NAZIM'IN KIRKINCI AŞKI

“Kutsi be, bu akşam Erenköy’e gidelim mi?”
Kutsi isteksiz.
“Otur oturduğun yerde, Nâzım. Ne işimiz var köşkte…”
Nâzım heyecanlı.
“Herkes orada… Şairler, hanendeler, sazendeler...”
Kutsi tedirgin.
“Beni açmıyor oralar, biliyorsun. Sen git istersen.”
Nâzım ısrarlı.
“Yahu, anlasana, Nihal Hanım’ın halasının köşküne gidiyoruz.”
Ahmet Kutsi’nin gözlerinde bir ışık yanıp sönüyor.
“Yok yok, yine de gelmeyeyim. Sen yalnız git! Tam sana göredir o mekânlar...”
“Hadi ya, diyor Nâzım, hatırım için.”
“Peki, diyor Ahmet Kutsi. Gelirim ama bir kenarda otururum.”
“Tamam tamam, diyor Nâzım. Gel de bir kenarda otur.”
Kutsi gönülsüz çünkü Şükûfe Nihal’e vurgundur. Ama yaklaşmak ne mümkün! Uzaktan uzağa... “O Gece” diye bir şiir yazıp göndermiştir Şükûfe Nihal’e. Şiirde hayalî bir buluşmayı anlatmıştır:

Ayın ışığıydı yerde maşlahı,
Saçının ruhumda kaldı siyahı,
Böyle bir gecenin yoktur sabahı,
O gece bir bütün ömür, bir düştü.

Ne olmuştur peki? Şiir aynen iade edilmiştir. Ahmet Kutsi almıştır boyunun ölçüsünü.
Dünyalar güzelidir Şükûfe Nihal. Şairdir, yazardır, Türkiye’nin üniversite mezunu ilk kadın coğrafya öğretmenidir. Öyle uzun boylu falan değildir. Kaprisli denecek kadar öz güvenlidir. Dünyaya metelik vermeyen bir hâli vardır. Zariftir, bakımlıdır, şıktır. Âşığı çoktur. Hepsini burada sayıp dökmenin imkânı yoktur. (Biz Halide Nusret’in kardeşi İsmet Kür’ün yalancısıyız. İnanmayan “Yarısı Roman”ı okusun.)
Yolda Nâzım, niyetini açıyor Kutsi’ye. Şükûfe Nihal’e arkadaşlık teklif edecektir.
Köşke varınca Ahmet Kutsi’yle iddiaya giriyor.
“Kazanırsan İskender ısmarlarım, diyor Ahmet Kutsi.”
Nâzım her zamanki gibi tipik manken yürüyüşüyle gidip Şükûfe Nihal’in karşısında duruyor. Mahsusçuktan iki kere öksürüyor. Amacı Şükûfe’nin dikkatini çekmek.
“Merhaba, Nihal Hanımefendi, diyor, ben ünlü şair Nâzım.”
Şükûfe, Nâzım’a çeyrek bir bakış atıp dönüyor, Halide Nusret’le konuşmaya devam ediyor:
“Haklısın şekerim, diyor, kitabın adını keşke Şile Yolları koymasaydım. Geçenlerde bir arkadaş ileti göndermiş. Şile bezinin nasıl dokunduğunu güzel anlatmışsınız, diyor. Şiir kitabında şile bezinin ne işi var, kuzum?”
Salonun ortasında bir süre özel halk otobüsünü bekleyen Nâzım şoka giriyor. İlk defa karşılaştığı bir durum bu. Hazmedemiyor tabii. Adamda bir öz güven var: Everest. E haksız da sayılmaz hani. Boy dersen boy! Yakışıklılık dersen o kadar olur. Gözler renkli. Üstüne üstlük bir de sarışın. Allah vergisi bir Adonis heykeli. Yer tanrıçası Persefon’dan sonra güzellik tanrıçası Afrodit de ona âşık olmuştu. Allah sonunu benzetmesin.
Nâzım narsist bir adam. Öyle olmasa kendisi için “O mavi gözlü bir devdi” der mi?
Sarışınlık, yakışıklılık, boy bos, renkli göz, kalıtsal tabii. Adamın anne tarafından büyük dedelerinden biri aslen Alman, diğeri Polonyalı. İkisi de çocukken İstanbul’a gelmiş ve tabii Müslüman olmuşlar.
Bizde malum, yabancıya benziyorsan akarlar sana. Nâzım’ın etrafında da kadınlar pervane. “Bana bir baksa, bir merhaba dese, hele bir de şiir okusa...” havalarındalar. Kırılıp dökülecekler, eriyip bitecekler. Nâzım da hâliyle alışmış buna. Her kadından aynı ilgiyi bekliyor. Kırkıncı aşk dedik; fazlası var, eksiği yok. Nâzım bu. Ayran gönüllü kerata.
Nasılmış? Her kuşun eti yenmezmiş, değil mi Nâzımcığım? Çantada keklik diye bir şey yokmuş.
Nâzım dönünce Ahmet Kutsi’nin gevrek gülüşüne tosluyor.
“Gülme Kutsi, diyor önce. Yakından bakınca o kadar da güzel değilmiş.”
“Tabii tabii, diyor Kutsi. Uzanamayınca kedi ciğer için, tilki de üzüm için öyle demişti.”
“Sus, Kutsi, sus, diyor ardından. Çok kötüyüm.”
Peçeteye, Halide Nusret’in söylediğine göre “delişmen” bir el yazısıyla şu cümleleri karalıyor: “Ben sizin için çıldırıyorum, siz bana aldırış bile etmiyorsunuz.”
Notu Şükûfe Nihal’e vermesi için Halide Nusret’in eline tutuşturuyor, “Ablacığım, sana zahmet,” diyerek.
“Ablacığım” derken biraz ayıp ediyor galiba. Aralarında hepi topu bir yaş var.
“Nâzım, Nâzım, diyor Halide Nusret gülerek. Küçül de el çantama gir!”
Nâzım özür üstüne özür diliyor.
“Feleğimi şaşırdım, diyor. Affedin beni.”
“Neyse affettim, diyor Halide Nusret.”
Şükûfe Nihal, eline Halide Nusret’in tutuşturduğu dörde katlanmış peçeteyi açıp içindeki notu okuyor. Tek kelime etmeden Halide Nusret’e geri veriyor. Yüzünde alaycı bir gülümseme.
Halide Nusret, elli yıl sonra bu olayı “Bir Devrin Romanı” adlı kitabında (isim vermeden) yazacak. Seksen yıl sonra da Soner Yalçın köşesine taşıyacak.
Nâzım, kırkıncı aşkından eli boş dönüyor, kös kös uzaklaşıyor. Nihal’in reddettiği elli yedinci kişi oluyor ve bu, Nâzım’ın çok ağırına gidiyor. Kutsi’yi orada unutup köşkten ayrılıyor.
Eve gidip “Bir Ayrılış Hikâyesi” adlı şiirini yazıyor. Şükûfe Nihal’le sevgili olmuşlar da ayrılmışlar gibi hayali bir aşkı anlatıyor. Olayı olduğu gibi yazmak işine gelmiyor. O zaman şiir değil, hikâye olur diye düşünüyor. Sonra el âlem “Vay Nâzım, sen de mi?” demez mi?

Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...

Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz
yüzde hudutsuz kere yüz

Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım,
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana...

Ve artık
biliyorum:
Toprağın
yüzü güneşli bir ana gibi
en son, en güzel çocuğunu emzirdiğini...
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olanın parmaklarına
başımı kurtarmam kabil değil!

Sen yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak…
Sen
yürümelisin
beni bırakarak…
Kadın sustu.
Sarıldılar.
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
Ayrıldılar.

Bu şairler var ya, gerçekten yalancılar. Fuzulî boşuna “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.” dememiş.


Yorumlar - Yorum Yaz