NE DEDİ?

“Kemal Bey hoş geldin” dedim.
“Teşekkür ederim” dedi.
“Ne içelim?”
“Fark etmez, sen önce şu meşhur hikâyeni anlat hele.”
“Ooo arz talep! Böyle dinleyici pek kalmadı da.”
“Neyse, anlat hadi.”
“Şehmuz Pastanesi’nin böreklerini çok severim. Şehmuz’a gittim ‘Börek ve süt’ dedim. Garson börek ve bardakla süt getirdi. Böreği yarı etmeden, samimi olduğum bir garson vardı, hızlıca yanıma gelerek:
‘Abi afiyet olsun!’ dedi.
‘Eyvallah Celil, ne haber?’ diye sordum.
‘İyiyim abi, yalnız iki Fransız var ‘Bizi gezdirebilir misin?’ diyorlar. Ben de ‘Müsait değilim, abim sizi gezdirir.’ dedim. Gezdirebilir misin?’ dedi.
“Tabii sen de hemen atladın!”
“Hayır, önce nazlandım:
‘Eyvah!’ dedim, ‘Bugün de çok önemli bir işim vardı, ne yapsak acaba?’. Celil yalvarıyor:
‘Aman abi ne yaparsan yap! Sen istersen bir formül bulursun.’ diyor.
Ülkene gelmişler, yer yurt bilmezler gezdirmeyip de ne yapaydım? Baktım olmadı, düştük yollara, insanlığın gereği…”
“Anladık, anladık, sonra?”
“Susarsan anlatacağım!” Gözüme baktı, ellerini ağzının iki yanına doğru çekti. Kilitledim dercesine hafifçe bir sırıttı.
“Kızlarla çıktık çarşıya. Önce konuşmanın yollarını denedik:
‘Sprechen sie Deutsch?’ dedim, ‘yok’ dercesine ellerini salladılar. Esmer ve güzel olanı hafifçe gülümseyerek:
‘Savez-vous Français?’ diye sordu. Anlamadım, dercesine başımı salladım. Bu defa sarışın olanı:
‘Do you know English?’ Mahcup mahcup gözüne baktım. Zoruma da gitmedi değil. Türkçe öyle güzel kelimeler ediyoruz ki aklın durur. Hem güzel konuşuyoruz hem vurgulama, tonlama, aklına ne gelirse yapıyoruz. Yani bülbül gibi şakıyoruz. Aynanın karşısında Tarık Akan’ız, Göksel Arsoy’uz, aklına ne gelirse… O boy, o pos, o endam kayboluyor. En güzel şiirleri sündüre sündüre okuyan biz, dut yemiş bülbül gibi susup kalıyoruz. Hemen çantasından bir Fransızca-Türkçe sözlük çıkardı. Yapraklarını evirdi, çevirdi ve bir kelime gösterdi. Okul yazıyordu. Sonra yabancı dil kelimesini gösterdi. Anladım, bizim okullardaki yabancı dilleri soruyordu. ‘English’ dedim beklemeden. Has bereket, üstüme fazla gelmedi. Sadece gülümsedi.
Millet bize bakıyor. O zaman fazla bir turist de gelmiyor memlekete. Karşıdan gelenler bazen ‘Hello’ diyor, bazıları ‘Bonjour’ diyor. Gururuma da dokunmuyor desem yalan olur. Hani biz Türk erkeğiyiz ya! Yanımızdaki dişi sinek de olsa kıskanırız. Ya da bir bakarsın Fransızcayı iyi bilen biri çıkar ayıkla pirincin taşını. Serde erkeklik var ya! Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum. Bak az daha unutuyordum, giderken bizim yarı boyumuzda, yarı yaşımızda bir genç yanaştı, aman Yarabbi bir iki kelime etti, kızların gözleri parlayıverdi. Baktım olmadı; bizim boy pos, briyantinli saçlar devre dışı, kötü bir çocuk bizi harcayacak... Çaktırmadan çektim geriye, eline biraz para sıkıştırdım: ‘Ulan oğlum, al şu parayı git dondurma ye!’ dedim.
“Ee?” dedi Kemal.
“Eesi…” dedim “Benim böyle kafam karma karışıkken, aklıma bizim çalıştığımız Pilmen geldi.” Pilmen de çok meşhur ya. Herkes gelemiyor. Restoran, kulüp, pastane... Kapısında damsız girilmez yazılı. Yurdaer Doğulu orkestrası eşliğinde yemekler veriliyor. Gitar dedin mi akla Yurdaer Doğulu gelir. On kişi de garson getirdiler İstanbul’dan. Giyimleri, kuşamları değişik. Papyon kravat, smokin ceket o biçim. Hele onların bir de şefleri var: Nail.”
“Bizi o yüzden götürmüyorsun ya! Yalıdan tutma da olsa bir dam bulabilsek belki.”
“Konuşmamı kesme hele Kemal. Şefin yabancı dili su gibi... Adam nerde öğrenmişse? Hemen turistlere döndüm: ‘Türk Kahvesi?’ dedim. Oo müthiş dercesine gülümsediler. Hele esmer olanı tebessüm ettiği zaman; kurbanım Yarabbi, Allah’ım özene bezene yaratmış.
Çıktık Pilmen’e. Nail’e işaret ettim, gelsene diye. Durumu kısaca özetledim. Nail başladı konuşmaya. Sonra garsonlara döndü, dört tane Türk kahvesi dedi. Kahvelerini içerken turistler zevkten dört köşe oluyorlardı. Ben de için için kendimi yiyordum. Bunca okul hayatı ve birkaç kelime... Wie heist du? Ahmet, Mehmet. Sonra nasılsın? İyiyim. Yok böyle bir şey ya! Şimdi güzel güzel konuşmak varken, otur Ramses’in mumyası gibi. Bazen diyorum, bir daha dünyaya gelsem, nerden geleceğim, bundan sonra gideceğin yer belli. Orda da yabancı dil sormuyorlar.
‘Ne anlatıyorlar?’ dedim Nail’e.
‘Şehir ve bizim misafirperverliğimiz çok hoşlarına gitmiş. Paris’te yaşıyorlarmış.’ dedi. Mutlu oldum tabii Kemal.”
“Ne demezsin ki bir sürü fedakârlık. Bir de ikram yerini bulmazsa o da ayrı bir dert değil mi?” diye alaycı bir tavırla söylemişti bu sözü Kemal.
Zoruma gitmedi değil. Konuşmamı kesip, gözlerine baktım dikkatlice. Hayırdır dercesine kafasını salladı.
“Haklısın.” dedim “Biz daha kadın-erkek ilişkilerinde bile normale ulaşamadık. Hâlâ Emine ile Memet samanlığa girerse boş çıkmaz zihniyeti… Yazık!”
“Amma abarttın ha! De hele, sonra, arkası yarın oldu mübarek” dedi kayıtsızca.
“Müsaade etsen anlatacağım, kısa dalga gibi parazit yapmasan!”
“Hadi, hadi söz, sonuna kadar konuşmayacağım.”
“Nail bana dönerek:
‘Nereye gidelim?’ diye sordu.
‘Zafer Anıtı…’ dedim. ‘Orası güzel bir park, dondurma yeriz.’ Soralım dercesine bir işaret yaptı. Sonra da onlara dönerek, Fransızca bir şeyler sordu. Gülümseyerek başlarını salladılar. Bu, tamam anlamına geliyordu. Bir tarafta Nail, diğer tarafta ben; bayanlar ortamızda, parka doğru yürüdük. Etraftan merakla bize bakıyorlardı hep.
O zaman turistlerin müzelik olduğu zamanlar. Pek fazla gelen olmuyor. Beyinlerimizde onlar sanki başka bir uydudan geliyormuş gibi bir duygu var. Gerçi o zamanlar hâlâ genç devrimciler ve muhafazakâr kesim dışında halkın Batı’ya bakış açısı biraz farklıydı. Onların her şeyi daha iyi bildiğine dair bir saplantı vardı.
‘Evet, işte geldik.’ dedim. Garsonu tanıyordum, bize güzel bir yer ayarlamasını rica ettim. Baş üstüne dercesine kafasını salladı. Hava sıcaktı, bizi koyu gölgeli, etrafı çiçeklerle kaplı bir ağacın altına götürdü. Parkın güzelliği karşısındaki hayranlıklarını gizleyemiyorlardı kızlar. İkide bir Nail Bey’e bir şeyler soruyorlar, o da tebessümle karşılık veriyordu. Etrafta çocuklarıyla gelen aileler de vardı. Kızlardan esmer olanı, çevik bir hareketle saray gülüne uzandı. İncitmekten korkarcasına, tutarak kokladı gülü ve tatlı bir gülüşle sandalyesine oturdu. Hep beraber etrafımızı seyrettik öylece. Bir on, on beş dakika sürdü bu kendi hâlimizde oluşumuz. Toparlandık ve Nail benim gözüme baktı, anladım artık bir şeyler söylememiz gerek:
‘Sipariş verelim mi Nail?’ diye sordum. Nail, uzun briyantinli saçlarını eliyle geriye doğru taradıktan sonra kızlara bir şeyler sordu. Onların da evet evet dercesine bu teklifi onayladıklarını tavırlarından sezebiliyordum. Nail bana döndü:
‘Tamam!’ dedi. Elimle masaların arasında dolaşan garsona işaret ettim. Garson koşarak geldi:
‘Emret abi!’ dedi.
‘Neler var?’ dedim.
Aceleyle sayıverdi. Nail, sen söyle diye işaret etti. Ben de bak şefim:
‘Önce dondurma, arkasından ortaya çerez ve soğuk içecek.’ dedim. Çok geçmeden dondurmamız geldi. Dondurmadan alan turistler, hafifçe dudaklarını büktü ve Nail’e bir şeyler söylediler.
‘Ne diyorlar Nail?’
‘Tadını çok beğenmişler.’ dedi.
Yan masada hafifçe kilolu bir kız durmadan bizi süzüyordu. Kendi masasını unutmuş, gözü bizde. Durdu, duramadı kalkıp bizim masaya geldi.
‘Oturabilir miyim?’ diye sordu.
‘Buyurun.’ dedim.
‘Dondurma alır mısınız?’
‘Teşekkür ederim, biraz önce annemlerle yedik.’ dedi.
‘Bunlar hangi milletten?’ diye sordu
‘Fransız...’ dedim.
Bu arada dondurmalarımız bitmiş, içecek ve çerez siparişlerini almıştı garson. Çok geçmeden onlar da geldi. Misafir hanım, ‘Kola’ dedi.
Bir taraftan çekirdeklerimizi çitmeye başlamıştık. Nail ve kızlar koyu bir sohbete dalmışlardı. Sohbetin sonunda üçü birden yüksek kahkahalarla gülüyorlardı. Ben de saf dışı kalmamak için başlıyordum gülmeye. Gülüşümü onların gülme ya da kahkaha tonlarına göre ayarlıyordum ki kimse çakmasın. Misafir kız duramıyor:
‘Ne dedi?’ diye soruyordu. Ben hiç bozuntuya vermiyordum. Seri bir şekilde:
‘Şehriniz çok güzel, sizler de çok iyisiniz.’ dedi diyordum. Misafir kız da başlıyordu kahkahayla gülmeye. İşlem tamamlanıyordu. Derken bu kahkahalar uzayıp gitti. Masada çerezler bitmiş, soğuklar içilmişti. Kızlar misafir kızı dikkatlice inceledikten sonra yine bir şeyler söyleyip kahkahayla güldüler. Ben de aynı ses tonuyla güldüm. Bu defa misafir kız:
‘Ne dediler?’ diye sordu. Benim de bu arada kahkaham devam ediyordu. Hiç bozuntuya vermeden:
‘Sizin Türk kızları hem çok güzel hem de çok tatlı maşallah, dediler.’ dedim. Bu sözlerden mutlu olduğu yüz hatlarından okunuyordu. Teşekkür ederek müsaade istedi, masasına giderken etekleri mutluluk rüzgârıyla havalanıyordu. Parktan çıkarken, hoşça kal diye bir el hareketi yaptım. Kız da tebessümle karşılık verdi. Caddeye çıkar çıkmaz, hemen Nail’e sordum:
‘Misafirimize bakarak son attığınız kahkahadan önce ne dediniz?’ dedim. Yüzüme anlamlı anlamlı baktıktan sonra:
‘Sen de kahkahayla gülüyordun! Niye?’ diye sordu.
Kemal’in kahkahası meşhurdu. Bastı kahkahayı:
“Gerçekten ne demişler?” dedi.
“Şu ana kadar öğrenemedim.” dedim.


Yorumlar - Yorum Yaz