BÜSTÜMÜ GAPTIRMAM

Efendim 60’lı yıllardı. 27 Mayıs darbecileri hükümetten çekilmiş, 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan ilk seçimlerde Halk Partisi 173, Adalet Partisi 158, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 54 ve Yeni Türkiye Partisi ise 65 milletvekilliği kazanmıştı. Hiçbir parti tek başına hükümet kurmak için gerekli sayıyı bulmayınca Halk Partisi ile Adalet Partisi bir koalisyon hükümeti kurmuş, İnönü başvekil olmuştu. Bu hükümet Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümetiydi. O tarihte henüz Demirel piyasada yoktu. AP’nin başında Ragıp Gümüşpala vardı. Demirel 1964’te AP genel başkanı olmuş, 65 seçimlerinde de başvekil oldu. Yani hikâyemizin yaşandığı yıllarda Demirel ismi pek bilinmiyordu. Menderes’in DSİ genel müdürüydü. Henüz meşhur fötrü ve şapkamı kaptırmam esprisi ortaya çıkmamıştı. Anlatacağım bizim hikâye ise 62-63 yıllarında gerçekleşmişti.
O yıllarda bizim köyün vekil öğretmeni Hüseyin Bey asaleten Doğu’da bir dağ köyüne atanmıştı. Hüseyin öğretmen burada üç sene kalacak ve şark hizmetini tamamlayacaktı. Bu öğretmen bizim evin üst katında kiracı olarak duruyordu. Çok ekmek yedik su içtik. Hüseyin öğretmenin babası vefat etmişti. Sanki beni babası yerine koymuştu.
Hüseyin öğretmen göçünü hazırlamış artık yola çıkacaktı. Ben de yardım etmiştim ona. Bizim Seyit Ağa’nın Magirüs kamyon kapıya gelince bana:
“İrfani emmi ille sen de benimle oraya geleceksin demez mi?”
Yahu olacak şey mi? Önü kış. Belki bahara kadar geri gelememek var. Ben ne kadar olmaz dedimse öğretmen de o kadar yalvardı durdu. Sonunda köylü de bana “Ölmezsin ya, gidiver.” deyince düştük yola. Önce Çelikli istasyonuna kadar kamyonla gittik. Çelikli’de Doğu trenine binip bir istasyonda inip oradan da kamyonla köye vardık.
Köy okulu yeni yapılmıştı ve birçok eksiği vardı. Allah’tan iki katlı yapıldığı için alt kat beş derslikli okul, üst kat lojman olarak kullanılacakmış. Geniş de bir avlusu vardı. İşin garibi aslında orta halli bir nüfusa sahip bu köyde iki cami vardı. Camiler nerdeyse dip dibe denecek kadar bir mesafedeydi. Aralarında 20 metre var ya da yoktu. Eski cami köyün eski meydanında, yeni cami de köyün yeni meydanındaydı. Eski meydan ile yeni meydan ise birbirine paralel iki sokaktı aslında. Köy muhtarı yeni okulu ve camiyi aynı anda bitirmeyi başarmıştı. Hatta açılış için Başvekil İsmet Paşa’yı da davet etmişti. Ya da böyle bir laf atarak kendisine prestij sağlamaya çalışmıştı, tabii burası bize karanlık.
Şimdi diyeceksiniz ki hadi okulu anladık da köye ikinci cami neden yapıldı? Ne gerek vardı? İşte ben de köye ilk gittiğimde bu sorunun cevabını aradım. Sonradan öğrendim ki bu cami bu köye artık şart olmuş. Nasıl mı? Anlatayım.
Bana anlattıklarına göre 27 Mayıs sonrasında yaşanan elim idam hadisesi köyü ikiye bölmüş. Demirgıratlar diyormuş ki “Menderes’in kanını ellerine süren katillerle aynı safta namaz kılmayız.” Onlar da “Vatan haini, düşüklerle aynı safta namaza durmayız.” Hatta zaman zaman aralarında küfürleşmeler, yumruklaşmalar başlamış. Bu yüzden ilk iş olarak köyde kahvehaneler ayrılmış. Halkçıların kahvehanesi ayrı, Demirgıratların ayrı… Tabii bu da kesmemiş aradaki husumeti. Hatta daha da körüklemiş. Birbirlerine laf atmalar, sataşmalar devam etmiş. Artık öyle bir raddeye gelinmiş ki aralarında selamı sabahı da kesmişler. Hatta kız alıp vermeyi dahi bırakmışlar.
Eğer bir Demirgıratçının oğlu bir Halkçının kızını sevdiyse ayvayı yedi. Ya Mecnun olup çöle düşecek ki bu da çok zor. Fakirlik başa bela… Arabistan’a nasıl gitsin adam? Ya da kafayı yiyecek… Başka çare yok mu diyebilirsiniz. Öyle ya araya büyükler falan girse… Olur mu eğer büyükler bir duysun evlatlıktan reddeder, gavur bekâr öleceğini bilse kimse kızının da oğlunun da gözyaşına bakmaz olmuş. Bitmiş mi? Bitmemiş elbette.
Bu kutuplaşma camiye de yansımış. Nasıl mı? Valla ben onların anlattığını söyleyeyim. Efendim caminin içine resmen çit örmüşler. Sağ tarafa Demirgıratlar duruyormuş, sol tarafa Halkçılar. İmam Efendi zavallı nasihat etmiş, olmaz demiş, yalvarmış yakarmış. Dinletememiş. Hatta biraz kaba konuşunca iki grup hocaya temiz bir dayak çekmiş
“Bu köyde duracaksan bize uyacaksın!” demişler.
Hoca fazla dayanamamış köyü terk etmiş. Tabii yeni hoca artık durumu kabullenmiş. Derken bakmışlar bu da sorun oluyor. Zira köyde her iki taraf da namazcı. Sabah namazında bile cami doluyor. Ancak cuma ve bayram namazlarında normal vakit namazına gelmeyenler ile başka köylerden gelenler de camiye gelince yer sıkıntısı baş göstermiş. Diyelim ki sağ tarafta iki kişilik yer var ama kimse oraya geçemiyor. Dışarıdan gelenleri de “Halkçı mısın, Demirgırat mısın?” diye hesaba çekmeleri de cabası. Kendi kafasına göre diğer tarafa geçenleri de sille tokat atıyorlarmış öbür tarafa.
Bir gün taraflar bu duruma bir çözüm bulmak için camide kendi aralarında toplantı yapmışlar. Tabii çitlerin arkasında... İçlerinden birisi demiş ki:
“Bu böyle olmayacak. En iyisi namazı nöbetleşe kılalım.”
Diğer taraftan bir başkası sormuş:
“O nasıl olacak?”
Diğeri:
“Bir vakit siz ilk olarak namazı kılacaksınız. Siz çıkınca biz camiye girip namazı kılacağız. Sonra diğer vakit biz ilk olarak camiye girip namazı eda edip çıkınca siz girip namazınızı kılacaksınız.”
Bu fikir herkesin hoşuna gitmiş. İki grup on beş dakika arayla namazlarını kılmak üzere anlaşmışlar.
“Tamam madem bu şekilde anlaştık gidip durumu hocaya söyleyelim. O da bilsin.” demişler.
Hocaya gitmişler ve durumu anlatmışlar. Hoca duyduklarına inanamamış. Demiş ki:
“Ağalar sırayla namaz kılacaksınız onu anladık da peki ikinci gruba namazı kim kıldıracak?”
Bizim aklıevveller hiç düşünmeden patlatmışlar cevabı.
“Sen kıldıracaksın!”
Hoca yalvar yakar:
“Yahu Müslümanlar, bir vakit iki kere kılınır mı? Öyle şey olur mu?”
Bizimkiler hocadan daha derin âlim ya basmışlar fetvayı:
“Olur, olur... Kötü mü sayemizde iki kere namaz kıldığın için daha çok sevap kazanırsın.”
Hoca itiraz edince ona da bir güzel dayak atmışlar. Hoca mecburen birkaç gün idare etmiş. Tabii ilk cuma namazında bu çözüm de cortlamış. Zira Hoca durumu ilçe müftüsüne bir şekilde duyurunca o cuma namazına müftü ve kaymakam da köye gelmiş.
Müftü cami avlusunda namaz için sıra bekleyenlerle içeridekileri toplamış. Yarım saat bu işin olmayacağını anlatmış. İçlerinden birisi:
“E Müftü Bey bak sen de köye gelmişsin. Önce sen içerdekilere namazı kıldır. Siz çıkınca da bizim hoca bize kıldırsın. İş çözülür.”
Müftü şaşkın şaşkın bakmış milletin yüzüne.
“İyi de bu hafta böyle oldu. Gelecek hafta nasıl olacak? Yine hoca tek kalacak.” diye sormuş.
Hep bir ağızdan:
“Sen de köye bir imam daha verirsin olur biter.”
Müftü:
“Olmaz, elimde hoca da yok, kadro da...” demiş.
Bizimkiler:
“Çarşı camisinde müezzin var. Sen de bize bir müezzin ata.” diye üste çıkmışlar.
Müftü:
“Köy camisine müezzin atayamam. Hem bir camiye ancak bir imam olur. İkinci cami olsa neyse.” deyiverir. Bizimkiler de bu cevaba atlarlar.
“Tamam, ondan kolay ne var? Biz ikinci camiyi hemen yaparız. Yeter ki sen bize ikinci imamı ver!” derler.
Müftü bu işe inanmadığı için:
“Tamam siz, camiyi yapın, ben hocayı veririm.” demiş.
Bu sırada olanları izleyen kaymakam devreye girmiş.
“Bir köye bir cami yeter. Doğru dürüst okulunuz yok. Okul neredeyse uçacak. Hala eski kerpiç bina. Yapacaksanız önce okulu yapın.” diye itiraz etmiş.
Köylüler:
“Kaymakam Bey, biz okulu da yaparız, camiyi de. Evelallah elimizden her iş gelir. Taşımız bol, kerestemiz bol. Her birimiz de inşaat işinden anlarız. Sen tasa etme, sana tam beş derslikli, iki katlı okul da yaparız. Ama camiyi yapınca bize ikinci imamı ve okula da yeni öğretmenleri verecek misin?” demişler.
Kaymakam da köylünün sözüne inanamamış olacak ki o da “tamam” demiş.
İş geri dönmüş en başa.
Müftü:
“Cami yapılana kadar tek imamla, tek camide, tek seferde namaza devam mı?” diye sormuş. Aslında onun niyeti köylüyü aynı camiye sokarak köydeki ikiliği kaldırmakmış. Ama köylüler hep bir ağızdan:
“Yok arkadaş” demişler “Biz gerekirse bir hoca tutarız. Bu camide nöbetleşe namazımızı kılarız. İkinci cami ve okul bitince de hem ikinci imamı hem de öğretmenleri isteriz.”
Gerçekten de dediklerini yapmışlar. İkinci bir hoca tutmuşlar ve hocanın ücretini aralarında toplayıp vermişler. Bu süreçte namazlarını nöbetleşe kılmaya da devam etmişler.
Cami ve okul bitince dayanmışlar kaymakamın kapısına. Adamcağız ne yapsın, Vali’yi aramış. Durumu izah etmiş. Vali de yukarıları derken köye iki yeni öğretmen, bir de imam atanmış. İşte bu atanan yeni öğretmenlerden biri bizim Hüseyin öğretmen oldu.
Buraya kadar sorun halledilmiş. Lakin eski okul yıkılıp avlusu eski camiye katılınca eski okulun Atatürk büstü caminin avlusunda hem de yeni açılan cümle kapısının önünde kalmış. Sizin anlayacağınız okulun Atatürk büstü Demirgıratların camilerinin önünde kalmış.
Biz tam bu tantananın üstüne varmışız. O dönemde büst yaptırmak da merasim işiymiş. Hem sıra beklemek gerekiyormuş hem de büst dünyanın parasıymış. Üstelik okulun tunçtan yapılma büstü okul müdürüne zimmetliymiş. Eski öğretmen Ahmet Bey okul müdürü olarak büstü söküp yeni okula götürmek isteyince cemaat ona büstü vermek istemedi. Bu aşamadan sonra biz de olaya müdahil olduk. Beraber köy muhtarına gittik.
Köy muhtarı Hasso Ağa 65 yaşında fötrlü, kürklü, köstek saatli ve çizmeli tam bir ağa. Bir de inat mı inat, dediği dedik, astığı astık kestiği kestik bir adam. Yalnız ne Demirgırat ne de Halkçı. Lafına bakılırsa Cumhuriyetçi Köylü Millet Partili. Yani Osman Bölükbaşı’nın adamı. Gerçi Bölükbaşı 62’de İsmet Paşa’nın kurduğu koalisyon hükümetine katılmış, ancak daha sonra 28 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılarak yeniden Millet Partisi’ni kurmuş ve genel başkan olmuştu. Lakin onun farklı partinin kontenjanından aday olması köy muhtarı olmasını sağlamış.
Neyse öğretmenler muhtara durumu anlattı. Onun da bize verdiği cevap:
“51’de Ankara’da Ticaniler Atatürk heykellerine saldırdı. Ortalık karıştı. Biz de kimseye Atatürk heykelini söktüler dedirtmeyiz. Vallah olmaz örgetmen Bey!” oldu.
Öğretmenler:
“Hasan Ağa gel etme, büst bize zimmetli, biz bunu okulun bahçesine koymak zorundayız.” dese de Hasso Ağa, Nuh diyor peygamber demiyordu.
İş büyümesin diye öğretmenleri yanıma alıp cemaate yalvardım:
“Cami avlusunda heykel olmaz, gelin şu büstü verin.” dedikçe onlar da:
“Büstümüzü Halkçılara gaptırmayız.” diye kestirip atıyorlardı.
Bu sırada yeni yapılan caminin cemaati de ayaklanmaz mı? Biz Halk Partiliyiz, büst bizim hakkımız” diye. Buyur buradan yak.
Onlar diyor vermeyiz, öbür taraf diyor söke söke alırız. Köy gerildi. En ufak bir kıvılcımda ortalık karışacak. Demirgıratlardan eli silahlı bir kişi her gece caminin avlusunda nöbet tutuyor. Bir iki defa karşı taraftan büstü çalmak için teşebbüs eden olsa da sonunda kıçına saçmaları yiyip hastanelik oldu.
Öğretmenlerle kalkıp ilçeye gittik ve durumu ilköğretim müdürüne açtık. Müdür de demez mi?
“Ben size yeni büst veremem, çünkü elimde büst yok. Ayrıca bu kadar zaman içinde size büst tedarik etmem de mümkün değil. Şimdi gidip o büstü alıyor musunuz, çalıyor musunuz ne yaparsanız yapın, okulun önüne getirin. Bak haftaya okul açılışına İsmet Paşa gelecek diyorlar eğer büstü o gün okulun bahçesindeki kaideye koymazsanız sizi yakarım, bilmiş olun.”
Hayda, aldık mı ihaleyi?
Hüseyin öğretmen bir çözüm bul diyerek paçama yapıştı. Büstü çalmaktan başka çare yoktu. Ahmet müdür bir plan yaptı. O gece camideki nöbetçiyi eterle uyutup büstü çalacaktık. Büstü çaldıktan sonra ilçeye götürüp güzelce yaldızlı bir boya ile altın rengine boyatacak ve sonra da yeni büst aldık diye getirip okulun bahçesindeki kaideye yerleştirecektik. Zira büstün rengi kurşuni idi.
O gece bir şekilde caminin avlusunda nöbet tutan nöbetçiyi eterle uyuttuk. Hemen büstü yerinden söküp ilçe yolundaki derenin kenarındaki sazlıkların arasına sakladık.
Ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi köy meydanına çıktık ama köy yeri karışmıştı. Sabah nöbetçiyi yarı baygın bir şekilde yatıyor bulan ve büstü yerinde göremeyen köylüler önce nöbetçiye uyuduğu için güzelce bir dayak atmışlar. Adamın halini görünce içimiz yandı inanın. Tabii bir şey diyemedik. İki grup karşı karşıya gelmişti. Demirgıratlar diyor “Büstü siz çaldınız.”, Halkçılar diyor “Biz çalmadık, siz kırdınız, yok ettiniz.”
Muhtar baktı ki köy birbirine girecek araya girdi ve olayı jandarmaya bildirdiğini ve gerekli tahkikatın yapılacağını söyledi. Köy biraz sakinlemişti.
Fırsattan istifade ilçede toplantıya var ayaklarına komşulardan tedarik ettiğimiz atlarla öğretmenleri ilçeye gönderdim. Öğretmenler önce ilköğretim müdürüne durumu açmışlar. “Büstü boyatıp geri götüreceğiz ama soranlara büstü ilköğretim müdüründen aldık diyeceğiz. Aman sen de bizi yalan çıkarma, yoksa köylü bizi linç eder.” demişler. Müdür de “tamam” demiş. Büstü ilçede bir demirciye verip okul için Maarif Müdürlüğünden eski bir büst aldıklarını, büstü altın sarısı renge boyatmak istediklerini söylemişler. Usta elinde istediğimiz boyadan olmadığını, ancak iki gün sonra şehre gideceğini, o zamana kadar beklerlerse boyayabileceğini söylemiş. Bizimkiler de bunu kabul etmiş. Köye döndüler geldiler.
Köyde “Maarif Müdürlüğünden yeni bir büst istendi, üç güne kadar gelecek.” diye haber yaydık.
Aradan üç gün geçince tekrar ilçeye gidip büstü aldık ve köydeki okulun bahçesine koyduk. Köylü başımıza birikti. Bizim büst sanki yeniymiş gibi parıl parıl parlıyordu. Neyse o gün vukuatsız bir şekilde işi hallettik.
Lakin ertesi günü bizim muhtarın şikâyeti üzerine olayın tahkikatı için jandarmalar köye gelince işler değişti. Köylüler bu yeni büstü jandarmaya söyleyince başladılar öğretmenleri sorgulamaya... Tabii sadece öğretmenleri olur mu beni de sorguluyorlar. Okul Müdürü Ahmet Bey “Büstü ilköğretim müdüründen aldık.” dedi ama köylülerden birisi:
“Gomutan Bey, öğretmenler yalan söylüyor. Bunlar bizim büstü çalmış. Ben çok iyi biliyorum, bizim eski büstün kulağının ucunda ufak bir kırık vardı. Onu ilk getirdiğimizde kaideye yerleştirirken düşürünce kırılmıştı. Bunlar bizim büstü çalıp boyatmışlar. Aha bunlara bu aklı veren de yeni öğretmenin yanında gelen İrfani Ağa’dan başkası olamaz. Yoksa öğretmenlerin aklı böyle şeytanlıklara ermez. Bu herif bayağı bir üleş atlamış, eski kulağı kesiklerden olmalı.” demez mi?
Köy tekrar karıştı ama jandarma komutanı müdahale etti. Köylüye:
“Büst okulun önünde kalacak, bu öğretmenlerle şu herifi de ilçeye götürüp cumhuriyet savcısının huzuruna çıkaracağım. Siz de bu meseleyi kapatacaksınız?”
Dediği gibi bizi derdest edip şehre indirdi. Jandarma bizi köyde bıraksa kesin bize de bir güzel meydan dayağı çekerlerdi. Komutan da bunu bize yolda ima etti ve bizi ilçede en az üç gün tutabileceğini söyledi.
İlçeye varınca ilköğretim müdürünü de ifade vermeye çağırdı. O da ifadesinde:
“Ben bunlara büst vermedim, bunlar ellerindeki büste sahip çıkamayınca eski büstü çalıp getirmişler. Burada boyatıp geri götürdüler. Benim bu olayla hiçbir ilgim yok. Ben de bunların amiri olarak o büst okul açılışında kaidesinde olmazsa soruşturma açacaktım zaten.” diye bizi ele vermez mi?
Neyse iş büyüdü ve Jandarma bizi savcılığa sevk etti. Teçhizatlı iki jandarma arasında çıktık savcının huzuruna. Savcılıktaki sorgulamada Okul Müdürü Ahmet Bey, benim olayla bir ilgim olmadığını, misafir olduğumu söyledi. Sonra da durumu olduğu gibi anlattı. Ben bu işten yırttım diye seviniyordum.
Savcı kara kara düşünmeye başladı. Bu sırada bizim muhtar Hasso Ağa da elinde tabak gibi bir şikâyet dilekçesi ile savcının odasına giriverdi. Bizi görünce iyice coştu. Ne vatan hainliğimizi bıraktı, ne anarşikliğimizi… Biz köyde fesat çıkarmışız, köyü birbirine düşürmüşüz, köyde kan gövdeyi götürecekmiş Allah’tan muhtarın hatırına köylü silahlarını kınına sokmuş. Eğer bizler köye gelirsek can güvenliğimizi garanti edemeyeceğini de ekleyerek köy namına bizden davacı oldu. Hani memlekette olsam bu istidayı Hasso Ağa’ya bizim istidaci Sıddık Efendi yazmış diyeceğim. Şimdi işler iyice birbirine girmişti.
Savcı da bizi mecburen mahkemeye sevk etti. Deminden beri kurtuldum diye sevinirken ben de kendimi hâkimin huzurunda bulmuştum. Bu arada savcılık bizim ilçeden dışarı çıkmamız yani köye geri gitmememiz üzere ihtiyati tedbir kararı çıkardı. Orada handan bozma eski bir otele yerleştik. Tabii Hasso Ağa mahkeme safahatını adım adım takip ediyor. Bizim otele yerleştiğimizi öğrenir öğrenmez bizim öğretmenlerin köy lojmanındaki eşyalarını bir at arabasına yükletip getirdi ve kaldığımız otelin önüne yığdı gitti. Yani bir daha köye gidemedik.
Bir yandan mahkeme sürerken diğer yandan da durumun nezaketi gereği işler Vilayete de aksedince mevzu oradan Maarif Vekâletine taşındı. Sonunda öğretmenlerin hepsinin tayini başka yerlere çıktı.
Mahkeme tam beş sene sürdü. Önce ilçe mahkemesi yetkisizlik nedeniyle dosyayı vilayete, vilayet de Erzurum Ağır Ceza Mahkemesine sevk etti. Gerçi ilk duruşmada ağır ceza reisi tutuksuz yargılanmak üzere bizi serbest bıraktı ama beş yıl boyunca her sene üç, dört kez Erzurum’a gidip geldik. Bu arada kaç kere ağır ceza reisi değişti ben de sayamadım. Sonunda insaflı bir hâkim “Okula ait büstün işgüzarlık gereği köylü tarafından alıkonulduğundan öğretmenlerin de üzerlerine zimmetli büstü onların elinden alıp asli yeri olan okul bahçesine taşınmasının soruşturmayı gerektirecek bir husus olmadığına, köylülerin istiyorlarsa kendi imkânları ile büst alıp istedikleri yere dikebileceğine karar verdi ve dosyayı kapattı. Olan bize olmuştu, beş yıl boyunca yol masrafları, avukat parası, mahkeme harcı derken anamız ağladı. Ben de “İşin yoksa şahit ol, paran çoksa kefil...” dedikleri gibi bu ceremeyi çektim.
Hâlâ merak ederim acaba bu köylüler birbirinin gittiği camiye gitmiyor mu, büst okulda mı diye. Gitmedim, gelmedim, bilmiyorum. Ahmet Bey, Hüseyin öğretmen nerededir, ne yaparlar onu da bilmiyorum.
Ne demiş meşhur Teyo Pehlivan? Bende yalan da yok hılaf da. Durum bu minval üzereydi. Geldi geçti.


Yorumlar - Yorum Yaz