NİYE ÇIKMAZ BU MERET?

Zorlular Turizm... Adı üzerinde geldiği yolları günü birlik gelmek; geldiğin yoldan aynı gün geri dönmek zor hadise. Zoru zorlu mücadele veren başarıyor demek ki. Halk arasında derler ya, “Zorlu adam” diye. Herhâlde zoru başaran adam, yani adam gibi adam demek oluyor. Belki de bu firmanın ismi de oradan geliyor olabilir.
Günde karşılıklı dört arabası var; Adana’dan kalkar Malatya tarafına, oradan kalkar Adana tarafına. Hava karmış, kışmış, yolcu varmış, yokmuş, bu bağlamaz firmayı. Bağlarsa firma çoktan biter. Yol alabildiğine uzun sayılır. Allah’tan hep paket müşteriyle gelir.
Tabii o zaman yollar böyle, süt dök yala cinsinden kaymak gibi değil. Doğru dürüst yol olmadığı gibi işin başka iyi tarafı da arabalar şimdiki gibi modern değil. Şimdiki otobüsler füze gibi maşallah! Yola bir çıktılar mı yağ gibi kayıyor. Yol o biçim, arabalar son model. Hiçbirine diyecek bir laf yok! Has bereket ki büyük arabalara bir hızölçer aleti takıyorlar da marşa basar basmaz hemen yolcuyu istediği yere bırakamıyor.
Yol uzun. Araba full paket. Bir yemeğe giriştiler mi ne bir kap yemek ne de suyuna ekmek banmak doyuruyor adamları. Yolcular genellikle de iş adamı olunca kaçırılacak bir nimet değil. Bu firmayı bağlamak için denemediğimiz yol kalmadı. Şoförleri gördük, firmaya gittik, daha neler neler... Adamların masa âlemi falan da yok ki oradan giresin.
Umudumuzu tamamen kestik. Alabilsek ne güzel olacak, lokantanın ana masrafı otomatikman karşılanacak. Düşün tam öğle saatinde doksan kişi... Otobüs de sallaya sallaya yolcuların değil sabahleyin yediklerini, bağırsaklarını bile eritecek neredeyse. Derler ya “Allah’ın veresi olursa nereden geldiğini bilmezsin.” Yelinen gelir, selinen gelir de vesselam gelir ha gelir!
Hiç beklemediğimiz bir anda haber geliverdi: “Yarın gece inşallah oradayız. Araba full. Yolcuları aç getiriyorum. Hazırlığını ona göre yap! Selamlar.”
Aman Allah’ım! Biz bu firmayı bağlamak için aylarca uğraşmadık mı? Araya adamlar sokmadık mı? Bu neyin nesi? Hizmetimizi duymuş desek, kibarlığımız dillere destan desek, dün de öyleydi! Neyse, nasıl olsa anlarız.
Kerameti biz her ne kadar kendimizde görsek de bu işin bizden kaynaklanmadığını sonunda anladık tabii. Keramet bizden değil, karşı lokantadan işgüzarlığından kaynaklanmış. Allah razı olsun! Kaptanın misafirleri çokmuş da o gün. Vay be bu insanlar iki adım ilerisini göremiyorlar valla! Misafir çokmuş da iş mi yahu! Kırk beş kişi müşteri ful yemek yiyor. Ne çabuk unuttun üç yolcu çay içerken, kaptanın beş kişiyle gizli kaptanlar köşküne oturduğunu.
Kaptanlar duruma göre bunun altında kalmıyorlar, para bırakıyorlar masaya ama o da şefin insafına kalmış. Amma bize ne! Herkes hesabını kendi bilir. Onlar öyle davranmasa biz Zorlular’ı nereden görecektik.
Yemekler hazırlandı, lokanta baştan aşağı yıkandı, tuvaletler temizlendi, sabunları kondu, asayiş ve temizlik berkemal. Azar azar tezgâha taze yemek çıkarıp koydurduk ki gelen müşterinin gözü gönlü açılsın. Hakiki bal ve beyaz keçi sütünden tereyağı. Garson, aşçı, kebapçı, sucu hep beraber dört gözle otobüslerin gelmesini bekliyoruz.
Tam saati gelince Adana’dan gelen otobüs, mavi tren gibi süzülerek girdi sahaya. Firmayı kaçıran lokantanın personelleri hep dışarıda. Hani derler ya “Kaçan balık büyük olur.” Ama bu balık gerçekten büyük. Rengi de hoş mavi otobüsün.
Hemen “Oğlum anons yapın!” dedim.
Garsonlardan biri anonsa koştu, biz şefle kaptanı takip ediyoruz. Kaptan arabayı stop etti, el frenini çekti, salonun ışıkları yanık olduğu için görüyoruz. Yolcular indikten sonra ayağa kalkıp bir gerindi ve ceketi omuza atarak aşağıya indi.
Hemen elini sıktık. “Hoş geldin kaptan.” diyerek karşıladık. Refakat ederek kaptan köşküne kadar götürdük. Şef hemen servis yapmanın telaşına düştü. Biz de kaptanla sohbete başladık. Kaptanın zaaflarını keşfetmeye çalışıyorum. Onu kendine bir bent edersen gerisi kolay. En ufak sarsıntıda direksiyonu başka yöne kırmaya kalkmaz.
Derken servis tamam, iştahlı iştahlı yemek yemeye başladılar. O arada hızlı bir şekilde bir taksi adadan tarafa geçti. Yukarıdan gelen otobüs de girdi. Aynı şekilde anons, kaptan karşılama, kaptan köşküne götürme işlemlerini tamamladık.
Ada yönünden bir korna sesi, hiç kesilmiyor. Garsonlardan birini çağırdım.
“Hemen koşup şuna bir bakın! Neyin nesi?” dedim. Garson gitti, geldi.
“Sizin eski ortak” dedi.
“Ters gibi nasıl girmişse o tahta köprüden içeri girmiş.”
“Sarhoş mu yoksa?”
“Evet.” dedi.
“Aman Yarabbi” diye söylenmeye başladım kendi kendime. “Bir firma için aylarca uğraşacaksın, tam işi bağlayacaksın, geldikleri zamana kurgulanmış gibi bizim eski ortak içip içip zil zurna kucağına düşecek.”
Kornanın sesi kesilmedi. Hemen şeflerden birini gönderdim, şuna durumu anlatın diye. Müşteriler hesapları ödemeye başladılar. Benim aklım kaptanlar köşkü ile adada. İnşallah bir sakatlık çıkmadan yolcuları göndeririz diye düşünüyorum. Adamlar hayatta sevmez böyle şeyleri. Bir müşteri:
“Beyefendi, ben elli lira verdim, siz bozup geri verdiniz.” dedi. Aklım belli ki kasanın başında hiç yok.
“Ağabey, adam bizi hiç dinlemiyor.” dedi gelen şef.
Hop oturup hop kalkmaktan usandım. Şefe:
“Dışarı gel.” dedim. “Yanına birini al, benim ortağı lafa tutun ve motor kaputunu açın, kornanın kablosunu çekiverin. Acele edin. Şimdi kaptan bu neyin nesi demesin.”
Garsonlar fırlayıp gitti. Çok geçmedi, korna sesi kesiliverdi. Ben hesap almaya devam ediyorum. İyi giyinmişim, kibar konuşuyorum ki bir de yolcuların seni tanıdıklarına satması var. Birinci arabanın yolcuları çekilmeye başlarken, ikinci arabanın yolcuları iştahla yemeklerini yemeye devam ediyorlardı. Bu arada sucu koşarak geldi.
“Ağabey, senin eski ortak durmadan selektör yapıyor. Işıklar da tam kaptanlardan tarafa vuruyor.” dedi.
“Hemen salon şefini yeniden çağırın.” dedim.
“Buyur ağabey.” diye yanımda bitiverdiler.
“Şefim, penseyi alın çaktırmadan yine, akünün kablosunu sökün, kırın, ne yaparsanız yapın.” dedim.
Aradan çok geçmedi, arabanın lambaları da söndü. Birinci arabanın anonsu yapıldı. Ben kaptanları takip ediyorum, acaba farkına vardılar mı diye. Kaptan, ceket omuzda fora, kunduranın ucuna tek tek basarak geliyor. Onu öyle görünce sevindim. Kasa hizasına gelince ayağa kalktım.
“Patron çok teşekkür ederim, her şey çok muazzam.” dedi.
Gövdeme kan yürüdü yeniden. Demek farkına varmamışlar diye düşündüm. Otobüsün yanına giderek el salladık. Müşterilerin bazıları da bize el sallayınca mutluluğumuz bir kat daha arttı. Belli ki bunlar bizi Adana’ya kadar öveceklerdi.
Şefe döndüm.
“Bak.” dedim. “Şu öndeki dört koltukta oturanları iyi takip edin. Tüm müşteri memnun olsun ama bunlar daha iyi memnun olsunlar. Vallahi bir memnun kalmazlarsa yolun sonuna kadar seni kötüler dururlar.”
Araba gider gitmez ben diğer kaptanın yanına gittim. Hâllerinden memnun görünüyorlardı, durumu iyi götürüyoruz gibime geldi. Yalnız bir ara adadan tarafa dönerek:
“Bu taraftan bir takırtı geliyor mu desem?” dedi. Ben de bilmezliğe vurup:
“Birileri bir şey mi yapıyor acaba?” dedim.
Meseleyi çaktım. Benim ortak arabayı tahta köprüden çıkartmaya çalışıyor, basamak yüksek oraya çarpıyor. Allah’tan orada ışık yok da görünmüyor. Işık olsa pilimiz çoktan bitmişti zaten.
“Şefim çaylar…” dedim. “Müsaadenizle ben hesapları bir kontrol edeyim.” diye masadan kalktım. Şefe işaret ettim, yanına bir kişi daha al diye.
“Ben ortağı lafa tutunca, siz gereğini yapın.” dedim.
Vardık ki yanındaki iki kişi arabayı arkadan itiyorlardı.
“Hayırdır ortak?” dedim.
“Yahu ortak, girdiği yerden niye çıkmaz bu meret?” dedi.
“Çıkar, sen onu kafana takma.” dedim. Yanındakileri kenara çekip “Hemen burayı terk ediyorsunuz. Arkanıza bakmadan acele…” dedim. Ben konuşmaya devam ederken arabanın bagajı yavaş yavaş yere doğru iniyordu.
“Ortak sen şöyle uzan, müşteriyi savunca arabayı çıkartırız.” dedim.
“Tamam.” dedi, başını arabada taşıdığı yastığın üzerine atıverdi. Derin bir oh çekerek işimizin başına döndük.


Yorumlar - Yorum Yaz