Site Menüsü

DEMİRGIRAT

947 yılıydı. O yıllarda fakirlik, bakımsızlık, viranelik ilk bakışta ben buradayım diyordu. Kurtuluş Savaşı’nı yaşamış, Alman harbi yüzünden kıtlığı görmüş insanlar hallerine şükretseler de gidişattan memnun değillerdi. “Geldi İsmet, kalktı kısmet.” lafı artık dillere pelesenk olmuştu. Kahve sohbetlerinde 46 seçimleri konuşuluyordu. Açık oy gizli tasnif gibi yeryüzünün en ucube ve en şeytani seçim usulüne isyan had safhadaydı. Artık böyle gidemez, gitmemeli diyordu herkes ağız birliği etmişçesine.
Yoksulluğun yanında bir de insanlara yapılan manevi baskılar çekilir gibi değildi. Millet çoluğuna çocuğuna dinini, diyanetini öğretemiyordu. Kur’an’lar toplatılıyor, hocalar sürekli takibat altında tutuluyordu. Ezanı bile asli hâliyle okuyamıyorduk.
Son 46 seçimleri halkın sevincini kursağında koymuştu koymasına ama içine de bir ümit ışığı yakmıştı. Artık bu zulmün sonuna gelindiği fikri yaygındı. Demirgıratlar gelecek ve insanların yüzü gülecekti. Köy odalarında yapılan sohbetlerin ana gündemi bunlardı.
O akşam yine Süleyman Ağa’nın odasında Kocabıyık’ın etrafına oturan insanlar bu sıkıntılardan dem vuruyordu. Kocabıyık derin derin düşünüyor, sanki bir şey diyecekmiş de vazgeçiyormuş gibiydi.
Dayanamadım:
“Kâhya, sen sanki bir şey diyecek oluyon sonra vazgeçiyon. De hele çıkar şu ağzındaki baklayı.”
Kocabıyık yani asıl adıyla Hasan Kâhya bu sözüm üzerine yutkundu. Sonra gördüğü bir rüyayı anlatmaya başladı.
“Komşular Allah bizi bu garanlıktan çıkaracak. Üçtür aynı rüyayı görüyom. Bizim Topal Hoca, şu bizim uzatmalıynan Moskof Affan’ın omuzlarına çıkmış “Allahuekber” diye ezen okuyordu. Köylü toplanmış hüngür hüngür ağlaşıyordu.”
“İnşallah” sesleri odayı doldurmuştu.
Tabii daha o gece Affan Ağa’nın muhbirleri hemen durumu ona anlatmışlar o da ertesi gün soluğu karakolda almış. Tesadüf bu ya o sabah Dursun Çavuş beni karakola çağırtmış karakolun ihata duvarındaki uçan taşları yeniden örmemi istemişti. Ben de işe koyulmuştum. Bu esnada Affan Ağa kurşun gibi içeri girince huylandım. Ben de haşa huzurdan ufak su dökme bahanesiyle karakola girdim. Cendermeler dışarıda benimle çalıştığı için karakolun içi boştu. Zaten karakolda hepi topu on cenderme bi uzatmalı çavuş vardı. Etrafı gözetleyerek kapıya kulak verdim. Affan Ağa hararetli bir şekilde akşamki konuşulanları bire bin katarak komutana aktarıyordu. Biliyorsunuz ben koğ gaybetten nefret ederim. İş aynen bu minvalde oldu.
“Bu adamların artık haddi bildirilmeli gomutanım, Ben şehere gidemiyom. Biz bunları hökümet baştayken bitirmezsek bunlar yarın Demirkırat’ın ayaklarını sırtımızdan yörüdecek… Halk bunların lafına, sözüne gidiyo… Neymiş öşürler haksız alınıyomuş, Affan Ağa’nın ambarları öşürünen doluymuş, devlete heç getmiyomuş… Dürzü bizi mi gözlüyo?… Ne yap et şu Kocabıyık ile Sarı Mehmet’i derdest et. Gönder şehere bir mapusta kapı altı olsunlar. Namuzsuzum çok deel iki ay bi yatsınlar gerisi pambık gibi olur. İtim diyemezler…”
Kapı ırığından baktım ki Durmuş Çavuş, Affan Ağa’nın sözlerini can kulağıyla dinliyordu. Zaten o da bizim Sarı Mehmet ile bu Kocabıyık’a çok kızıyordu. Dişlerini sıkıp masaya bir yumruk çaldı.
“İyi dersin de Affan Ağa bunları içeri tıkacak iyi bir sebep olmalı… Bir suçüstü yaptık mı tamam... Yoksa alınan alırsak bu heriflerin nahiyede taraftarı çoğaldı. Karakoku bile basar bunlar…”
Affan Ağa oturduğu koltukta iyice geri yaslanıp ayak ayak üstüne çattı ve sinsice sırıttı.
“Yahu gomutan orasını bana bırak. Bu Sarı Memet tam bir silah hastası… Ben ona bi dabanca sipariç iderim. Yalınız Barabellum, Fransız onlusu ve bir de Belçika isterim. Hangısı hoşuma giderse alacaaam derim. Kocabıyık da hani silah deyince ehlihukukdur ya... O nu da çağırttırırım. Ben para getirme mahanasıynan dışarı çıkıncı sen de Sarı Memed’in evini basarsın.”
“Vallahi yaman adamsın Affan Ağa. İşi silah kaçakcılığına getirirsek bunlar 3-4 sene ceza alır. Sen ayarla bu kadarını, gerisi benim işim.”
Affan Ağa kikirdemeye başlamıştı.
“Yahu gomutan bak eğer bu işi çarçabuk halledemezsek bunlar senin de başını yiyecek habarın olsun. Evelden buraların gıralı sendin. Şimdi bir de nahiye müdürü çıktı, nöfuscu çıktı. İkisi de Demirkıratmış. Geçenki seçimde sayende sandık mandık koymadık da milletin önüne, dayakla, kötekle işi kurtardık. Bunlar bunu epeydir ağızlarında sakız ediyorlarmış. Ahdediyorlarmış ikimize de.
“Bak sen! Görüyor musun Ağa? Ulan ben de Durmuş Çavuş’sam bu pırpırları onların suratına kazıyacağım.”
“Bak demedi deme, hele senin milleti meydanlığa toplayıp ‘Seçim var. Halkçılar sola, Demirgıratlar sağa ayrılsın.’ deyip Demirgıratlara çaldığın dayağa çok kinleniyorlarmış. Sen Hacı İsmail diklenince sırtına bindiydin ya… Ona çok kızıyorlarmış, ağaz avrat sana sövüyorlarmış.”
Dursun Çavuş oturduğu yerden ayağa fırlayıp:
“Vay cibilliyetsizler! Gösteririm ben onlara. Bu iş artık şart oldu Ağa… Bugünden tezi yok sen silahları getirt. Ben de gereğini yaparım.” dedi.
Dursun Çavuş’u iyice gaza getiren Affan Ağa pis pis sırıtarak fitneliğe devam etti.
“Demirgırat kazanınca ilk ezeni onun sırtında Topal Hoca’ya Allahuekber diye okutturacaam diyomuş Kocabıyık.”
Dursun Çavuş önündeki çöp tenekesine bir tekme bastı:
“Bak sen ezanı da eski hâline çevirteceklermiş öyle mi? Adamı asarlar be… Ziya Hurşit gibi, Ayıcı Arif gibi, İskilipli Atıf gibi asarlar be… İsmet Paşa deyince kırk saat düşüneceksin. Koca anlı şanlı Karabekir Paşa’yı bile onun elinden Kemal Paşa zor aldı. Artık Kemal Paşa da yok. Kim alacak bu çulsuzları ipten ha… Ulan adam yılların Çakmak Paşa’sını bir günde tekaüde ayırdı, kimsenin gıkı çıkmadı be…”
“Bunlar Menderes’e çok güveniyorlarmış. Bayar Reisicumhur olacaamış, Menderes de başvekil… Hayale bak hayale…”
“Sen dur Affan Ağa ben bunları bir uykudan uyandırayım da görsünler Anya’yı Konya’yı. Sen hemen bu gün planı işlet. Haber bekliyorum senden.”
Onların birdenbire ayağa kalkacağını kestirememişim. Kapı birden açılınca kaçamadım. Dursun Çavuş:
“Kapının ağzında bizi mi dinliyordun lan alçak?” deyip yakama yapıştı. Beni gören Affan Ağa renkten renge girdi.
“Aha bu namussuz da onların adamı. Bunu sakın koyurma dık nezarete.” demez mi?
Dursun Çavuş tekme tokat bana girişti. Sonra dışarı bağırdı. İki cenderme beni alıp içeri tıktı.
Sonradan anlattıklarına göre Affan Ağa karakolun merdivenlerinden adeta yel gibi inip hemen konağına koşmuş. Kâhyası Cemşid’i hemen Sarı Mehmet’e göndermiş. Akşama birkaç tabanca ayarlamasını ve Kocabıyık’ı da çağırmasını söylemiş.
Akşam namazından sonra Affan Ağa, Sarı Mehmet’in evine gitmiş. Az sonra Kocabıyık da gelmiş. Affan Ağa, Sarı Mehmet’in gösterdiği silahlara bakmış. İçlerinden birisini beğendiğini söylemiş. Kocabıyık da silahın güzel olduğuna dair epey bir şeyler anlatmış. Affan Ağa fiyatını sorup hiç pazarlık yapmadan “evden para alıp geleyim, siz beni bekleyin” diye dışarı çıkmış. O esnada evin etrafı cendermeler tarafından çevrilmişmiş.
Affan Ağa oradan çıkar çıkmaz evi çeviren cendermeler eve girmişler. Sarı Mehmet ve Kocabıyık’ı silahlarla beraber kıskıvrak yakalamışlar. Bunları karakolun nezarethanesine getirdiler. Tabii beni görünce ikisinin şaşkınlığı arttı. İkisi bir ağızdan:
“Nörüyon sen burda İrfani?” diye sordular.
Ben de olanı anlattım. Benim içeri atıldığımı kimse bilmiyormuş meğerse. Lakin üçümüzün de içeride tutulduğu öğrenilince o gece nahiyede bir huzursuzluk başlamış. Nezarethanenin demirli camlarından dışarısı gözüküyordu. Nahiyenin ileri gelenleri sabaha kadar karakolun önünde nöbet tuttular adeta. İçeri girenlerin sesi bizim nezarethaneye kadar geliyordu. Ne yaptılarsa Durmuş Çavuş ikna olmadı.
“Tutanakları tutuldu, yapacak bir şey yok. Sabah mahkemeye çıkarılmak üzere kazaya gidecekler.” diye kestirip atıyordu.
Ertesi sabah daha ezen vakti gelmeden Kocabıyık, Sarı Mehmet ve benim kollarımıza kelepçe takıldı ve iki cenderme refakatinde mahkemeye çıkarılmak üzere kazaya doğru yola çıktık. Cendermelerden birisi Erzurumlu Ali Onbaşı diğeri de Maraşlı Ökkeş isimli bir askerdi. Ali Onbaşı yürekli ve merhametli bir askerdi. Kurulan tuzaktan haberdar olduğu için bu görevi özellikle istemişti. Ökkeş de Ali Onbaşı’yı ve Kocabıyık’ı çok severdi. O da bu göreve gönüllü çıkmıştı. Zira yürüme mesafesi sekiz saat süren kazaya mahkûm götürmek hem çok zahmetli hem de çok riskliydi. Önceden de dediğim gibi zaten karakolun mevcudu Durmuş Çavuş’la beraber on iki askerdi.
Nahiyemiz bir dağ köyüydü. Kazaya ulaşmak için ovaya inilip ırmak kenarındaki Salcı köyüne gidilip oradan sal ile karşıya geçmek gerekiyordu. Dört saat yürüdükten sonra bir çeşme başında mola verdik. Irmağa bir saatlik yolumuz kalmıştı. Askerler çentelerinden çıkardıkları azıklarını çeşme başında yediler. Bize de bir iki lokma bir şeyler verdiler. Tekrar yola koyulurken kollarımızdaki kelepçeler yeniden vidalanmıştı. Fakat Ali Onbaşı vidaları tam sıkmamış, Kocabıyık’ın kulağına “Yol çatında kaçın, korkmayın. Sizi vurmayacağım. Havaya bir iki el atarım.” demiş.
Kocabıyık da Ali Onbaşı’yı çok severdi. Ona itimadı tamdı. Hemen kafasında bir plan yapmış. Kocabıyık ortamızda yürüyordu. Çaktırmadan bana ve Sarı Mehmet’e:
“Ben işaret verince İrfani tepeye doğru, Mehmet sen de susaya aşağı kaçacaksınız. Ben de geriye doğru kaçacağım. Karabel’de buluşup sonrasını ayarlarız.” dedi.
Sarı Mehmet titreyen bir sesle:
“Lan oğlum bunlar bizi vurur.”
Hasan Kâhya ise gayet kendinden emindi.
“Vurmazlar, korkma. Üç deyince kolunuzu kelepçekten çekip kaçın… Cenderme arkamızdan bir iki el havaya ateş edecek. Ardınıza bakmadan kaçın.” dedi. Bu arada Ali Onbaşı, Ökkeş’e:
“Ökkeş, çalılar arasında bir tavşan var, vur şunu da yiyelim.” diye çalılara yönlendirdi.
Kocabıyık işareti çakmıştı. Hemen bize:
“Şimdi, üç!” dedi.
Kocabıyık üç deyince zaten gevşek olan kelepçeden ellerimizi çekip sağa sola koşmaya başladık. Kocabıyık da aksi istikamete doğru var gücüyle koştu.
Ali Onbaşı durun diye bağırıp birkaç el havaya ateş etti. “Ökkeş koş!” dedi ama iş bitmişti artık. Ben tepeye çıkınca emin olmak için cendermeleri göreceğim bir ağacın arkasından onları izlemeye başladım. Bu da bir tuzak olabilirdi. Ökkeş korkmaya başlamıştı.
“Ali Onbaşı’m bu adamlar tekin değil. Belli ki buraya bir yere silah neyi getirtmişlerdir. Bunların adamları da vardır. Peşlerine düşersek bunlar bizi vurur. Gel, geri dönelim. Üç beş kişi bizi tuzağa düşürdü. Mahkûmları kaçırdılar deriz.” diye yalvarmaya başladı.
Ali Onbaşı da:
“Tamam Ökkeş, haklısın. Dursun Çavuş’a ‘bizi tuzağa düşürdüler. Yüzleri kapalı üç silahlı ve atlı adam bizi yemek yerken bastırdı. Bize tüfeklerini doğrulttular. Mavzerlerimizi elimizden aldılar. Mahkûmları yedeklerinde getirdikleri atlara bindirip susaya aşağı kaçtılar. Peşlerine düştük ama biz yayan onlar, atlı ve bizler silahsız onlar silahlıydı. Bir şey yapamadık. Lakin baktık tüfekleri atmışlar. Alıp peşlerinden bir iki el sıktık ama nafile.’ deriz.” dedi ve geri döndüler.
Onlar geri dönünce bu işte bir tuzak olmadığını anlayıp Karabel’e doğru yürüdüm. Aradan yarım saat geçmişti ki üçümüz de söyleştiğimiz yerde buluştuk.
Kocabıyık:
“Ankara’ya, bizim partinin Umum İdarehanesine gidelim. Onlar bizi dağda bayırda arasınlar. Bizim Ankara’ya gideceğimiz akıllarına gelmez.” dedi.
Bu plan içimize sinmişti. Ankara’ya ameleliğe sürekli gittiğimiz için yolunu izini çok iyi biliyorduk. Hemen yola revan olduk. Şoseye vardığımızda şansımızdan Ankara’ya giden bir kamyona rast geldik. Ona binip Ankara’ya vardık. Ankara’ya varınca ilk işimiz Yenişehir’deki Demirgırat Parti Umum İdarehanesine gitmek oldu.
Üç kafadar parti binasının önünde mahcup mahcup bakınırken içeriden birisi bize seslendi.
“Ağalar buyurun içeri gelin hele!”
Üçümüz de kasketlerimizi çıkarıp binadan içeriye girdik. Bizi çağıran orta yaşlı adam önümüze düşüp bizi bir odaya götürdü. Kapıda “Umumi Reis” yazıyordu.
İçeri girince masada oturan adam ayağa kalktı. Bu adam orta yaşta, hafif kilolu ve yuvarlak çerçeveli siyah gözlüklüydü. Bize:
“Oturun.” dedi.
Biz masanın etrafındaki sandalyelere iliştik. Adam da masaya oturdu. Gözlüğünün üzerinden bakarak:
“Hayırdır ağalar, bir hizmetiniz mi var?” diye sordu. Kocabıyık cevap verdi.
“Efendi biz bu gün köyden geldik.”
“Hayırdır, ameleliğe mi geldiniz?”
“Yok biz Celal Bayar’la görüşmeye geldik.”
Adam geriye yaslandı, siyah yuvarlak gözlüklerini çıkarıp masanın üzerine koydu ve gülümseyerek:
“Oğlum ne yapacaksınız Bayar’ı?” dedi.
“Ona diyeceklerimiz var Efendi. Biz ya onunla ya da Menderes’le görüşmek için geldik”
Adam ellerini birbirine vurarak gülmeye başladı.
“Buyurun evladım ben Bayar.”
Üçümüz de bu sözü duyar duymaz ayağa fırladık. Baktık masanın üzerindeki isimlikte de adamın adı yazılıymış, Kocabıyık sonradan söyledi. Ben o zaman eskimez yazıyı biliyordum yeni yazıyı bilmiyordum. Hemen Bayar’ın elini öpmek için hamle yaptık. Bayar elini geri çekerek babacan bir tavırla:
“Estağfirullah, oturun, eksik olmayın. Bırakın el etek öpmeyi artık. Biz köylü milletin efendisi olsun diye bu yola çıktık. El etek öptürmek için değil.” dedi.
Kocabıyık:
“Haşa Reis’im. El öpmekle dudak aşınmaz. Ben Demirgırat Partinin Karacaköy nahiyesi ocak başkanıyım. Arkadaşlarım da bizim azalarımızdandır. Efendim biz bu partinin zulmünden bıktık usandık. 46 seçimlerinde bize olmadık işler ettiler. Bir meydanda bizi seçim var diye topladılar. Durmuş Çavuş diye bir uzatmalı “Halkçılar şuraya, Demirgıratlar şuraya ayrılsın” dedi. Nahiyenin ekserisi Demirgıratçıların safındaydı. Askerlere emir verdi Demirgıratçılara meydan dayağı attırdı. Koskoca yaşlı başlı adamların sırtına bindi. “Seçim bitti.” dedi bir de duyduk ki bizim Nahiyeden neredeyse silme Halk Partisine oy çıkmış. Hırsını alamadılar hâlâ bizimle uğraşıyorlar. En son bize tuzak kurup hapse attırmak istedi karakol gomutanı Durmuş Çavuş, Halkçı bir Ağa ile.”
O sırada içeriye güler yüzlü bir adam girdi. Bayar onu görünce:
“Gel Adnan Bey bak Anadolu’dan gelen partimizin azaları ile tanış. İnsanlar bizim için nasıl eziyet çekiyorlar.” dedi.
O zamanlar televizyon yok, gazete ancak şehere gidilirse görülüyor. Biz ancak ezbere adlarını bildiğimiz Bayar ve Menderes ile yüz yüze gelmiştik. Hemen ona doğru istikbal ettik. Elini öpmek istedik. Adam gayet kibar bir şekilde:
“Efendim reca ederim. Estağfirullah asıl bizim sizin elinizi öpmemiz gerekir.” demez mi? Üçümüz bir ağızdan:
“Haşa Adnan Bey.” dedik.
Adnan Bey gülümseyerek:
“Gençler, çok yakında bunlar bitecek inşallah.” dedi
Bayar da:
“Siz şimdi burada karnınızı doyurun sonra da memleketinize gidin. Ben o çavuşu bir tel emriyle oradan aldırtırım.” dedi.
Bize mükellef bir sofra kurdurdu. Hep beraber yemek yedik. Adnan Bey de başımıza gelenlerden dolayı çok müteessir olmuştu. Bize:
“Artık halkın bu zulümden bir an önce kurtulması gerekiyor. Yapılacak ilk seçimde gereken yapılmalı ve bu seçimlerde sandıklara sahip olunmalı.” dedi.
Biz o gün Ulus’ta bir otelde misafir edildik. Ertesi sabah otelden ayrıldık. Ancak köye hemen gitmek istemiyorduk. Hazır gelmişken birkaç gün çalışıp üç beş kuruş alalım hem de biraz zaman kazanalım dedik. Bir inşaatta iş bulduk. Bize yatacak yer de verdiler. Bir hafta on gün kadar çalıştıktan sonra tekrar memleketin tozlu yollarına düştük. Ama bu kez kalplerimiz kırık değil aksine ümit doluydu. Köye varınca Bayar’la Menderes’le yemek yedik desek kimse bize inanmazdı ama yine de anlatacaktık hem de ballandıra ballandıra...
Köye geldiğimizde gerçekten de Durmuş Çavuş tayin olup gitmişti. Affan Ağa da ne olur ne olmaz diyerek Kocabıyık ile Sarı Mehmet’i ziyarete gitmiş, olayla bir ilgisi olmadığına dair yeminler ediyordu. Hatta el konulan silahların parasını bile ödemek istiyordu. O böyle atıp tutarken ben üzerlerine girince Kocabıyık:
“Ulan şerefsiz yediğin haltı bilmiyoruz sanma. Şimdi elimizi belaya sokma ve bir daha ayağımıza dolaşma.” dedi ve onu kovdu.
Aradan iki yıl geçmiş ve seçime sayılı günler kalmıştı. Kocabıyık her gece rüyasında Topal Hoca’yı Affan Ağa ve Durmuş Çavuş’un omuzları üzerinde Allahuekber diye ezan okurken gördüğünü söylüyordu.
Biz de “İnşallah” diye dua ediyorduk.
Gerçekten Allah o günleri de gösterdi. Seçimden sonra çok geçmedi ezanlar aslına döndü. Bizim Topal Hoca minareye çıktı. Daha ilk Allahuekber der demez adamcağız heyecandan oracığa yığıldı. Eski medrese okumuşluğum olduğu için hemen koştum minareye, Hoca’nın eline yüzüne su çaldım.
“İrfani sen devam et. Benim kalbim dayanmayacak ellaham.” dedi.
Ayağa kalktım, elimi kulağıma atıp ezanı okudum. Bütün köylü hüngür hüngür ağlıyordu. Baktım bizim Affan Ağa bile hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meğer herkes Allahuekber sesine hasret kalmıştı. O sene öyle bir yağış oldu ki sormayın. Ne kıtlık kaldı ne kuraklık. “Gitti İsmet, geldi kısmet!”


Yorumlar - Yorum Yaz