ETLİK NERDE?

Laf lafı açıyor. Hatıra, hatırayı hatırlatıyor. Biliyorsunuz dedikoduyu sevmem. Bu anlattıklarım da dedikodudan sayılmaz hani. Neyse efendim memleketteyiz. Sene 60’ların sonuydu. Harman zamanıydı. Tüm köylü karınca gibi tarlalardaydı. Tarlaları birbirine yakın olan üç beş komşu bir araya gelip hasat işlerini birlikte yapıyorduk ki buna kubaşmak derdik. Bir tarlaya beş tırpancı bir anda girdiğimizde bir günde on beş, yirmi dönüm tarlayı biçebiliyorduk. Bir kişi yalnız başına akşama kadar üç dönümü ancak biçerdi. O da usanmazsa. Tırpancılardan bazıları güzel türküler söylerdi. Kesik kesik ağıttı bunlar. Eski ölen büyüklere yakılmış ciğer yakan ağıtlar. Tırpancıların peşinden kadınlar biçilen sapları desteliyor, gençler bu desteleri bir araya toplayıp yığın yapıyor, yine diğer kadınlar ellerinde tırmıklarla destelerin toplandığı yerleri tırmıklıyordu. Hatta ihtiyarlar da biçilen ve toplanan yerlerde tırmıkların alamadığı başakları topluyordu. Onlar tek başağın zayi olmasına razı olmuyordu. Mola zamanlarında çam testilerden buz gibi sular ve bu soğuk sularla yapılan ayranlar içilirdi. Çay yeni yeni yaygınlaşıyordu. Bu kısa molaların en vazgeçilmezi olan sohbetlerle yorgunluğumuzu gideriyorduk. Hele yığınların gölgesinde kestirmek çok zevkliydi.
Biçim ve toplama işi bitince sıra yığınların harman yerine taşınmasına geliyordu. Bu iş de çok eğlenceli geçiyordu. Kağnılarla veya at arabalarına kurulan sallarla sap çekme işi günlerce sürüyordu. Sap kağnısı veya arabası yüklemek ayrı bir ustalık gerektiriyordu. Dengeli yüklenmeyen kağnılar ilk virajda devriliyordu. O esnada kağnıcılar araba devrilmesin diye dengesi bozulan yere ağırlık olarak kendileri asılıyordu.
“Asıl Umar asıl! Mehemmed oka çök. Mıstık zelveye asıl” gibi bağırış çağırışlarla harman yeri bulunur ve sap kağnısı buraya yıkılırdı. Sap çekme işi bitince getirilen saplar daire şeklinde yere serilirdi ki buna da döşek yapma denirdi. Harman yerinin büyüklüğüne ve eldeki koşuya göre birkaç döşek yapılırdı.
Döşek işi bitince sıra döven sürmeye gelirdi. Çakmak taşından dişlenen dövenler, at, katır, öküz ve manda gibi hayvanlara koşulurdu. Bir kişi döven sürer arkasına ya bir kişi oturur ya da dövene ağırlık yapması için büyükçe bir taş konurdu. Sonra dön Allah dön. Bir kişi de elindeki dirgenle sürekli alt üst ederek döşeği karıştırırdı.
Döven sürmek işi bitince de sürülen saplar bir yığın halinde ortaya toplanırdı ki buna malama denirdi. Bundan sonra sıra bu malamayı savurmaya gelirdi. Bu işi için de mutlaka rüzgâr beklenirdi. Ama bu rüzgâr ters eserse savurma işi dururdu. Zaten rüzgâr durunca savrum da durmak zorundaydı. Elimizde küçük yabalarla azar azar aldığımız malamayı hafifçe havaya savururduk, rüzgâr daneyi ve samanı bu şekilde birbirinden ayırırdı. Öne dane, sonra iri ve en arkaya da saman düşerdi. Savrum için gece gündüz nöbetleşe bu işi yapardık. Günlerce harmanda yatardık.
O sene ırgatlık ve harman işini yayla komşumuz ve aynı zamanda dayım olan Hacı Ali’lerin eviyle kubaşmıştık. Dayımın oğulları Salih ve Davutlarla beraber çalışacaktık. Dayımın Salih ters bir adamdı. Tam bir öfke yumağı, aksi mi aksi, huysuz mu huysuz bir adam... Karısı da onun tam aksine vurdumduymaz, sağından soluna dönene kadar mevsimler geçen, tembel mi tembel, bir de mızmız bir kadın. Davut da kardeşi Salih gibi öfkeli ama eli çabuk, iş bilir birisi. Tek kötü huyu iş yaparken aşırı sinirli olmasıydı. Salih ile Davut ikiz eşiydi. Birbirlerine çok benzerlerdi. Davut’un karısı Dudu, halamın kızıydı. Dudu eline, ayağına çabuk, becerikli birisiydi. Allah için elinin değdiği her iş kendini belli ederdi. Lakin o da her şeye gülerdi. Bir de onun hayvanları sevme huyu vardı. Tavuklarının, koyunlarının, keçilerinin, ineklerinin birer adı vardı. Hayvanlar onu görünce yanına gidip kendilerini sevdirirlerdi.
Neyse efendim ırgatlık bitti, tarlaları biçtik, harmana sapı çektik. Sıra düven sürmeye geldi. Ben harman yerine bir palaz arasında yatağımı yorganımı getirdim. Bir de cibindirik yaptım. Harmanda yatacağım. Bu sırada halamın kızı Dudu da harman yerine kap kacak getirdi. Harman yeri çayın kenarındaydı. Çay ile bizim Kel Tepe dediğimiz bir tepenin etekleri arasında uzanan yaklaşık elli dönümlük dümdüz bir çayırlıktı.
Çayın kenarındaki Yunus eriklerinin dibine yatağımı serip üzerine cibindiriği gerdim. Bu sırada Dudu da ocaklığı benim az ilerime kazdı. Davut da tam benim cibindiriğin yanına bir kuyu kazdı.
“Hayırdır dayıoğlu bu kuyu neyin nesi?” diye sordum.
Davut dişlerini sıkarak:
“Halayın kızının işleri… Tavukları buraya getirecekmiş.”
Ben şaşırdım.
“Harmanda tavuğun ne işi var? Burada tilki yer tavukları.”
Davut bu defa gülerek:
“Biboğlu zaten akşama kadar buradayız. Yaylada tavuklara bakacak kimse yok. Bizim tavuklar adama alışıktır. Bir şey olmaz. Hem burada yumurtasını kaynatırız. Arada bir horozlardan da keseriz. Ondan yana sıkıntı yok ama…”
Ben şaşırmıştım. Deminden karısına kızan adam şimdi onun yaptığını doğru buluyordu.
“Madem sen de aynı kafadasın. Aması ne bu işin?”
Davut’un yine yüzü düştü.
“Sorma biboğlu, bizim biladerin hanımı da tutturdu ben de harmana tavukları götüreceğim diye. Biliyon bizim Salih’in huyu kötü. Yarın tavuklara bir şey olsa kabak bizim başımıza patlar. Bizim tavuklar adama alışık, bizim yanımızdan ayrılmaz. Onlarınki alışık değil. Bakalım hayırlısı.”
Gerçekten de Salih de harmanın alt başına yatağını yorganını, kabını kaşığını indirdi. Oda tavuklara bir pinnek kazdı. Sonra da bizim köyde hağ denilen büyük birer sepetin içinde tavukları getirip harmana bıraktılar. Salih bu sırada:
“Hay maşallah etlik bunlar etlik!” diye gubarıyordu.
Halamın kızı da tavukları getirip harmana bıraktı. Onun tavukları bizim yanımızdan ayrılmazken Salih’in tavukları bir anda çil yavrusu gibi her biri bir yere dağıldı. İki saat onları bir araya toplamak için uğraştılar.
Bu sırada bize yardım için dayım Hacı Ali de harman yerine geldi. Yanında kızı Zübeyde de vardı. Ben şaşırmıştım zira dayım Hacı Ali pek tarlaya gelmezdi. Gerçi Davut’u bir iş için köye göndermiş onun yerine yardım edecekmiş. Lakin dayım da çocukları gibi bir tutam ateşti. Zübeyde, dayımın son kızıydı ve köyden Köse’nin Ahmet diye bir delikanlı ile nişanlanmıştı. Bu arada dedikodu olmasın, neuzü billah hiç sevmem dedikoduyu! Dayım Hacı Ali ile Salih’in karısı Ayşe’nin pek yıldızı barışık değildi. Onun ağır devir olmasından gıcık alırdı. Bakalım ne tantanalar çıkacaktı. Bunları düşününce “Bu sene harman renkli geçecek.” dedim kendi kendime.
Harmana üç döşek yapmıştık. Davut ve ben yan yanaydık. Salih ise öbür tarafta ayrı kurmuştu döşeği. Başladık döven sürmeye. Ben atımı koşmuştum düvene. Davut da katır koşmuştu. Salih de öbür tarafta Davut’un kör katırı koşmuştu. Onun koşum hayvanı yoktu.
Dayım o gün Davut’u köye gönderdiği için Davut’un harmanını sürmeye başladı. Dayım, Dudu’ya:
“Kızım yemekleri sen hazırla. Ayşe’ye bir iş verme. Irgalana ırgalana iş görüyo. Ardında zaten bir kızı var. Onu bana bulaştırma, beni çileden çıkarmayın. Şu harmanı burnumdan getirmeyin.” diye tembih etmişti.
Dudu da hemen yemek hazırlığına girişti. Ben de kendi harmanımla meşguldüm. O esnada Salih’in karısı, Dudu’ya seslendi:
“Dudu bacı kendinize göre hazırlık yapın, biz yedik de geldik. Kaynın beni avare etmeyin diyor.”
Dudu’nun yine muzipliği tutmuştu:
“Kele bacı ayrı gayrı mı var? Bir sokum ekmek işte, kaç dakikanızı alır? Gelin şurda beraber yiyelim. İçimize sindirin bu bir kaşık aşı.”
Dayım, Dudu’nun ısrarı üzerine hemen köpürdü.
“Ökçeliğe bak ökçeliğe! Sana ne, adam yedim diyor, sen de daha özüyorsun. Bırak benden uzak dursun da ne yerse yesin!”
Biz kendi kendimize güle duralım dayım dövene başladı. Dudu da üstümüzdeki meşelikten kuru odun toplamaya gitti. Az sonra sırtında bir şelek kuru dal ve odunla geldi. Sonra da yemek yapmaya başladı.
Biz düven sürerken bu sırada karşı yamaçta bir koyun sürüsü göründü. Çoban sürüyü tam karşımıza getirip bize doğru yaydı. Ben bu kim acep diye bakmaya başladım. Uzaktan kim olduğu seçilmiyordu. Çoban bir müddet sonra iyice seçilebilecek kadar bize yaklaştı. Bir de ne göreyim bu çoban, dayım Hacı Ali’nin damadı olacak Köse’nin Ahmet değil mi?
“Eyvah, şimdi seyret filmi!” dedim kendi kendime.
Bizim Ahmet Efendi yüksek bir kayanın üstüne oturdu ve başladı kaval çalmaya. Öyle bir çalıyordu ki dereyi tepeyi onun sesi tutmuştu. Bu sırada nerde var nerde yok yanımızdan bir köpek ok gibi fırlayıp sürünün köpeklerine doğru seğertmez mi? Ne oluyor dememize kalmadı dayım Hacı Ali’nin katır ürküp düveni döşekten çıkarıp dereye doğru dörtnala koşmaya başladı. Ardında döven tangır tungur yere çarptıkça katır daha da bir dellenmişti. Dayım “ulâ, ulâ” diyerek ellerini dizine çarpmaya başladı. Dayım öfkeden cin cıfıt olmuştu. Hemen Dudu’ya:
“Bibi kızı çabuk şu benim atın yularını tut. Ben Hacı dayıma yardım edeyim. Katırı tutmazsak köye iner, dövende diş komaz, döker.” dedim.
Dudu benim atı zapturapt edince ben dereye koşup Hacı Ali emmimin katırı yakaladım. Bu sırada Salih de koşup geldi. Bereket düven deredeki söğütlere sıkışınca markalar katırı durdurmuştu. Ardındaki dövenden ses gelmeyince hayvan da enikmişti. Hemen katırı söğüdün birine bağladık sonra da düvenin koşumlarını serbest bıraktık. Bu arada dayım da yanımıza geldi. Salih’le düveni iki el tutup ters çevirdik ve katırın sırtına vurduk. Düveni ters çevirdiğimizde dişlerinin çoğunun düştüğünü gördük. Hacı Ali dayım öfkeden köpürüyor “şuna bak, şuna bak!” diye yerleri tepikliyordu. Kan ter içinde kalmıştı. Ben de bayağı terlemiştim ama nihayet harman yerine çıktık. Lakin dayım Hacı Ali’nin yüzüne bakınca şeytan koltuğuma giriyor, gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
Çakmak taşı almak bahanesiyle dayım Hacı Ali’nin yanından ayrılıp yorulana kadar güldüm. Sonra da taşlarla tekrar yanına vardım. Taşları Salih çakmak istedi ama dayım ona müsaade etmedi. “Git işiyin başına.” dedi. Salih gidince dayım çakmak taşlarını elimden aldı ve çakmaya başladı ama öfkeden işini tam yapamıyordu. Bir ara keser ile parmağına vurunca parmağını ezdi. Dayımın canı çok tatlıydı. Bayağı bir üfledi, püfledi. Hemen elinden keseri aldım ve taşları ben çaktım.
Hacı Ali dayım bu sırada kızı Zübeyde’ye:
“Katıra niye sahip olmadın? Şu başıma getirdiğin işe bak!” diye sokranmaya başladı.
Kızcağız ağzını açıp bir şey diyemiyordu ama bir yandan da tepemizde kaval çalan nişanlısına öfkeyle bakıyordu.
“Ağa ben ne yapayım çalıların arasında gelen it birden yamaçtaki davar eniklerine sağardince katır ürktü.” diyebildi.
Biz düvenle uğraşana kadar köpekler iki havlamış sonra da susmuştu. Bizim damat olacak da hâlâ kaval çalmakla meşguldü. Ben düveni dişleyip koşumları taktıktan sonra:
“Hacı dayı düven tamamdır.” dedim.
Gelip baktı. Beğenmiş olacak ki hemen Zübeyde’yi düvene bindirdi kendi de yabayı eline alıp döşeği aktarmaya başladı. Bu sırada damadı ile tam karşı kaşıya geldi. O zamana kadar ya çobanı fark etmemişti ya da onun damadı olduğunu anlamamış olacaktı ki birden bana bağırdı:
“İrfani! Kim bu tepemde bal yapmaz arı gibi dındın eden çoban? Bizim Köse’nin Ehmet mi yoksa?”
O sırada ben de boş bulunup:
“He dayı, senin damat olacak Ahmet” deyiverdim. Hay dilim duraydı!
Dayım birden kızardı bozardı. Elindeki yabayı yere çaldı.
“Ulan alçak beni mi oynatacaksın? Erkeksen kaçma, seni dıtdıtını naptığım!” diye bağırıp tepeye doğru koşmaya başladı.
Ne bildim güleceğimi, ne bildim Hacı dayımı tutacağımı.
Lakin bizim çoban, dayımın kendine doğru hışımla geldiğini görür görmez bir ıslık öttürdü. Islığı duyan koyunlar bir anda oldukları yerden ok gibi fırlayıp ona doğru koşmaya başladılar. Sonra da tepenin diğer yüzüne aşıverdiler. Ne ara kavalı bıraktı, ne ara sürüyü topladı da öte yüze aştı anlayamadım. Sadece bir ıslık çaldı hepsi bu. Ben de bu arada koşup dayımı kolundan tuttum.
“Aman Hacı dayı karşındaki cahildir, gençtir. Sen büyük adamsın. Elleme, zaten gitti.” diye onu geri çevirdim.
O gün böyle akşamı ettik. Akşam olunca Davut da köyden gelmişti. Hacı Ali dayım o gelince kızı Zübeyde’yi alıp eşeğine bindi, köye gitti. Davut, Dudu ve Salih’in karısı üçü birlikte yaylaya gittiler. Harmanda Salih ile ben kalmıştık.
Dudu gitmeden önce tavuklarını toplayıp pinneğe tıktı ve üzerine meşe dallarını örttü. Salih ve karısı tavukları toplayana kadar epey bir hal çektiler. Ancak tavukları bir türlü pinneğe sokamadılar. Tavuklar kıyıdaki ağaçlara tünemişti.
Salih’le biraz sohbet ettikten sonra vurup kafayı yattık.
Gece yarısı bir gürültü ile uyandım. Gıdak gıdak tavuk sesleri geliyordu. Yanımdaki el fenerini yakıp benim yanımdaki pinneğe tuttum. Tavuklar ışığı görünce dalların arasından başlarını uzatıp “cüvvük” diye bir ses çıkarıyor, kafalarını hemen içeri sokuyordu. Baktım ses bizden taraftan değil. Salih’in yattığı yere doğru feneri tuttuğumda bir tilki gördüm. Tilki Salih’in tavukları haklamıştı. Ben ışığı tutunca kaçtı. Salih’de ses seda yoktu. Demek ki uykusu çok ağırmış. Olan olmuştu. Yapacak bir şey yoktu. Madem uyanmadı diye ben de gecenin bu saatinde onu uyandırıp bunlarla uğraşmayayım dedim, vurdum kafayı yattım.
Sabah namazı vakti uyandığımda Salih de uyanmıştı. Ortalık o an karıştı. Salih oraya buraya koşturuyordu. Benim uyandığımı görence öfkeyle:
“İrfani bibioğlu, tilki bizim tavukları öldürmüş. Senin tavuklar ne âlemde?” diye sordu.
Ben de hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi bizim tavukların pinneğini kontrol ettim. Tavuklar hâlâ korkudan dalların arasından başlarını çıkarıp “cüv vuk” diye ses çıkarıp geri dalların içine sokuluyordu. Üzerlerindeki meşe dalını kaldırdım. Baktım bizim tavuklar tam. Dalı geri örttüm.
“Benim tavuklarda zayiat yok. Hepsi çukurda.” diye cevap verdim.
Salih bunun üzerine temelli zıvanadan çıktı.
“O Dudu şimdi gelir. Asacağım, keseceğim. Hep o icat etti harman yerine tavuk getirmeyi. Şuna bak, on tavuk da ölmüş. Geberesice, onun kafasını kırmazsam!”
Salih’in bu sözlerine kızmıştım.
“Dayıoğlu ayıp değil mi? Dudu’nun tavukları adama alışık. Yanımdan hiç ayrılmadı. Sizinkiler sizden bile kaçıyor. Sen niye getirdin tavuklarını? O getirdiyse seninkileri de zorla getirtmedi ya.”
Salih hiç duymadı bile sözlerimi. Hâlâ homurdanıp duruyordu.
Namazı kıldım ve ocaklığı tutuşturdum. Bir demlik su koydum. Tavukların üçü yumurtlamıştı. Tazecik yumurtaları da küle gömdüm. Külde pişen yumurta çok lezzetli olur. Ayşe, Dudu ve Davut göründüler. Ayşe’nin yanında üç dört yaşlarındaki küçük kızı Zeliha da vardı. Dudu’nun geldiğini gören Salih oturduğu yerden ok gibi fırlayıp:
“Gelme şart olsun seni öldürürüm.” diye bağırdı.
Davut:
“Hayırdır kardeşim ne oldu?” diye sordu.
Salih öfkeden kısılmış sesiyle:
“Onun yüzünden tavuklarımı tilki öldürmüş geceleyin. Hep o çıkardı harmana tavuk getirme işini”
Bu sözleri duyan Dudu koşarak tavukların yanına geldi ve çalıyı kaldırdı. Onu gören tavuklar oldukları yerden çıkıp etrafında toplandı.
Dudu:
“Salih Ağa benim tavuklarım tam. Senin tavukları tilki yediyse ben mi dedim tilkiye git onun tavuklarını ye diye.”
Salih de:
“Sen çıkardın bu işi. Sen getirmeseydin ben de getirmezdim tavukları.”
Dudu da sinirlenmişti.
“Getirmeseydin kardeşim. Ben mi dedim sana harmana tavuk getir diye?” diye bağırdı.
Ben de araya girdim ve Salih’i sakinleştirdim. Neyse Dudu evde yemek hazırladığı için hemen sofrayı serdik. Onları da çağırdık. Önce nazlansalar da geldiler. Beraber yemeği yedik. Bu arada Davut’un muzipliği tuttu. Zeliha’yı kucağına aldı ve ona:
“Etlikler nerde kızım?” dedi.
Salih kafasını sağa sola salladı. Bir La havle çekip sırtını ağaca dayadı.
Zeliha ise yanımızdan ayrıldı. Kendi harmanlarına doğru koşarak gitti. Az sonra bir ölü tavuğu sırtına atmış iki eliyle ayaklarından tutarak amcasına geldi.
“Emmi etlik aha, kes de yiyelim.” demez mi?
Biz gülmekten bir hâl olmuştuk. Salih ise öfkeden yerleri tepikliyordu.


Yorumlar - Yorum Yaz