Site Menüsü

HOLTA FİNİŞ

“Anlamadım ki kardeşim, biz bu lafı nereden, kimden öğrendiysek hep yanlış kullanmışız. Gerçi bir gün de bir şeyi doğru kullansak şaşarım zaten!”
“Niye, yıllarca kimi görsek senden bir ricam ya da iricam var demedik mi? Muhtar, ‘Sayın Vali’m ricamız şu ki suyumuz yok.’ demedi mi?”
Ağzımız bir açılırsa sonu gelmez bu örneklerin.
Çocukluğumuzda, Türkçenin bile zor öğretildiği, okullaşmanın yeni yeni ülke geneline yayılmaya başladığı dönemlerde, esamesi okunur mu hiç İngilizcenin! Yoksa bu Aziz Nesinlik, Kemal Sunallık bir hadise.
Ne zaman Tekir’e bir turist gelse hemen peşine takılırdık. “Holta finiş, holta finiş” diye.
Şimdiki gibi turist mi gelirdi ki Tekir’e? Sadece İncirlik’ten Amerikalı askerler, onlar da numunelik... Ne bilelim, sanıyoruz ki turist dediğin uzun boylu, fötrlü, yüksekten bakan… Biz hep öyle sanıyoruz.
Günümüzde durum çok değişti, birini göndermeden öbürü geliyor. Hem de adamlar ağzının kıymetini biliyor kardeşim. İki otobüsü bağlıyorlar arka arkaya, biri binmek için, öteki otel... Ne zaman canları isterse gidip yatıyorlar hemen. Otobüslerin üzerinde de “Rotel Tours” yazıyor. Onun da anlamını sonradan öğrendik tabii “karayolları oteli” demekmiş.
O zaman biz ne Amerika’yı biliyoruz ne de İncirlik’i… Bunların hepsini sonradan öğretmenimiz anlattı. Amerika neresi, İncirlik nerede, ne işe yarar; bu adamların orada ne işi var? Bunların hepsini bir bir anlattı öğretmenimiz.
Gerçi köylüden biri:
“Bu öğretmenin fikriyatı bozuk.” dediydi.
“Fikriyatı bozuk ne demek emmi?” diye sorduğumuzda da “Kötü adam demek.” dediydi. Sonra buna pek de bir anlam veremediydik.
Hava çok sıcak. Ham yetiren cinsinden. Dokuz denilen bir yer var. Oradaki göl diğer göllerden daha farklı, derin ve temiz. Bazen balıklar ayağımızın altından kaçar sanki. O zaman su şimdiki gibi değil. Su kenarına çadırlar kurulur ve insanlar suyunu Tekir’in suyundan içer. Buğdaylarını bu suda yıkarlar. Şimdi öyle mi ya!
Altmış sekizli yıllardan bahsediyorum. Bu anlattıklarım günümüz çocuklarına masal gelir. Onlar Tekir’in suyunu hiç öyle, içinde kırmızı benekli balıklarla, tertemiz görmediler ki.
Üç arkadaş gittik bu Haccatın’ın Gölü denilen yere. Bir de bizim Cüllükü dediğimiz ufaklık var. Cüllükü denmesinin sebebi, boyu çıkmamış birisi. Aklı başında, girişken, arkadaş canlısı. Tabii boyunun kısalığı karşısında eziklik duysa da bunu başka yönleriyle kapatmaya çalışan sevimli bir tip. Tüm arkadaşlar da onu seviyor zaten.
Adı Celal ama kimse adını söylemiyor. Bir de bu küçük yerlerde lakap vurmayı çok severler ya! Celal’in yaşı bize göre küçük, ama hiç peşimizi bırakmaz.
Bizim o zamanlar analarımızın basmadan diktiği tumanlar var. Külota tuman diyoruz. Şimdi denize mayoyla giriliyor. Külotla girmek ne kadar ayıp. Biz o zaman denizlerden, plajlardan bihaberiz. Bizim en büyük denizimiz de plajımız da Tekir’in suyu.
Suya girip çıkıyoruz, birbirimizin üstüne sular serpiyoruz, söylemesi ayıp sıpalar gibi oynaşıyoruz.
Ömer durdu duramadı:
“Lan Cüllükü kapat cümbülünü!” dedi.
Celal eliyle kapatmaya çalıştı, yaşı bize göre daha küçük olduğu için anası ona daha tuman dikmemişti.
Ömer üsteledi:
“Olmadı oğlum, gözüküyor işte.”
Ters döndü Celal.
Ömer kahkahayı bastı.
“Oğlum daha beter oldu.” dedi.
Celal ağlamaklı bir sesle gözlerimin içine bakarak yeniden eski hâline geldi.
“Ben de eve varınca o anamla kavga etmezsem kötü adamım. Minderin yüzünü kestirip tuman diktireceğim valla!” dedi ve belden aşağısını kumlarla kapattı.
“Tamam, şimdi oldu, ömür boyu orada yat!” diye gülerek şaka yapmayı üsteledi Ömer.
Cüllükü gözlerini kapattığı parmaklarının arasından hırslanarak baktı Ömer’e. “Hayret.” dedi içinden. “Kendi hâlinden haberi yok. Şu yaşta şu göbek. Şişko, n’olacak!” Ömer kendinden tarafa dönünce iyice kapattı gözlerini.
Ömer’in boyuna göre kilosu biraz fazlaydı. Gevezelik yapmayı çok seviyordu nedense. Alaycı çıkışlar, arkadaşlarının eksikliğiyle dalga geçmeler en belirgin özelliklerindendi.
Hasan yüksek sesle:
“Amma abarttın ha! Bırak şu Cüllükü’nün üzerine gitmeyi.” dedi.
Ben de dayanamadım.
“Bak Ömer, ismine layık ol.” dedim.
“İsmim nasıl ki?”
“Hz. Ömer ismi söylendiği zaman akla adalet gelir derdi, dedem.”
Ömer boşboğazlığına devamla:
“Deden nereden biliyor ki?” diye üsteledi.
“Niye, sen benim dedemin dinine düşkünlüğünü bilmiyor musun? Hem hoca söylemedi mi, öğretmen anlatmadı mı? Bir de utanmadan soruyorsun. Amma suç sende değil, büyüklerimizde. Bu çocuk bu isme layık olur mu, olmaz mı kimsenin umurunda değil. İsim koyacakları zaman hemen başlıyorlar, ‘Kitapta yeri var mı?’ Evet. Kitapta yeri var da sen kitabın neresindesin? Kitapta yeri vardı, işte sana Ömer!”
Ben onlara göre daha güçlü ve iri yarı olduğumdan benden biraz çekinirlerdi. Benim böyle çıkışım karşısında hemen sesini alçaltıverdi.
“Öyle deme be Kenan! Senin anlattığını hiçbir zaman anam, babam, beni karşısına alıp anlatmadı ki.” dedi hafif yollu suçlanarak.
O arada Celal’in, “Yaşadık, yaşadık!” diye bağırtısı etrafı çınlattı. Üçümüz birden Celal’e baktık.
Ömer:
“N’oldu lan Cüllükü, ümüğünü mü sıktılar?” dedi.
Celal, kumdan doğrulup ayağa kalkarak:
“Lan gâvura bakın gâvura, yaşadık vallahi!” dedi.
Hepimiz birden o tarafa döndük, gördüklerimize inanamadık. Bin yılda bir düşerdi, yabancı. Adamın boyu bosu yerinde babayiğit birisiydi. Altta kısa pantolon, üstünde kısa kollu tişört, başında geniş eğri büğrü fötr, uzun koz değneklerine benzeyen değnek vardı elinde.
Aman Yarabbi, bu boya bosa bu elbise hiç yakışmıyor. Erkek adam kısa pantolonla dolaşır mı hiç? Fötr ve gözlükten yüzünü seçemiyoruz ama yakışıklı birine benziyor. Önce değneği sallıyor, sonra kirmene benzeyen makarayla ipini geri sarıyordu. Hep beraber gâvurdan yana koştuk.
Balık avlayan gâvur bize aldırış etmeden oltasıyla ilgilenmeye devam etti. Bizim varlığımız sanki onu hiç ilgilendirmedi. Yanına yaklaşınca da hep beraber:
“Holta finiş, holta finiş” dedik.
Bize döndü, suratımıza şöyle bir baktı, siyah gözlükten gözleri görünmüyordu. Hafifçe sırıttı:
“Hı, hı” dedi ve tekrar oltasıyla meşgul olmaya başladı.
Ömer hemen yanımdan dürttü:
“Ne dedi lan bu? Mutlaka kötü bir şeyler söylüyor.” dedi.
“Lan oğlum, serserice konuşma, kötü söz söylese gülümseyerek söyler mi?” dedim.
Hemen lafı yapıştırdı Ömer:
“Çok safsın oğlum, adı üstünde gâvur demişler gâvur! Dedene sor da sana gâvurun ne olduğunu anlatsın. Niye bizim öğretmen ben gevezelik yapınca kulağımı sündürüp, işaret parmağını sallayarak ‘Hı hı’ demedi mi? Bu da bize tehdit mi savuruyor yoksa? Öyleyse ben buna dünyayı dar ederim.”
“Anladım, anladım, sorarım dedeme. Abartma!”
Biz böyle konuşurken, turist hiç aldırış etmiyordu, balık avlamasına devam ediyordu. Suyun derinliğinin az olduğu geçeğe salladı oltasını. Bizim de tartışmamız bitmişti, sessizce onu seyrediyorduk. Suyun yüzü, “Capırt” etmez mi. Bir de baktık ki iri bir balık oltaya takılmış patırdıyor. Zorlanarak çekti ki kocaman bir kırmızı benekli alabalık. Gâvur öyle bir iştaha geldi ki ağzı ağzına kavuşmuyor. İkide bir kendi kendine “Very nice, very nice.” diyor.
Ömer yine yanı başımdan dürttü:
“Oğlum ver nays, ver nays diyor, ne demek bu?”
“Ne bileyim ben? Seviniyor herhâlde.”
“Ama ver diyor, niye vermiyor o zaman?”
Kenarda duran Hasan lafa karıştı:
“Ver ne demek o zaman?”
“Lan oğlum, sen verin ne demek olduğunu bilmiyor musun?”
“Bilmem.”
“Ver kurtul demek. Sesimiz kısılacak holta finiş demekten! Senin de hiçbir şeye aklın yetmiyor. Gâvurun olta ağacı gibi uzayıp gidiyorsun başı yukarı!”
“Çok bilmiş.”
Gâvur çantasına koydu balığı, başladı yeniden avlanmaya. Bizim içimiz içimizi yiyordu. Düşünün hem bizim memleketimizde hem de suyumuzda balık avlıyor, bize de bir olta vermiyordu.
Ömer sakince:
“Kenan, sana bir şey söyleyeyim mi, bu gâvurlardan hayır çıkmaz.” dedi.
“Nereden bildin?”
“Çantasını açsan en az yirmi tane olta vardır şimdi. N’olur verse?”
“Dedem hep anlatır, yıllarca bu memleketten kazanan, ekip biçen; bizimle iç içe yaşayan adamlar, düşmanla kol kola giriverdi, derdi.”
“Haklısın, şuna bak, bizi hiç hesaba bile katmıyor.”
“Gelin hep beraber bir daha olta isteyelim. Gene vermezse benim iki planım var.”
“Neymiş?” diye sordu Hasan heyecanla.
“Şimdi anam ekmek yapıyor ya...”
“Eee!”
“Cüllükü gitsin, üç börek, bir bardak ayran getirsin. Bir de iyilikle gidelim. Gerçi atalar, ‘Ayıdan post, düşmandan dost olmaz.’ demiş ya! Bir de bizim millet olarak misafirperverliğimizi görsün. Tamam mı?”
“Tamam.” dedik hep beraber.
Sonra Celal’e döndü.
“Lan oğlum hemen gidiyorsun, anama selam söylüyorsun, üç börek bir bardak ayran alıp geliyorsun. Dört börek de bize… Hemen koş!” dedi.
Celal, burun kıvırarak baktı Ömer’in suratına. ‘Emir eri hazır.’ dercesine dişlerini sıktı. Ağzının içinde çevirdi kelimeleri, bir şey demeden geri yutarak evden tarafa koşmaya başladı. Ömer arkasından gülerek bağırdı:
“Lan nereye?”
“Börek getirmeye, görmüyor musun?”
“Lan geri zekâlı! Kadının kızın arasına böyle sallana sallana mı gideceksin? Git giy üstünü. Hayret yahu! Gâvur bile adam gibi giyinmiş, yürü.” diyerek ilave etti. “Lan şu Cüllükü’ye bak yahu. Haydi biz de giyinelim.” dedi.
Elbiselerin yanına gittik. Giyinmeye başlarken Hasan:
“Ceplerinize iyi bakın, bir şey kaybolmasın.” dedi.
Ömer hemen:
“Ulan oğlum, ne var ki cebimizde, bir ayna bir tarak. O da bir işe yarasa bari, uzatmalımız da yok ki!”
“Olsa ne yapacaksın?” dedi Hasan.
“Ne yapacağım, saçımı ıslatır ıslatır tarardım.”
“Deve yalamış gibi, bari güzel de bir saçın olsa!”
“He öyle, deve yalamış gibi. Lan oğlum, senin saçından bana fayda var mı? Yürüyün hele gâvuru kaçıracağız şimdi.” Farkında olmadan eliyle saçını geriye doğru çekti parmaklarıyla.
“Bir laf daha desem Ömer.” dedi Hasan.
“Lan yürü, laf Çakılıyı batırık zaten, işimize bakalım.”
Üstümüzü giyinirken boşboğazlığa çok dalmış olsak gerek vakit epey geçmişti. Gâvurun da bizden oldukça uzaklaştığını gördük. Tam biz yürürken bizim Cüllükü oradan çıktı. Gâvurun olduğu yere döndü, biz de vardık. Adam balık avına usanmadan devam ediyordu. Cüllükü küçük tepsiyi getirip Ömer’e verdi.
“Anan birer börek yetmez diye bize ikişer tane koydu.” dedi.
Ömer bizim payımızı verdikten sonra turistin yanına gitti ve “Hey kardeş!” diye hitap etti.
Hasan kalayı bastı hemen:
“Gâvurdan kardeş olur mu manyak!”
Ömer yana dönüp:
“Ne diyeceğim o zaman?” dedi ağzını hafifçe bükerek. “Gâvurdan kardeş olur muymuş!” diye Hasan’ın ağzına öykündü.
“Bey de, efendi de!” dedi Hasan.
“Şişt, bey ya da efendi!” dedi. Bir iki demesine aldırış etmedi. “Şişt” diye diye en sonunda döndü.
“Yes!”
“Yesmiş, börek börek!” dedi kelimelerin üstüne bastırarak.
Turist gözlüklerini hiç çıkarmadan ve uzaktan:
“Yes börek” dedi.
Sevindi Ömer:
“Vallahi gâvura Türkçeyi öğrettik.” dedi. Devamla “Ayran!” dedi.
O da:
“Ayran” diye tekrarladı.
Yüzü ışıldadı Ömer’in. Eliyle ağzını göstererek ‘yiyeceksin’ diye işaret etti Ömer.
Yabancı:
“What?” dedi.
Ömer yeniden sinirlendi:
“Ne demek vat?” dedi.
Yabancı tekrar:
“What?” dedi.
“Yahu ben şimdi başlayacağım bunun vatından!” diyerek başını sağa sola çevirdi.
Hemen Cüllükü devreye girdi:
“Yapma ağabey, ne güzel anlatıyorsun maşallah.” dedi.
“Ulan Cüllükü hırsımı şimdi senden alırım! Bir karış boyunla bana akıl verme!” diye üstüne doğru yürüdü. Turist de onları seyrediyordu gülerek.
Ömer bastıra bastıra:
“Sen bunu zıkkımlan.” dedi.
Turist:
“Zıkkımlanmak.” diye tekrarladı.
Ömer:
“Evet sen bunu zıkkımlanmak.” diye tekrar etti.
“Zıkkımlanmak?” dedi turist. “What?” diye elini ileriye doğru uzattı anlamsız anlamsız. “Zıkkımlanmak.” diye söylendi kendi kendine. Oltayı kenara bıraktı ve börekleri alarak oturdu. Biz de hep beraber gülüştük, sonunda Türkçeyi de öğrettik gâvura diye. Karşılıklı birbirimize bakarak tebessümler ediyorduk. Turist arada bir bize bakıp:
“Thank you.” diyordu.
Biz de:
“Tamam tenk yu, tenk yu.” diye gülüşüyorduk. Bu gülüşmeler epey devam etti.
Sonunda:
“Ben zıkkımlanmak, thank you!” dedi.
Biz de:
“Sen zıkkımlan, tenk yu!” dedik, hep beraber kahkahalarla yeniden gülüştük.
Yemek faslı bitmişti. Yabancı yine oltasını almış, balık avlamaya başlamıştı. Biz de onu takip ediyorduk. Durduk duramadık yine hep beraber:
“Holta finiş, holta finiş” dedik. Adam hiç aldırış etmedi.
Yeniden tekrarladık. Bundan daha yüksek sesle:
“Holta finiş, holta finiş.” dedik, gene tınlamadı.
Ömer başını sağa sola çevirdi:
“Ulan mal bu adam, yediğin zehir zıkkım olsun, bağırın hep beraber.” dedi.
Hep beraber avazımızın çıktığı kadar bağırdık:
“Holta finiş, holta finiş!”
Adam geriye döndü, suratımıza baktı. Sert bir şekilde:
“The fishs care.” dedi ve üzerimize doğru yürüdü. Söylerken sinirlendiği belliydi, Ömer’e mi vuracak diye de korkmadık desem yalan olur. Tam Ömer’in yanına geldi, bir adım kala durdu. Gözlerine doğru bakıyordu herhâlde. Sonra geri döndü. Döndü dönmesine ama bu defa Ömer’de teller koptu:
“Di fiş skare diyor, resmen bu bize küfrediyor. Ne demek skare.” dedi.
O arada Cüllükü de belli belirsiz söylenmeye başladı:
“Elin gâvuruna bak lan! Böreği ye, ayranı iç, balıkları tut, ondan sonra da ‘skare’ de.”
Yerden aldığı büyük bir taşı, adamın balık avladığı göle attı. Turist elindeki oltayı bir kenara fırlatarak Cüllükü’yü bir sıçramada yakaladı. Aldığıyla yere yatırdı. Cüllükü bağırıyordu:
“Lan bu gâvur beni öldürecek, ne duruyorsunuz?”
Ben yerden bir söğüt odunu buldum, Hasan yerden bir taş kavradı ama hepimiz de zıvanadan çıktık. Bu kadar izzet ikramdan sonra dayan dayanabilirsen.
Ömer avazının çıktığı kadar haykırdı:
“Ulan gâvur, gâvur oğlu gâvur! Atalarımızın çektiği yetmezmiş gibi bize de mi çektireceksiniz? Ne demek skare? Ben de senin di fiş skareni…”
Ömer’in lafı yarım kaldı. Turist başındaki fötrü, gözündeki gözlüğü çıkardığı gibi üstümüze yürüdü. Biz kaçmaya başladık. Hasan bağırıyordu. Adamı tanımıştı.
“Çocuklar, bu Cennet Hösün’ün Cuma.” dedi şaşkınlıkla.
Adam, Cüllükü’yü bıraktı, Ömer’i yakaladı. Ömer’e sille tokat girişecek diye bekliyoruz. Hiç öyle olmadı, karşısına oturttu ve bizlere de ‘gelin’ diye işaret etti. Varıp karşısına oturduk. Önce çantasından dört tane çikolata çıkarıp bize verdi. Cuma Ağabey, bizleri incelerken biz de kendisini süzüyorduk.
“Çikolatalarınızı açın hadi.” dedi.
Ellerimiz her ne kadar çikolataların kâğıdını soymaya çalışsa da gözlerimiz kendisindeydi. Cüllükü durdu duramadı.
“İyi ki gâvur değilmişsin.” dedi gülümseyerek.
“Niye ki?” diye sordu Cuma Ağabey.
Cüllükü biraz çekingen, kısık sesle:
“Bayağı yakışıklıymışsın Cuma Ağabey. Yazık değil mi senin gibi yakışıklı bir adamın gâvur olması?”
Cuma eliyle Cüllükü’nün başını okşadı.
“Sen de öyle. Yalnız dış güzellik yetmez, kafamızın içi de yakışıklı olmalı.” dedi.
“O nasıl olur ki?” dedi Ömer.
“Bol kitap okuyarak, iyi bir insan olarak.”
“İlkokul çocuklarına kitap dağıtmışsın, ben öyle duydum.” dedi Ömer.
“Söz size de getireceğim. Şimdi sen söyle bakalım Ömer, holta finiş ne demek?”
“Olta ver demek ağabey.”
“Hayır, olta bitti demek.” dedi.
Biz birbirimizin gözlerine baktık aval aval. Boşluğa düştüğümüzü sandık. Konuşmasına devamla:
“Eğer art niyetle gelmemişse ülkemize, turist bolluk bereket demek. Kasaptan, lokantadan, otellerden, turistik eşyalardan para kazanmak demek.” dedi.
Soluklarımızı kesmiş ağzının içine bakıyorduk.
“The fish scare de balıkları ürkütmeyin demek. Ben bunları hayattan ve okullardan öğrendim. Okullarınıza gidin ve çalışın. Çok kitap okuyun, bu ülkenin sizlere ihtiyacı var.” dedi. Sonra da çantasından dört tane pırıl pırıl olta çıkarıp bize verdi.
Elini öpüp özür diledik. Cuma Ağabey ayrılırken Ömer’e döndü:
“Annene selam söyle, bizi bilir o. Börekler çok lezzetliymiş, afiyetle zıkkımlandı de!”
Elini selam mahiyetinde yukarı kaldırarak gitti. O giderken ardından bakarak uzun süre onu seyrettik. Hepimiz, onun gibi uzun boylu, kalem gibi simsiyah kaşlarının altında kara üzüm habbesine benzeyen gözlerin sahibi olmak istedik. Ve saçlarımızı onun gibi geriye doğru taramayı hayal ettik.
Sonra sessizce yürümeye başladık. Evin yolları gittikçe uzuyordu. Deli Höbek sanki sırtımıza bindi de ayaklarımız bükülüyordu ağırlığından. Tekir’in dışında da çok büyük dünyalar olduğunu o gün öğrendik.


Yorumlar - Yorum Yaz