KÖRLİNG SEYİRCİSİ

Oğlum Safa Muhsin, Yakutiye Gençlik Spor körling takımının kaptanı. Onunla nasıl gurur duyuyorum, anlatamam. Maçlarını seyrederken heyecandan kalbim duracak. Hele taş atma sırası oğluma gelince çıldırıyorum. Onun her maçta gemisini kurtaran kaptan olması çok hoşuma gidiyor.
Takımın hiçbir antrenmanını kaçırmıyorum. Onlar nerede, ben orada… Salon soğuk. Buz kesiyorum ama mutluyum. Antrenmanlara katılma konusunda antrenörümüz Sadık Hoca’dan aşağı kalmıyorum.
Takım için marş bile besteledim:
Çıkar sahayı inletir
Yakutiye Gençlik Spor
Zafer marşları dinletir
Yakutiye Gençlik Spor

Taşı yerinde zıplatır
Yüreğimizi hoplatır
Rakiplere nal toplatır
Yakutiye Gençlik Spor

Haydi her zaman ileri
Dönmek yok bu yoldan geri
Körlingin şehzadeleri
Yakutiye Gençlik Spor

Takımlar buz pistine çıkınca ben hop oturup hop kalkıyorum. İkide bir uyarıyorlar, “Sakin olun!” diye.
Haklılar. Körlingin seyircisi de tenis seyircisi gibi. Atış başarılıysa, takım sayı aldıysa alkış kıyamet. Sonra herkes sus pus. Ben nasıl sakin olurum? Futbol seyircisiyim ben yahu! Böyle katı kurallara nasıl uyarım?
Körling, Orta Çağ’da İskoçya’da icat edilmiş ilginç bir spor. Adamlar satrancı, bovlingi, bilardoyu alıp harmanlamış, ortaya acayip bir spor çıkarmışlar. Oyunun amacı, granitten yapılmış 19,96 kg’lık yassı taşı buz üzerinde kaydırarak 42 metre ötedeki ev denen hedefin merkezinde durdurmak. Kolay değil. Denge istiyor, dayanıklılık istiyor. -6 derece sıcaklıkta iki üç saat kalmak gerekiyor.
Takımlar dörder oyuncudan oluşuyor. Her takımın atması gereken sekiz taş var. Yani her oyuncu iki taş atıyor. Bir A takımı atıyor taşı, bir B takımı… Rakibin taşı evdeyse sen o taşı vurup evden çıkarmaya çalışıyorsun. En son kimin taşı evde merkeze en yakın durumdaysa sayıyı o alıyor. Merkeze yakın kaç taşın varsa o kadar sayı...
Kendi içinde gerilimli olabilir ama dışarıdan bakınca çok dingin bir spor gibi görünüyor. Herhâlde buna bağlı olarak seyirciden de dingin (Ne demekse?) olması isteniyor.
Ama ben, ben dingin olamam, arkadaş!
Oğlum, taşın başına geçtiğinde,
“Hadi aslan oğlum, diye bağırıyorum, göreyim seni!”
Kolumdan tutup çekiştiriyorlar.
“Lütfen oturun,” diyor görevliler. “Salondan çıkarmak zorunda kalacağız yoksa.”
Tamam da, elimde mi? İçim kaynıyor yahu! Kurtlu adamın biriyim ben! Kurtlarım vıcır vıcır…
Zor da olsa kendimi dizginleyip oturuyorum. Taş buzun üstünde kayarken ben de oturduğum koltuktan kayıp yere düşüyorum. Oğlumun arkadaşları taşın önünü süpürürken ben de yerleri süpürüyorum. Kıvranıyorum ama ses çıkaramıyorum. Salondan atılacağım yoksa.
Turnuvanın son maçındayız. Yedi maçı yüzümüzün akıyla kazandık. Sadece yarı final maçını kaybettik. Bu maçı alırsak üçüncü olup bronz madalya alacağız. Büyük başarı.
Maç başlıyor. Aman Allah’ım! Beni tutabilene aşk olsun! Oturup sakin sakin maç seyretmem ne mümkün!
Federasyon başkanıyla birlikte seyrediyoruz maçı. Ben ayaktayım. İkide bir uyarıyor beni:
“Otur, hocam,” diyor.
Otuz saniye oturup tekrar kalkıyorum. Bağırıyorum, çağırıyorum.
Görevliler uyarıyor.
Federasyon başkanı araya girip beni kurtarıyor.
Ama böyle olmaz ki!
Bir ara,
“Kalbinin durumu nasıl?” diyor. “Kriz mriz geçirirsin, Allah korusun!”
“Yok yok, başkanım,” diyorum. “Baktırdım, fena değil.”
“Bu gidişle olacak.” diyor.
Başlangıçta gülümseyerek uyarıyordu. Gitgide üslubu ciddileşiyor.
“Yapma,” diyor. “Bak, atarlar seni salondan. Ben de engel olamam.”
“Affedersin, başkanım,” diyor, yanına oturuyorum ama ne fayda!
Az sonra tekrar ayağa fırlıyorum.
“Hep böyle heyecanlı mısındır?” diye soruyor.
“Evet,” diyorum, “ille de futbol maçlarında. Her maçta futbolculardan iki kat fazla yorulduğumu söyleyebilirim.”
“Kalbin nasıl dayanıyor ki?” diyor.
“Bilmem,” diyorum. Bu tempoya alıştı herhâlde. Ben onu gerilim hattında eğittim.
“Yine de bu kadar heyecan fazla,” diyor.
“Başkanım,” diyorum, “bakar mısın, o taşı atan çocuk benim oğlum.
“Tamam ama…”
Bir sonraki uyarısından sonra,
“Başkanım, sana bir şey söyleyeyim mi,” diyorum, “böyle büyük heyecanlar yaşayacağımı bilseydim çocuk yapmazdım, hatta evlenmezdim.”
Gülüyor.
Maç devam ediyor.
Durum 7-6. Yenik durumdayız.
Onuncu ve sonuncu oyun. Onlar alırsa maç bitecek, biz bir sayı alırsak maçı uzatmaya götüreceğiz. İki sayı alırsak üçüncüyüz.
Sondan bir önceki taşı atıyor oğlum. Taş evin merkezine yakın bir yerde duruyor. Ben yerimde zıplamaya devam ediyorum.
Onların kaptanı taşı atıyor, taş gidip bizim taşın yanına mevzileniyor. Bizim taş merkeze daha yakın. Şu anda bir sayımız garanti. Yani oyun uzatmaya gidiyor.
Son taş sırası bizde!
Oğlum taşın başına geçiyor. Sol ayağını çentiğe dayayıp sağ dizinin üstüne çöküyor. Önce taşı kaldırıp sağ eliyle taşın altını siliyor. Sol elindeki süpürgeyi sol tarafına uzatıyor. Bir iki yaylanıp buzun üstüne yapışıyor, kayarak ilerliyor, topu tam hog çizgisinin üzerinde ileriye fırlatıyor.
Say ki ben de o taşla birlikte yerimden fırlıyorum. Taşla birlikte kayıyorum, kayıyorum. Taş, eve yaklaşırken bir yay çiziyor, evin merkezine yöneliyor, önceki taşı yalayıp geçiyor ve tam evin merkezine demir atıyor. İki sayı!
Allah’ım! Bu bir rüya! Maçı 8-7 kazanıyoruz.
Gırtlağımı yırtıyorum:
“Helal be! Aslanım benim! İşte budur! Yaşa! Var ol!”
Bu çocuk bir dahi! Babasına çekmiş diyemiyorum. Çünkü babasını iyi tanırım. Hiçbir sporda başarısı görülmemiştir. Bir Dede Korkut duası dökülüyor dilimden:
“Babanın yüzünü ağarttın! Yüzün ak olsun, oğul!”
Salonda ıslık ve alkış tufanı…
Federasyon başkanı,
“Çok iyi,” diyor. “Bu atışı millî oyuncular bile zor yapar.”
Göğsüm kabarıyor.
Başkana teşekkür ediyorum.
“Yakında millî olur bu çocuk,” diyor. “Ama kusura bakma, senden körling seyircisi olmaz.”
“Biliyorum, başkanım,” diyorum. “Ne de olsa futbol seyircisiyim ben.”
Oğlumu ve arkadaşlarını kutlamak için tribünden aşağı iniyorum.


Yorumlar - Yorum Yaz