Site Menüsü

YAKTIN BENİ YABANCI DİL

Bir türlü anlamıyorum… Zamanında rahmetli babam derdi: “Oğlum siz adam olmazsıız!” Dedemin, babama söyledikleri de aklımda: “Siz adam olursuuz da ben de görürüm! Zamane evladı laf annadamazsın!” der dururdu. Şimdi ben de acaba aynı sözlerin güncellenmiş hâlini mi tekrarlıyorum?
Neyse lafı uzatmayalım. Büyüklerimizden: “Oğlum gün gelir ecnebi dili gerek olur, şunu öğ-renin. Yarın garşınıza iki gâvur çıksa ne yapacaksınız?” diyen de olurdu: “Bir gavurcanız galdı; giyiminiz, kuşamınız; saçınız başınız eyice onlara benzedi zaten, bir de dilini öğrenin de tam gâvur olun!” diyenler de.
Hep “Tamam, tamam” deyip geçiştirirdik. Sonra bizler büyüdük, bizler de gençlere: “Oğlum bir dil bir adam; iki dil, iki adam demektir.” dedik. “Yabancı dil, ders değil; hayatın kendisi!” dedik. Dedik demesine amma kime laf anlatacaksın?
Bu kadar dertli anlatmamın nedeni, bu yabancı dille ilgili öyle hikâyeler var ki bunları kitap-lara ve zamana sığdıramazsınız. Anlat anlat bitmez. Benim derdim. Hiç olmazsa ben yandım, sizler yanmayın.
Şık, kibar, havamız yerinde olduğu bir günde, “Vay anasını!” dedik. Yahu biz herkese öğüt verdik, biz yapmadık. Şimdi de sap gibi morarıp kaldık.
Yabancı dille ilk fiyaskom İstanbul’da oldu. İstanbul Üniversitesi’nde sınava giriyoruz. O zamanlarda her yerde sınav yok bugünkü gibi. Sınav bitti, ne yapalım, gezelim dedik. Yanım-da, beraber gittiğimiz yol arkadaşım var. Çıktık çarşıya. Nereye gidelim derken, kendimizi Ayasofya’nın önünde bulduk. “Girelim mi Palavracı?” dedim. Olur dercesine başını salladı.
Bizim arkadaşın soy ismi Palavracı. Bazen takılırdık: “Oğlum bu palavracıyı nerde buldun?” diye.
“Herkese dedesinden tarla, takım düşer bize de Palavracı düştü.” derdi.
“Neden Palavracı?” diye sorduğumuzda da başlardı anlatmaya:
“Biliyon eskiden radyo yok, televizyon yok! İnsanlar akşamları bir evde toplanır, oyunlar oynanır, sohbetler edilirmiş. Bir gün soy isim kanunu çıkıyor. Bir nüfus memuru soyisim ver-mek için köye geliyor. Atla geldiklerinden misafir olarak köyde kalıyor. Misafir de dâhil yine akşam oyunları, arkasından sohbetlere geçiliyor. Üç kişi palavralarıyla meşhurmuş. Başlamışlar anlatmaya.
Önce biri almış sözü eline: ‘Arkadaşlar geçenlerde benim üstüme karlı havada iki ayı birden zorlattı. Has bereket ki elimde sağlam bir meşe deyneği vardı, kattım bunları önüme nasıl kaç-tıklarını bir görecektiniz.’ demiş.
‘Vay’ demiş öteki ‘Şunun anlattığına bak: Bir de beni dinlen o zaman. Arkadaşlar bir gün dağlarda geziyoruz. Başta komutan, yanında biz askerler. Ormanlık alanda kollara ayrıldık. Biz kaçak ararken neyle karşılaştık biliyor musunuz?’
‘Yoook!’ demiş orada olanlar.
‘Bir yılan ki boyu beş altı metre, kalınlığı baldırım gibi. Namussuz bir saldırdı ki aklınız du-rur. Korksam, kaçsam beni anında öldürür. Bunun boğazından bir sarıldım, kayaya vura vura öldürdüm’ demiş. Orada olanlar basmış alkışı.
O zaman dedem devreye girmiş:
‘Aman Yarabbi şunların acizliğine bak! Sizin haberiniz yok. Deli Höbek geçenlerde başını almış gidiyordu. Suçatı’nda yakaladım. Sırtıma alıp yerine koydum” demiş.
Nüfus görevlisi gülerek:
‘Buldum’ demiş. ‘Üç soy isim tamam.”
‘Ney?’ diye sormuş muhtar:
‘Yılancı, Ayıboğan ve Palavracı.’
Tabii o zaman yok efendi, biz kabul etmiyoruz diyemezmişsin. Devlet memurlarıyla konuşa-mazsın diye anlatırdı dedem.”
Aldık biletleri, daldık içeri. Aman Yarabbi! İnsanın bu yapılar karşısında hayranlık duyma-ması mümkün değil. Alt katı dolaştık, yukarı çıkacağız. Palavracı bana döndü:
“Sigaran kaldı mı?” dedi. Yok dercesine başımla işaret ettim. Palavracı biraz nefes nefese kalmıştı. Obur ve hareketsiz olduğundan bayağı kiloluydu. Ben antrenmanlı olduğumdan pek tınmıyordum.
“Ne o, yoruldun mu Palavracı?”
“Önemli değil, toparlarım şimdi.”
Üst kata çıktık, bu yapıların nasıl yapıldığını mantığımız pek kabul etmiyordu. Günümüzde her şey tamam, anladık da ya o zaman?
Biraz ilerimizde iki sarışın bayan vardı ve sigara içiyorlardı. Demek ki o zaman kapalı yerler-de bile sigara içmek serbestti. Gelirken otobüste bile göz gözü görmez olmuştu. Gören sanırdı ki sisli bir yolda ilerliyoruz.
“Palavracı ben sigarayı buldum” dedi.
“Nerden?” deyince Alman turistleri gösterdi.
“Yapma oğlum ayıp olur.” dedim.
“Ne ayıbı, zorla mı? Varsa rica edeceğim.” diye de baskın çıkmaya çalıştı.
İstifini bozmadan turistlere yaklaştı:
“Bitte, gib sie mir ein cigarettes “dedi. (Bana bir sigara verebilir misiniz) Sarışın bayanın bir tanesi ona döndü ve Türkçe:
“Sigara pek kullanmıyoruz. Üzerimizde hiç kalmadı!” dedi.
“Siz Alman değil misiniz?”
“Hayır, arkadaşım Alman. Ben onu gezdiriyorum.”
“Kötü” dedi.
“Neden?”
İlk defa bir gâvurla konuşacaktık diye gözüme baktı.
“Hayatımda ilk defa bir yabancı ile Almanca konuşacaktım; o da boşa çıktı.” dedi. “Belki de bundan sonrası için birkaç cümle bizi zorlayacaktı.” diye sokrandı. Yabancı dille ilk provamız Palavracı’nın bu girişimiyle oldu ve sınıfta kaldık.
Aradan yıllar geçti, okullar bitti ama biz hâlâ toplam on beş Almanca cümle içinde dönüp du-ruyoruz. Sprechen sie Deutsch… En çok kullandığımız bu. “Almanca biliyor musunuz?” de-mek.
Wie heist du? Wie geht es dier? Bir de beşe kadar saymayı biliyoruz: ein, zwei, drei, wier, fünf… Hepsi bu kadar. “Sprechen Sie Deutsch” dedim. O da “Ich spreche Deutsch.” dedi. Ben Almanca biliyorum, demiş oldum.
Şunu hiç düşünmüyoruz: Almanca biliyorum, dedim. “Nasılsınız?”, dedi. “Havalar güzel.” dedi. Sonuç, sermayen beş dakikalık. Sus da herkes adam sansın yahu! Geri zekâlı mısın be kardeşim! On dört senede on beş cümle!
Neyse canım, lafı ne kadar uzatırsak o kadar ayıp ortaya çıkacak. Has bereket ki bazı yerler-de tarzancayla kurtarıyoruz işi. İşimiz bozuk. İş arıyoruz. Alanya’dan tutun da Antalya, Eğir-dir, Selçuk, Kuşadası dolanmadık yer bırakmadık. Biz kendimizi anlatıyoruz. Biz şöyleyiz biz böyleyiz, güzel konuşma bizim işimiz.
Tek kelime; “Yabancı diliniz var mı?” Aman Yarabbi! Ne yabancı dil düşkünü olmuş bu mil-let! Nerdeyse kimliğimi yabancı dille değiştirin diyecekler. Dedemizin eskiden dediği doğru mu yoksa? “Gâvur olacaksınız.”
Yolumuz Eğirdir’e düştü. Gündüz işlerimiz vardı, onları gördük. Bir otel ve yemek yiyecek bir yere bakmak için çıktım ki kaldığım otelin altı restoran. Ön tarafı Eğirdir Gölü… Nasıl bir manzara! Bir uçtan bir uca uzanıyor göl. Akşamın karanlığında büyülü bir havası var. Göl içine yansıyan ışık kırılmaları daha romantik bir görüntü katıyor. Hafiften bir müzik... Ben tam bu melankolik havaya kendimi kaptırmışken garsonun sesi beni uykumdan uyandırıyor. Yanı ba-şımda durmuş, elleri önde: “Ne emredersiniz efendim?” diyor. “Balık yiyeceğim, tavsiyen hangi balık?” Bir balık türünde karar kılıyoruz. “Burası müzikli.” diyor. Olsun diye işaret edi-yorum. Bir saat gibi bir zaman sonra yemek geliyor, yanında çoban salata, kavun ve buna ben-zer zerzevatlarla masa donanıyor. Yanıma yaklaşan garsona soruyorum “Adı nedir bu restora-nın?” diye.
“Venedik” diyor.
“Vay!” diyorum “Amma da bir gâvur hayranlığı başlamış yahu. Adı Venedik, müzik yaban-cı… Acaba bunlar hesabı da mı dolarla alıyorlar?”
Ben de şık giyimliyim, buraya yabancıyım, elimde bond çanta var. Yoksa bu masanın hazır-lanışı da mı planlı hesaba dâhil bir menü?
Aman Yarabbi! Atalar boşa dememiş “Dışı eli yakar içi beni!” Biz yana yana iş arıyoruz, bunlar bizi yağlı müşteri mi sanıyor? Kimsenin içine giremezsin ki. Bir girseler insanların içine belki de asıl kıyametlerin orada koptuğunu görebilirler.
Ertesi gün Selçuk’a geçiyorum. Selçuk hoş ama turizm yönünden pek canlı değil. O yüzden işi Kuşadası’nda aramamız gerekiyor. Öyle de yapıyoruz. Çalmadık kapı kalmıyor, karşımıza çıkan hep aynı soru:
“Yabancı dilin var mı?”
“Güzel konuşurum ama…” desem de
“Biz de konuşuyoruz ama işe yaramıyor!” diye hazır cevap yapıştırıveriyorlar.
Kuşadası’nın güzelliği insanı büyülüyor. Plajları, denizi ve hoş görüntüsü... Ne kadar güzel desem, aciz kalırım. İş arıyorum ben. İş arayan adam hiç güzelliği görebilir mi?
İki gün boyunca ne bir iş bulabiliyorum ne de Türkçe isimli yer! Ne yaptıysak olmuyor, aşa-mıyoruz yabancı dil barajını. Eski yöntem kullanacağız. Başka çaresi yok! Hani hep derlerdi ya: “Falan milletvekilini başkanı, siyasetçiyi ya da muhtarı devreye soktum, girdi oğlan işe.” Boşa dememişler: “Belli bir yerde tanıdığın olsun da isterse çaputtan olsun.” Bizim de yetkili bir tanıdığımız vardı. Allah işini rast getirsin. Ama yiğit adamdı, çaputtan falan değil. Bizimle beraber gitti de bir arkadaşının kanalıyla bir otele yerleştirdi. Dünyada ne kadar millet varsa, o otelde her milletten insan var. Beş yüz yataklı. İngiliz, Alman, Arap, İsrail, Hollandalı, Rus, Çinli, neyse canım say sayabildiğin kadar…
Şu anda mutluyuz. Yabancı dil meselesini de çözdük sonunda. “Nasıl?” mı diyorsunuz? Ha-fifçe kulağınızı yanaştırınız. Size güveniyorum, bir yere çıkmasın. Sattığım malların isimlerini öğrendim. Para konusunda da sıkışırsak içerden destek alıyoruz. Gül gibi geçinip gidiyoruz. Ha bir de şunu söyleyeyim. Ben onların dilini öğrendiğim kadar, onlar da benim tarzancamı öğrendiler. Bakın bir Alman bayan müşterim geliyor:
“Hallo”
“Hallo”
“Bitte ein sandeviç und tomato, und tomato, und tomato.”
“Ya, ein sandeviç, und tomato, und tomato, und tomato.”


Yorumlar - Yorum Yaz