TATİL HAYALLERİNE ÇIĞ DÜŞTÜ

Açıkkara’nın 45. sayısını çıkardıktan sonra beni aldı bir düşünce “Şimdiye kadar hiç izin kullanmadım. Hoş, izin kullan diyen de olmadı. Şimdilik bir tatil planım da yok ama hesabı bilmekte fayda var.” Aldım elime kâğıdı kalemi. Hesabın içinden çıkılacak gibi değil. En iyisi patronu, Tayyib Atmaca’yı aramak diye düşündüm. Telefonun tuşlarına dokundum. Hoş beşten sonra konuya girdim:
“Patron, benim kaç aylık iznim birikti?” Tayyib ağabey:
“Dur bir deftere bakalım. Yanlışlık olmasın.” dedi. Olacak ya defter de önünde açıkmış.
“Kardeş, sen bizim dergiye ikinci sayıda başlamışsın. Bilirsin bizim dergi, hep bir ay erken hazırlanır. Yani sen iki ay gecikmeli gelmişsin zaten. Bu da demek oluyor ki birer aydan iki senelik izni peşin kullanmışsın.”
“Hayda, ya üçüncü sene?”
“Kardeş, burası devlet dairesi değil, izin devretmez. Üçüncü seneyi kullanmamışsın düyuna kalmış.”
“Ne kaldı geriye?”
“Dördüncü seneki iznin duruyor. Şimdi kasımın sonundayız. Yıl bitmeden bu izni kullandın kullandın, yoksa bu da düyuna kalır.” dedi.
“Yahu patron bu nasıl hesap? Az daha zorlasan bizi borçlu çıkaracaksın.” dedim.
“Valla kardeş, bizim sistem böyle. En başta iki ay geç gelirken düşünecektin. İşine gelirse.” dedi.
Ben bir iki yutkundum. Zorlamanın anlamı yok:
“İyi akşamlar.” deyip telefonu kapattım.
Telefonu kapattım kapatmasına ama bu izin mevzusu içime büyüdü. İki satır yazı yazıp gördüğüm lüzum üzerine şu vazifeden affımı isteyeyim, dedim. Evin içinde çizgisiz kâğıt ararken telefonum çalmaya başladı. Tayyib Atmaca arıyordu.
Herhalde, Tayyib ağabey bir hesap daha yaptı bizim bu seneki izni de yaktı diye düşündüm. Yanılmışım. Sesi önceki görüşmenin aksine gayet yumuşak:
“Mehmetçiğim düşündüm de senin çok hakkın geçti. Bu seneki iznin yanmadan seni bir tatile çıkaralım, masraflarını Açıkkara Medya olarak biz karşılayalım. Git biraz kafanı dinle.” dedi. Tayyib ağabey, dergiciliğe benim doğdum sene başlamış, bu işlerde yaşım kadar tecrübesi var, istifa edeceğimi anlamış olsa gerek. Ben bu haberi duyunca oturduğum yerden oynamaya başladım.
“Nereye göndereceksiniz beni?” dedim.
“Kardeş, yurtdışına yollasak ortalık virüsten kırılıyor. Deniz kenarına yollasak mevsim kış, bir şey anlamazsın. En iyisi seni Palandöken Koyak Merkezi’ne gönderelim. Bir sonraki sayıda tatil yazınla birlikte derginin başında ol.” dedi. Telefonu kapattı.İçimden: “Ara sıra istifa dilekçesinin ucunu göstermek lazım demek ki.” dedim.
Tatil hayalleri ile yattığım yataktan sabah kamyon kornası ile fırladım. Terbiyesiz herif sanki kulağımın dibinde çalıyordu kornayı. Şu adama iki çift laf söyleyeyim diyerek pencereye koştum. O esnada cama çat diye bir taş geldi. Baktım, sokakta kırmızı bir doğan görünümlü şahin, başında da gençten bir oğlan. Saçları tavuk gibi havaya kaldırmış, yüzünde ince sakal, gözünde güneş gözlüğü… Kornaya bastığı, cama taş attığı yetmez gibi bir de ıslık çalmaya başladı. Tüm sokak ayakta. Arabanın başındaki kendisine tepki gösteren komşulara da “Ne ver lan! Uyumayın kardeşim. Bana ne! İn sıkıysa aşağı” gibi karşılıklar veriyor.
Bu sırada bizim komşu namıdiğer Deli Bayram, balkona çıktığı gibi şoföre ana avrat saydırmaya başladı. Hızını alamayınca balkondaki saksıları aşağı fırlattı. Saksılar, pat diye arabanın sağına soluna düşüyor. Bayram’ı karısıyla çocukları tutmasa balkondan kendini de atacak. Bir bacağını balkon korkuluğundan atmış bile. Oğlan, korkup arabayı kaçıracağı yerde şoför koltuğunun oradan bir beysbol sopası çıkarıp Bayram’a doğru sallamaya başladı. Bayram, balkondan basar küfrü, oğlan aşağıdan… Benim sesimi duymuyorlar bile. Bir ara sesleri kesilince beni duydular:
“Kardeşim sabah sabah ne bu!” dedim. Oğlan:
“Hadi baba ya ağaç oldum burada.” dedi.
“Beni mi bekliyorsun sen?” dedim.
“Hee! Dergiden yolladılar beni. Palandöken’e gidecek olan sen değil misin?” dedi. Birkaç saat sonra gel, hazır değilim, dediysem de oğlan laftan anlayacak gibi değildi.
“Ohoo baba senin keyfini bekleyemem! Geliyorsan gel. Gelmiyorsan gidiyorum.” dedi. Valizime birkaç parça eşya koyup aşağı inmek zorunda kaldım. Arabanın helezonları kesik, Bir de ön tampona karlık, yanlara marşpiyel takılmış altı yere değdi değecek. Janlar çelik, lastikler ince yanaklı, camlar filmli. Arka cama da yazmış: “Sadece camlar değil hayatımız film.”
Oğlan gaza basıp arabayı bağırttırıyordu. Abart egzoz mu neyse mübarek egzoz değil, roketatar bataryası… Sokakta uyanmayanlar da uyandı.
Arabaya bindim. İçerisi renkli led ışıklarla pavyon gibiydi. Oğlan, tekerleri cayırdatarak arabayı kaldırdı. Arkamızda bir duman bulutu kaldı. Sokaktan dönerken el frenini çekti, arabanın arkası savruldu gitti. Tekrar direksiyonu toplayıp gaza kökledi.
“Aman kardeşim biraz yavaş.” dedim.
“Bu yol başka türlü bitmez buro!” dedi.
Ben kapı kolçağına yapışıp içimden âyetü’l-kürsi okumaya başladım. Oğlanın kural kaide taktığı yok; ne kırmızı ışık dinliyor ne yol hakkı... Kazasız belasız şehrin çıkışına geldik. Önümüzde araçlar olduğu için Doğa Koleji’nin oradaki ışıklarda durmak zorunda kaldı. Kapıyı açıp kaçmayı bile düşündüm. O ara yanımıza başka bir Tofaşçı durdu. Birbirleriyle göz ucuyla bakıştılar. Kızılderililerin dumanla haberleştiğini bilirdim de Tofaşçıların egzozlarla anlaştığını ilk defa gördüm. Bir bizimki bağırttı arabayı bir öbürü... Arkasından bizimki iki defa bağırttı. Diğeri bir... Sonra diğeri bir uzun bir kısa bağırttı. Bizimki bir uzun bir kısa bir uzun...
İkisi de aynı anda viteslere yapışıp direksiyona eğildiler. Yeşil ışığın yanmasıyla birlikte bizim lastikler cayırdadı. Arkamızda bir kara duman bırakarak hareket ettik. Yanımızdaki Tofaş da aynı şekilde kalktı. Trafiğe aldırmadan yarışa başladılar. Bazı araçların sağından bazılarının solundan geçtik. Hızımız 170’e dayandı. Ben âyetü’l-kürsiyi bırakıp şehadet getirmeye başladım. Eğirdir’e kadar Allah’ın bir mucizesi olarak sağ salim vardık. Neyse ki diğer Tofaş orada kayboldu.
Oğlan, birine daha bulaşmasın diye onu lafa tutayım, dedim.
“Benim adım Mehmet, seninki neydi?” dedim.
“İbo.” dedi.
“Araban da çok güzelmiş İbo.” dedim.
“Araba benim tek sevgilim, bunu günde iki defa yıkarım. 200.000 verdiler vermedim. Bu arabadaki sadece ses sistemi 25.000 lira. Sub, anfi, hoparlörler, type hepsi Pioneer baba. Gerisini saymıyorum bile.” dedi.
“Yapma be! Bir müzik aç da dinleyelim o zaman.” dedim. Demez olaydım, dijital ekrana dokundu, cıstak cıstak bir müzik açtı. Arabanın camları zangır zangır titremeye başladı. Müzik sanki oğlanın içinden geçiyor gibi. Cıstak cıstak dedikçe oğlan da cıstak cıstak ediyor.”
“Kapat şunu!” diye bağırıyorum ama kim dinler? Yeşilköy’e yaklaşırken göl kenarındaki restorana döndü.
“Şurada bir çorba içelim, hem de bir su dökelim.” dedi. Benim canıma minnet, kendimi arabadan attım. Oğlan çorbasını hızlıca içip dışarıya arabasının başına gitti. Bir sigara telleyip arabanın sağını solunu okşadı. Ben de onu bekletmeyeyim diye çorbamı hızlıca içip kapıya yöneldim. Kasadaki adam, tam kapıdan çıkacakken “hop” dedi. Çorba parasını istiyordu. Ben tüm masrafları Açıkkara karşılayacak sanıp boş bulunmuştum. Hem oğlanın hem de kendimin çorba parasını ödediğim gibi oğlanın market tarafından aldığı sigarayı da ödemek zorunda kaldım. Üç kuruşun lafını etmek olmaz. Düştük yeniden yola. Oğlan sigarayı beleş buldu ya birini söndürmeden ötekini yakıyor. İçerisi duman doldu. Ben de sigara kokusuna hiç gelemem. Sigara içilen yerde beş dakika dursam gider üstümü başımı değiştiririm. Camı açacak oluyorum, oğlan ellettirmiyor.
Şarkikaraağaç’ı geçip Konya yoluna düştük. Derken bizim araba teklemeye başladı. Oğlan:
“Galiba gaz bitiyor.” dedi.
“Oğlum hiç bakmadın mı göstergeye?” dedim.
“Gösterge bozuk.” dedi. Araba tak kaldı.
“Benzin de mi yok?” dedim. Yokmuş. Kolları sıvadık. Ikına sıkıla on metre ancak götürebildik. Kan ter içinde kaldık.
“İbo bu iş ittirmeyle olmayacak. Şuradan geçen arabalara el kaldır. Git benzin al gel.” dedim. İbo:
“Valla bende 20 lira para var. Başka bir şey yok. Sen git.” dedi.
“Ulan hani masrafları dergi karşılayacaktı.” dedim. Oğlan “bilmem” dercesine omuzlarını kaldırıp ellerini açtı. Gönül dedi, atla bir otobüse evi bul. Tatilinin de izninin de…
Neyse yoldan geçen arabalara el kaldırdım. Karşı yönden gelen bir kamyon durdu. Adam, sağ olsun beni bir benzinlikte indirdi. Pompacı:
“Bizde boş şişe yok.” dedi. Yol boyu yürüyüp şişe aramaya koyuldum. İki üç yüz metre yürüdükten sonra yol kenarında 2,5 litrelik bir kola şişesi buldum, geldim. Pompacı bu defa:
“İznin var mı?” dedi.
“Ne izni?” dedim. Şişeyle veya bidonla benzin almak için jandarmadan izin almak gerekiyormuş. Orman yangınlarından sonra jandarma benzin satışını izne bağlamış. Ne kadar dil döktüysem de adamı ikna edemedim. Kendi arabamın plakasını vereyim onun üstüne kes fişi derim, dinlemez. Yolda kaldık, derim dinlemez. Benzinlikten yakıt alan araçlardan birine rica edeyim onun üstüne kes derim, dinlemez. Ben elimde boş kola şişesi yine geçtim yol kenarına. Bir kamyoncu daha çevirdim. Jandarma karakoluna vardım. Karakolda askerin biri önüme bir form uzattı. Araç sahibinin adı, soyadı, TC’si, telefonu, aracın plakası vesaire vesaire… Askere:
“Ben yolcuyum, aracın sahibi arabanın başında kaldı. Bu bilgileri bilmiyorum.” dedim. Asker:
“Ara da sor.” dedi. Dedi ama İbo’nun telefonunu bilmiyorum. Kim bilir bu adamın telefonunu? Tayyib Atmaca bilir. Onun da telefonu kapalı. Asker beni şöyle bir süzüp:
“N’oldu?” dedi. Ne diyeceğim kem küm… Asker beni yine bir süzdü. Sonra gidip karakol komutana haber verdi. Komutanın karşısına elimde kola şişesiyle çıktım. Yemin billah ettim, yolda kaldığımızı söyledim. Kesin emir varmış, evrak dolmadan izin belgesi vermiyorlar.
“İnanmazsanız gelin arabanın başına gidelim.” dedim. O ara içeriye bir uzman çavuş geldi. Tam da bizim arabanın kaldığı istikamete gidiyorlar. Komutan:
“Bu arkadaşla gidin bakın, ona göre işlem yapalım.” dedi. Jandarma arabasıyla çıktık yola. Bizim arabanın olduğu yere geldik. Tam araçtan indik ki İbo bizi fark etti. Fark etmesiyle birlikte başladı kaçmaya. Uzman çavuşun “Yakalayın!” diye bağırmasıyla askerler İbo’nun peşine düştü. İbo yolun karşısına atlarken az daha bir arabanın altında kalıyordu. Bariyerlerden zıplayıp gözden kayboldu. İki dakika geçti geçmedi. İbo’nun peşindeki askerlerden biri gelip yanımdaki uzmana selamı çaktı:
“Komutanım, şüpheli kafası üstü çalının içine girdi.” Birlikte karşıya atladık. İbo gerçekten de çalının birinin içine tepesi üstü atlamış, ayakları havada, kafası çalının içinde. Uzmanın emriyle İbo’yu çalının içinden çıkardılar. Yüzü gözü çizik, dudakları patlamış. Askerler önce aracı kontrol ettiler. Sonra da bizi jandarma aracına bindirip karakola götürdüler. Ehliyet, ruhsat, kimlik kontrolü, GBT derken hiçbir eksiklik yok. İbo’ya soruyorlar:
“Neden kaçtın?”
“Siz üstüme gelince korktum kaçtım.” diyor. İbo’yu epeyce sıkıştırdılar ama bir şey bulamadılar. Jandarma komutanı bana döndü:
“Sen anlat bakalım.” Karakol komutanının öyle bir bakışı var ki taş, kaya, mermer… İnsanın korkudan gayriihtiyari bütün fail-i meçhul suçları “Tamam ben yaptım.” deyip kabulleneceği geliyor. Yazarlar Birliği, İLESAM üyelik kartlarımı çıkarıp komutanın önüne koydum. Yazar olduğumu dergimin beni tatile gönderdiğini anlattım. O taş suratlı adam bana baktı baktı, bir anda başladı kahkaha atmaya.
“Ne dedin ne dedin? Bir daha anlat.” dedi. Bir daha anlattım. “Bir daha anlat.” dedi. Bir defa daha anlattım. Adamın gülmekten gözlerinden yaşlar geldi. Neredeyse oturduğu koltuktan düşecek.
“Demek seni tatile gönderiyorlar. Demek makam arabası olarak Tofaş’ı tahsis ettiler. Demek şoförün de bu ha!” En son adam konuşamaz hâle geldi. Elinin tersiyle gidin işareti yaptı.
“Götürün götürün şunları. Bir bidon da benzin verin ellerine. Götürün!”
Yakıt işini hallettikten sonra yeniden düştük yollara. Konya’ya varınca bizim İbo, etli etmek yemek istedi. İbo’nun karnını doyurduk, cigarasını aldık. Arabaya gaz doldurduk. Yine düştük yollara. Aksaray’da tava, Kayseri’de mantı, Sivas’ta köfte yedik. Yemek benden, yakıt benden, İbo’nun cigarası benden, arabanın tüpü benden tatil Açıkkara’dan… Vardır bir hikmeti diyerek hepsini sineye çektim. Git Allah git Allah, bir ara içim geçmiş uyumuşum. İbo, beni uyandırdı.
“Kanka, işte geldik. Haydi in. Bir ay sonra ben seni buradan alırım.” dedi. Ben uyku sersemi arabadan inip valizimi aldım. İbo da bastı gaza gitti. O gözden kaybolduktan sonra tek ışık kaynağı da sönmüş oldu. Ortalık zifiri karanlık. Ben herhalde İbo beni otelin önüne bıraktı diye düşünüyordum. Yanılmışım. Her yer kar. Zangır zangır titriyorum. Gidecek hiçbir yer yok. Soğuktan öleceğim. Telefona sarıldım. Çekmiyor. Bir ateş yakmayınca olmayacak. Sigara içmem ama çantamda çakmak var. Hemen oracığa çömelip çantamdaki kitapları çıkardım. Kitabın ısısından ne olacak? Hele o soğukta ormanı yaksan faydası yok. Benimkisi bir umut, acaba yoldan belden birisi geçer mi diye. Ama ne gelen var ne giden. Biraz hareket edip ısınayım diyorum. Ne mümkün? Başımın çaresine bakmaktan başka yol yok.
Telefonun ışığıyla etrafa bakınırken bir naylon parçası buldum. Az ötede bir ağaç gördüm. Kuru dallarından kırdım. Bir kayanın kuytusuna ateş yakıp üstüme naylonu çektim. Uyumamak için de yapmadığım kalmadı. Yine de sabaha karşı içim geçmiş. Yumuşak bir sesle uyandım:
“İhtiyar şu taraftan çekelim. Bu açı güzel.”
Hemen kafamı çıkardım. Az ötede iki adam boyunlarında birer fotoğraf makinesi yürüyorlar. Karlara bata çıka koştum. Bunlar Yasin Mortaş’la Tayyib Atmaca’dan başkası değil.
“Siz ne arıyorsunuz burada?” dedim. Yasin Mortaş:
“Kartpostallık bir kış resmi çekelim dedik. Asıl senin ne işin var burada?” dedi. Tayyib Atmaca gülerek:
“Oo Mehmetçiğim nasıl geçiyor tatil?” dedi.
“Dalga mı geçiyorsun ağabey? Hani beni Palandöken Kayak Merkezi’ne gönderecektin. Yolladığın zibidi tüm masrafını ödetti, beni de burada bırakıp gitti.” Tayyib Atmaca:
“Aferin İbo’ya doğru yere bırakmış.” dedi.
Ben daha fazla dayanamadım:
“Ne doğru yeri burası dağın başı!” dedim. Atmaca:
“Ben sana kayak merkezi demedim ki koyak merkezi dedim. İşte sana koyak merkezi. Gönlünce yap tatilini.” dedi. Dağların arasında uzanan vadiyi gösterdi.
“Tatilden falan vazgeçtim. Beni otobüs geçen bir yol kenarına bırakın. Evime döneyim.” dedim. Atmaca:
“Dur hele daha yeni geldin.” dedi. O kızgıyla sırtımı döndüm, yayan yapıldak gitmeye karar verdim. Karların içinde bata çıka giderken bir anda düştüm, yuvarlana yuvarlana tepeden aşağı indim. Gözümü açıp baktım, tepemde üç beş adam... Beni tutup kaldırdılar. Üstümü başımı çırptılar. İçlerinden Halit Yıldırım’ı tanıdım.
“Nörüyon hocam burda, hayırdır?” dedi.
“Sorma başıma geleni. Sen niye geldin buraya?” dedim. Etrafındaki adamları gösterdi. Kimisinin elinde kamera kimisinin ışık var. Birisi de kucağında bir tora tutuyor. Bir de mini etekli, kısa kollu kadın var. Garibim zangır zangır titrer.
“Patron bizi reklam filmi çekmeye gönderdi. Hazır sene sonu geldi, diziler de tatile girdi, gidin reklam çekimlerini halledin. Benden size kıyak, parası da sizin olsun.” dedi.
“Ne reklamı çekeceksiniz?” dedim.
“Deterjan reklamı.” dedi.
“Ağabey kafayı mı yediniz bu karda kışta deterjan ne alaka?” dedim.
“İyi ya işte, bu deterjan çamaşırı kar gibi beyazlatır, diyeceğiz.”
“Sen de buradaysan derginin başında kim duruyor?”
“Biz anahtarı Kunduracı Mithat abiye bıraktık geldik. Gelen giden olursa bakıverecek.”
“Gözünüzü seveyim, beni bir ana yola çıkarın.” dedim.
“Dur hele yav. Acelen ne?” dedi. Daha fazla dayanamadım, avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım:
“İmdaat!” Bu sırada bir gümbürtü koptu:
“Çığ düşüyor kaçın!” diye bağrışmalar duydum. Sonra da pat diye bir ses geldi. Gözümü bir açtım ki, kafam klavyenin üstüne düşmüş. Derginin yeni sayısını hazırlarken uyuyakalmışım.


Yorumlar - Yorum Yaz