeri var mı?’ diye. ‘Yok.’ diyorlar. ‘Neden kaldırtmıyorsunuz?’ dediğimizde de ‘Gücümüz yetmiyor.’ diyorlar. Hele bir de yemek işi var ki deme gitsin!”
“Eskiden böyle değildi.” diyorum. “Konu komşu sofrasında ne varsa cenaze evlerine gönderirdi. Adamların sıkıntısı kendilerine yeter zaten diye.”
“Hayır Hoca’m, taziye evleri çok güzel. Cenaze evlerine toplanırlardı eskiden. Ev müsait olmayabilirdi. Çok sıkıntılı bir durumdu. Ama şimdi bu hoş da onu hoş olmayan duruma biz getiriyoruz. Nasıl mı? Gayet basit, üç gün boyunca yemek vereceksin. Durumun var mı yok mu kimsenin umurunda değil. Bir de zengin ölümüyse davetsiz misafirler alabildiğine çok oluyor. Bazı adamlar, adım adım taziye evlerini kolluyor. Ölen var mı? Hangi taziye evinde kimin ölüsü var. Falan gün falanca ağanın yemekleri nasıldı öyle! Komple et yedik üç gün boyunca diye. Neyse biz de vardık bir pastaneye. Anama dönüp:
‘Bak bakalım, hangisinden alalım?’ dedim. Ulan keşke sormasa mı idim! Vardı, en pahalı olandan büyük bir tepsiyi gösterdi. Tezgâha bakan eleman sormadan tepsiyi kaptığı gibi doğru teraziye. Müşteri kum gibi. Hatta bazıları taziyeye gittiğinde yazıyormuş da ‘Falan pastaneden beş kilo havuç dilimi’ diye.”
“Allah Allah, var mıymış öyle yazan?”
“Nadir de olsa varmış! Neyse lafı uzatmayalım. Adamlar tepsiyi güzelce alladılar pulladılar ve parasını söyleyip elimize verdiler. Tam kapıdan çıkarken garsonlardan biri yetişti:
‘Beyefendi, tepsiye on lira kestik, getirdiğiniz zaman iade ederiz.’ dedi. Canı sağ olsun, beyefendilik var, en pahalı tatlının en büyük tepsisini almak var. İleride başka cenazelerimiz de olacak. İyi bir itibarı sarsmamak lazım. Alsak n’olur, almazsak n’olur deyip teşekkür ederek çıktık.
‘Ana hangi taziye evi?’
‘Oğlum, kızı falan taziye evi’ dedi. Sora sora bulduk. Elimdeki tepsiyi karşılayanlardan birine teslim ettim. Beni hemen yemek yenilen yere aldılar. O yemekler muhteşem. Hepsi etli yemek, hepsi birinci sınıf. Ben kendi kendime: ‘Maşallah’ dedim ‘İyi ki gelmişiz, Kazım amca ne güzel çevre edinmiş, durumu da bayağı düzlemiş demek ki!’ dedim.
Salona geçmemizle birlikte Yasin suresine başlıyor hocalardan biri. Ben de bu arada baş sağlığına gelenleri izliyorum. Hepsinin de durumu gayet iyi gözüküyor.
Seveni ne kadar çokmuş meğer. Hocanın biri bitirmeden başka bir hoca okumaya başlıyor. Tam bitti, oğlunu, kardeşini soralım derken içeriye siyasiler giriyor. Ayağa kalkıyoruz, hepimizle tokalaşıyorlar. Yerlerine oturur oturmaz başka bir hoca okumaya başlıyor. Tam bitiyor, sorayım mı derken tatlılar dağıtılıyor. Tabii o arada da sormak olmaz ki, tatlıları yiyoruz ve yeniden başka bir hoca mikrofonu istiyor. ‘Vay be Kazım amca, sen neymişsin be!’ diyorum içimden. ‘Ne zaman böyle bir çevre edindin de ben seni ölünce tanıdım.’
Fatiha’mızı bağışladıktan sonra, hoca bu dünyanın geçici olduğu, asıl dünyanın ahiret olduğu üzerine sohbete başlıyor. Nedense hep beraber can kulağıyla dinliyoruz sohbeti.
Hocam, nedense biz millet olarak enteresan bir yapımız var. Ne zaman bir ölüm olsa hep beraber bu dünyanın yalan olduğunu hatırlıyoruz. Yani o atmosferde kurt kuzuyla yayılır, parmağını soksan ağızlarına inan ki kimse ısırmaz. Ama aradan saatler geçmeden öyle bir değişiyoruz ki, o adam sanki hiç değil. Beş kuruşluk menfaatine dokunsan, “Allah korusun adam öyle bir şirretleşiyor ki çık işin içinden çıkabilirsen.
Sizin bir şiiriniz var ya:
‘Bunlar sözde Allah’ım, öze şart işlemiyor/ Tek çıkar yol küfretmek, suratlarından sininden.’ İnan aklıma bu dizeler geliyor. Neden sözle özümüz çok farklı?”
“Bütün dertte bu ya Ali Bey. İkisi aynı olursa sorun biter. Neyse, sonra?”
“Hocanın güzel sohbeti epey uzamasına rağmen orada olanlarla zevkle dinledik desem yalan olmaz. Hoca noktayı koyduğu an hemen sorayım diyorum. Hoca sohbetin ardından güzel bir dua ediyor ve Fatiha ile bu işi de bağlıyoruz.
Siyasiler ve onların bazıları kalkıyor, yeniden tokalaşma ve baş sağlığı dilekleriyle çıkıyorlar. Yerimize oturunca soruyorum, yanımda oturan kişiye:
‘Ne güzel çevresi varmış rahmetlinin. Siyasilerden tutun da iş adamları ve sevenlerine kadar...’
Beyefendi yüzüme şöyle bakıyor, beni iyice bir süzdükten sonra:
‘İyi güzel de onun çevresi olmayacak da benim çevrem mi olacak!’ diyor. Bir anlam veremiyorum, adamın beni iyice süzmesinden de biraz işkillendim zaten, bir hata mı yaptım diye.
‘Nasıl yani?’
‘Koskoca fabrikatör Rasim Bey!’
Bu sözü duyunca yanlış kapı çaldığımın farkına varıyorum. Hayır hayırdır desem, benim o baklavayı aklıma düştüğü zaman alacak durumum yok ki Hoca’m. Ayrıca rahmetlik Rasim Bey’in akrabaları beni hiç bilmeyecek ki. Mutlaka hayır hayırdır ama ben de Sakıp Sabancı değilim! Hayır yapacak olsam mahallemde fakirler var, üstü başı dökük öğrenciler var. Bozuntuya vermek de olmaz. Hiç istifimi bozmadan:
‘Biliyorum.’ diyorum.
Adam sözüne devamla:
‘Rasim Bey, fakire fukaraya çok yardım ederdi. Bazı dernek ve vakıf kuruluşlarını çok desteklerdi.’
‘Allah’ım rahmet eylesin, inşallah gününü görür.’ diyorum. Sözümü tamamlamadan bir hoca yeniden okumaya başlıyor. Bir hoş oluyorum, başım dönüyor, hemen anamı arıyorum, elimi ağzıma dulda tutarak: ‘Alo, buyur.’ diyor Anam.
‘Kalkalım mı?’
‘Tatlı dağıtıyorlar, şekerim düştü.’
‘Ben arabaya çıkıyorum.’ diyorum.
‘Tamam’ diyor.
Yanımdaki beyefendiden müsaade istiyorum. Baş sağlığı dileklerimle dışarı çıkıyorum.
Aradan on on beş dakika geçiyor, anam geliyor. Geldiğimiz yollardan, sessizlik içinde evin yolunu tutuyoruz. Yolda ne anam bir şey soruyor ne de ben bir şey söylüyorum.
Eve geldiğimizde çocuklar ve hanımın yattığını görüyoruz. Üstümüzü değişince anam da oturma odasına gelip karşıma oturuyor. Belli ki benim bir şey söylememi bekliyor.
‘Ana, farkına vardın mı?’
‘Vardım varmasına da beni öyle bir karşıladılar ki sesimi çıkartmak olmazdı. Yemek, arkasından büyük salon, öylece kalakaldık. Çünkü rahmetlinin ne karısı ne de kızları vardı. Peki ya sen?’
‘Anladığımda çok geçti. Kuru kuruya da varılmazdı ki.’ Anam biraz mahcup, biraz tedirgin bir tavırla:
‘Peki, şimdi ne yapacağız oğlum?’
‘Ana yapacak bir şey yok! Büyük bir tepsi tatlı alıp yeniden gideceğiz ama bu kez doğru yere.’ dedim.”


Yorumlar - Yorum Yaz