İKİNDİYE KADAR BURADA MISINIZ?

Son on gündür yaz mevsiminin kavurucu sıcakları göz açtırmıyordu. Erken saatlerde kasap, bakkal ve fırınlarda kuyruklar oluşuyordu. Geçmişten bugüne kadar, alışveriş kuyruğu Tekir’de pek alışık durum değildi. İşe gitmeyen, izinli olan, yakın şehir ve ilçelerin sıcaktan bunalan insanları soluğu burada alıyordu. Park yerine yanaşan trafik arabasından inen Komiser, önce lokantanın önündeki musluğu açarak güzelce yüzünü yıkadı, sonra da masalardan birine oturdu. Karşısına oturdum. Havadan sudan konuştuktan sonra:
“İyi güzel de ehliyetin niye yok?” dedi. Gülümseyerek dedim ki:
“Sizin yüzünüzden Komiser’im.”
Göz kapaklarını hafifçe kısarak, anlamlı bakışlarına devamla:
“Neden bizim yüzümüzden?”
“Bak Komiser’im, ben anlatacağım ama örnekler epey var, zamanınızı alır. Vaktin var mı?”
“Ben halimden memnunum.” dedi.
“Bir gün şehre gidiyorum. On beş kilometre sonra Suçatı köyünün çıkışında büyük ve görkemli bir çam var. Trafikler hep orada durur. Orada yoksa şehir merkezine kadar rahat gidersin. Bu havzanın polisleri beni pek korkutmaz. Ben şehir merkezindeki polislerden çekinirim.
Virajı tam döndük ki ekip orda. Yapılacak bir şey yok. Yapmak istesen de yapamazsın zaten. Affedersiniz ama koyunun bağıra bağıra kurdun üstüne vardığı gibi üstlerine düştük. “Dur dur dur!” Mecbur duracağız zaten. Erkeksen durma. Sağa çektik. “İyi günler” dedi. Bizde “İyi günler” dedik. Yanımda bir yoldaşım daha var. Buraya kadar iyi, her şey kibarlık ölçüleri içerisinde yani nizami bir şekilde gidiyor. Arabanın sağına soluna baktı, “Kaç model?” diye sordu. Söyledim ama soruya bir anlam veremedim. Gardaşım sen trafik misin, galerici mi? Satın alacaksan o başka. Fakat biz de işin bu tarafını seviyoruz. Resmiyetten ne kadar uzaklaşırsa o kadar iyi. Memurla aranda ne kadar böyle ilgisiz konularda sohbet başlarsa, ceza oranı o kadar düşer.
“Hayırdır memur bey araba alma niyetiniz mi var?”
“Belki” diyerek konuşmasına devam etti “Arabanız da temizmiş.”
“Temizdir.” dedim. “İhtiyacın varsa verelim.”
“Teşekkür ederim. Daha durum müsait değil.” dedi.
“Neyse konuyu dağıttık. Ehliyet, ruhsat lütfen.”
Mecbur kaçamak yol bulacağız. Biraz da samimi havalara girdik ya! Gerçi biz biraz da toplum olarak mı böyleyiz ne? Ne zaman yetkili birisi bizimle samimi olsa hemen suiistimal hazır. Ben hiç bozuntuya vermeden:
“Gel memur bey size ehliyet ve ruhsatı vermeden önce İncili Çavuş’un bir hikâyesini anlatayım, sonra da evraklara bakalım.” dedim. Önce anlamadı, sonra:
“Yani?” dedi.
“Yanisi şu ki, ben önce bir hikâye anlatayım, sonra da işlemlere bakalım. Olur mu?”
“Olur tabii.” dedi.
“Bir İncili Çavuş varmış… Padişah günlerden bir gün çağırmış adamlarından birini, ‘Bana İncili Çavuş’u acele bulun, getirin.’ demiş. Adamlar bir telaş içinde başlamışlar İncili Çavuş’u aramaya. Epey aradıktan sonra bulup, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Tabii İncili Çavuş bu apar topar getirilmeden dolayı bayağı korkmuş. ‘Allah Allah demiş kendi kendine. Biz ne halt ettik kine Padişah bizi apar topar getirtti.’ Beyni böyle bir malihulya çıkmazına girip ve bacakları korkudan titremekteyken, padişahın gür ve kalın sesi İncili Çavuş’un kendine gelmesini sağlamış. Padişah:
“İncili Çavuş, seni bir sınava tabi tutacağım. Eğer bilirsen dile benden ne dilersen.” İncili Çavuş:
“Emir sizindir Padişah’ım.” demiş.
“İncili Çavuş sen şimdi bana öyle bir hareket yapacaksın ki özrün kabahatinden büyük olacak. Anladın mı?” diye sormuş.
“Anladım Padişah’ım.”
“Peki, sana üç gün müsaade. Üç gün sonra yapamazsan vay haline! Ama bir de yaparsan, dile benden ne dilersen.” demiş.
İncili Çavuş düşmüş yollara, yüreğindeki sıkıntıdan ne yattığını biliyor ne kaktığını... Bir şeyler yese de nereye gittiğini bilmiyor. Ona soruyor, buna soruyor, akıl danışıyor bazılarına. Bir türlü çıkış yolu bulamıyor. Gün gelip çatıyor, ayakları geri geri gitse de mecbur ferman padişahın.
İçeri giriyor. Bakıyor ki padişah uzun etekli kaftanını giymiş sarayın merdivenlerinden yukarı çıkmakta. Hemen arkasından koşuyor ve padişaha bir parmak atıyor. Bu terbiyesizliği kim yapabilir diye geri dönen Padişah, karşısında İncili Çavuş’u görüyor. Hiddetle, bu ne terbiyesizlik deyince, İncili Çavuş:
“Kusura kalmayın Padişah’ım, ben hatununuz sanmıştım.” diyor. İncili Çavuş’un bu sözü üzerine, Padişah’ın aklına sorduğu soru geliyor ve başlıyor gülmeye. Emir veriyor vezirlerine isteği neyse yerine getiriliyor.
Hemen torpidoya uzandım, ruhsatı alarak:
“Buyurun Memur Bey.” Memur Bey evrakı inceledi. Sayfalarını karıştırdı:
“Ehliyet!” dedi.
“İncili Çavuş’un özrü kabahatinden büyük olmuş ya!” dedim ve hemen kağıtlara sardırdığım kebap dürümlerini uzattım. Beni tanımadığından yeni olduğu belliydi. Ben de belimi sağlam yere dayadığımdan hafiften damarına basıyordum.
“Memura rüşvet mi?”
“Memur bu kadar ucuz mu, bir dürümden rüşvet olur mu?”
Başını bir öte bir beri çevirdi, hemen arkadaki amirinin yanına gitti. Amir:
“Dürümleri al da gel.” dedi.
“Ama Amir’im…” diyerek bu beklemediği emir karşısında şaşırdı. Amir sözüne devamla:
“Karda, kışta, telefonla bize ulaşan birisi. Sen burada daha kış geçirmedin. Zincir tak, zincir çöz görmedin. Gecede gündüzde kazalar için zorlanmadın. O yüzden bizleri kimlerin sahiplendiğini bilemezsin. Dürümleri al da gel. Rüşvet sayıyorsan parasını öde de gel.” dedi. Memur Bey çaresiz, dürümleri ve ayranları aldı, parasını ödeyerek yüzümüze bakmadan ruhsatı uzattı:
“Bu işler her zaman böyle gitmez. Git Allah’ını seversen, git!” dedi.
Masadaki Komiser gülmekten kırılıyordu. Gülmesi geçince:
“O dürümleri ne için yaptırmıştın?” dedi.
“Amir Bey, bazen nerde olacağını söyler, dürüm ister. Bazen de buraya gelir. Ay başında da paralarını toptan öder.” dedim. Masadaki Komiser:
“Senin bir de traktör hikâyen varmış” diye sordu
“Benim bir traktörüm var, eski. Durup dururken arıza yaptı. Arızası gitmesine engel değil. İlçe de zaten otuz kilometre. Ne yapalım, en iyisi bunu ilçeye götürelim. Ertesi gün erkenden ben taksiyle önde, birader traktörle arkada kaplumbağa misali yavaş yavaş gidiyoruz. Şura senin bura benim derken ilçenin olduğu düzlüğe indim. Oradan ilçe üç kilometre… Tam iniş yerinde genellikle trafikler olur. İndiğim yerden baktım ortalık temiz. Ama ben hızımı traktöre göre ayarlıyorum. Arabayı sağa çektim, aşağıya indim ki traktör biraz yaklaşsın diye. On, on beş dakika geçmedi traktör virajda göründü. Seviniyorum tabii, iyi diyorum, yol temiz. Kazasız belasız geldik sayılır. Sevine sevine arabaya bindim, marşa bastım, teyp tamam. Haydahh! Atalar boşa dememişler ‘Yılanın sevmediği ot deliğinin ağzında biter.’ diye. Lan nerden çıktı bunlar, demin ne güzel görebiliyordum günebakan çiçeklerini, ortamın yemyeşil havasını teneffüs edebiliyordum. Şimdi bembeyaz araba… Üstümüzden zaten bembeyaz bir mevsim geçti. Tahammülümüz kalmadı beyazlara. Bir iki oflayıp puflasam da çaresi yok. Onlar da beni ayan beyan görüyorlar zaten.
Serde de delikanlılık var ya! Dedim neye mal olursa olsun pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! Ya Allah ya bismillah!
Elini kaldırıp işaret verdi. Emniyet kemeri bağlı, orda sorun yok. Kenara durdum. Camı açtım.
“İyi günler beyefendi” dedi. Ben de tabii hiç mangalda kül bırakmıyorum. Dört yanı mamur şoför gibi, gayet kibar ve nazikçe:
“İyi günler Memur Bey” dedim.
“Ehliyet, ruhsat.” Hemen ruhsatı verdim. O ruhsatı karıştırırken ben çok seri bir beyin jimnastiği yaptım.
“Ehliyet” dedi.
“Yok.” dedim.
“Bizimle dalga geçme.” dedi.
“Doğru söylüyorum.” dedim.
“Neden?” dedi.
“İşim çok yoğun, fırsat bulup uğraşamıyorum.” dedim.
Dedim, dedilerle epey zaman geçti. Derken traktörün rampanın altına doğru sallandığını gördüm. Tamam, on beş dakikada gelirdi ancak. Daha zaman vardı. Polis memuru ruhsatı bana uzatırken:
“Yahu ehliyet senin için çocuk oyuncağı, gel bize müracaat et. Boyuna bakıp verelim.” dedi.
“Boyumda bir sorun yok.” dedim. Tam konuya girecektim ki gülme krizine tutuldum. Bir türlü de anlam veremedim. Konuyla hiçbir bağlantısı yok! Gülecek yanımız ya da gözümüzün iliştiği yerde bizi güldürecek bağlantı da yok!
Sadece bizim birader, sallana sallana geliyor. Görende zanneder ki Ulusoy’un İstanbul Otobüsünü ağzına kadar doldurmuş da kasım kasım kasılıyor. ‘Dam başında saksağan’
Polis bana yaklaştı: “Niye gülüyorsunuz?” dedi.
“Önemli değil.” dedim.
“Önemli de olsa önemsiz de olsa bunun bir açıklaması olmalı. Ben şahsıma hakaret addedeceğim.” dedi. Baktım polis memuru bozuluyor:
“Affedersiniz Memur Bey, sizin gibi güzel bir insana karşı böyle bir basitliğe düşmek acizliktir.” dedim. Yüz hatları toparlandı:
“Şu arkadan gelen traktörü görüyor musun?”
“Görüyorum” dedi.
“O traktör de benim.” dedim.
“Anladık, ne var bunda?” diye sordu.
“Şoförün ehliyeti, traktörün ruhsatı yok!” dedim.
Başını bir beri, bir öte salladı. Yerinde değirmen tekeri gibi bir döndü ve yüzüme bakmadan haydin diye işaret etti. Tam yürümüştüm ki hemen frene bastım:
“İkindiye kadar burada mısınız?” dedim. Bu defa gülme krizine polis memuru tutulmuştu. Biz ilçe merkezine doğru yol alırken aynadan gördüğüm kadarıyla hâlâ gülüyordu.
Hikâye burada bitmişti. Anlatıcı gülmez derler ama hem ben hem polis memuru gülüyordu. Ne zaman yolum o rampanın dibine düşse polis memuru hep kahkaha atıyor sanırım.


Yorumlar - Yorum Yaz