ŞOFÖR ŞERO

Uzun zamandır köy kahvesine uğramıyordum. Bu durum, gençlerin bağıra çağıra konuşmaları, küfürleşmeleri, oyun oynarken sanki kavga eder gibi tartışmaları, sonra da kanki manki gibi alengirli laflar etmeleri sinirime dokunduğundan olsa gerekti. Zaten biz ihtiyar kısmı kahveye sadece havalar iyi iken gidip kahvenin önündeki çardağın altında sohbet etmeyi severiz. Eskiden köy odaları bu yönden çok iyiydi. Soba yanar, üzerinde koca bir güğüm çay fokurdar, sohbetler sabaha kadar sürerdi. Nerde o eski günler!
Biliyorsunuz ben kahvedeki aylaklar gibi gıybeti, dedikodu sevmem. O gün bastonuma dayanarak kahvenin önüne geldiğimde bizim eskilerden Hacı Reşit, Kulaksızın Kör Cevat ve Maraz Ali’nin Hıdır Çavuş dışarıda bir masada oturuyordu. Yanlarında bir kişi daha vardı ama adamı uzaktan tanıyamadım. Adamın başında bir takke ayağında bir şalvar, üzerinde de uzun bir pardösü vardı. Uzunca sakalıyla bildiğiniz bir derviş idi işte. Lakin gözünde siyah bir gözlük vardı. Yaşı altmış civarındaydı.
Selam verip yanlarına oturdum. Selamımı aldıktan sora Kör Cevat her zamanki sululuğu ile:
“İrfânî Ağa bak bakalım bu adamı tanıyabilecek misin?” diye sordu.
Adam da hiç renk vermiyor, kasıldıkça kasılıyordu. Ben de dikkatlice bakıyordum ama adamı bir türlü çıkaramıyordum. Neyse oldum olası bu tip sululuklardan nefret eden Hıdır Çavuş imdada yetişti.
“Yahu eğlenecek daha başka birini bulamadınız da şu koskoca adamı mı buldunuz? Yahu İrfânî Ağa bu bizim Solak Ömer’in Şeref! Dahası yiğit lakabıyla anılır, Şoför Şero işte!”
Solak Ömer’in Şero deyince birden jeton düştü. Biz onu bitirim olmuş, mafya olmuş diye duymuştuk. Köyden türkücü olacağım, plak dolduracağım diye bir çıkmıştı bir daha kırk senedir onu gören olmamıştı. Arada böyle haberlerini duyardık. Lakin karşımızdaki adam Cübbeli Ahmet gibi bir adamdı.
Hoş geldin dedikten sonra dayanamayıp sordum.
“Şeref Efendi, vallahi seni böyle görünce şaşırdım. Senin için mafyaya karışmış, pavyonlarda kabadayılık yapıyor diyorlardı. Hatta İstanbul’da Karacaköylü Şero diye nam saldığını söylemişlerdi. Demek ki yalan söylemişler. Anlat hele kırk senedir neler yaptın?”
Şero gülümsedi ve gayet olgun bir tavırla tane tane konuşmaya başladı.
“Aslında doğru söylemişler İrfânî emmi. Kırk yıldır ilk kez köye geliyorum. Gerçi arada geldiğim de oldu ama gece gelip sabah erkenden ayrılıyordum buradan. Türkücü olacağım diye çıktık köyden, pavyona düştük. Plak yapacağız, kaset dolduracağız diye bizi epey bir peşlerinde dolaştırdılar. Elimdeki üç beş kuruşu tüketince bir pavyonda iş bulduk. Önceleri türkücülük ettim amma müşterinin birisi çiçekçi kıza sarkıntılık edince adamın kafasında sazı kırdım. Tabii pavyonun kabadayıları da beni bir güzel benzettiler. Birkaç gün hastanede yattım. Taburcu olunca eşyalarımı alayım diye tekrar pavyona gittim. Benim hareketim meğer patronun hoşuna gitmiş. Beni yaka paça patronun huzuruna çıkardılar. Patron beni tepeden tırnağa süzdükten sonra:
“Lan feleksiz seni türkücü diye işe aldık. Sen bildiğin kabadayı çıktın. Çiçekçi kızı kollaman hoşuma gitti. Namuslu adamsın. Lakin adamın kafaya on beş dikiş atıldı. Ölmesin diye Eyüp Sultan’a kurban adadım. O gün bizim kabadayılara da bayağı hasar vermişsin. Üçü bir hafta kendine gelemedi. Katır tepmişten beter etmişsin adamları. En iyisi sen bu türkücülüğü bırak da pavyonda fedailik yap. Gerçi içeriye de çok borçlandın. Kafasını yardığın adamın hastane masrafları ve tazminatı, kırılan eşyalar, dövdüğün adamlarımın hastane masrafları, müessesenin itibarına verdiğin zarar da eklenince en az üç sene karın tokluğuna çalışman gerekir ama ben yine de sana maaş vereceğim.” Patron bunları makineli tüfek gibi sayınca ben de mermi manyağı olmuş gibi hiç itiraz etmeden:
“Sen bilirsin patron!” deyiverdim.
Bu hâlim de patronun hoşuna gitmiş olacak ki elindeki tespihi keyifle pervane gibi birkaç tur döndürdü ve gülümseyerek:
“Ehliyetin var mı?” diye sordu.
“Askerliğimi şoför olarak yaptım.” deyince ayağa kalkıp iki elini omuzuma koydu.
“Bak şimdi terfi ettin. Gündüz fedai gece özel şoför olacaksın. Pavyonda çalışan kadınları evlerine veya kaldıkları otellere götüreceksin. Maaşını da üç çeyrek artırdım.” dedi.
Ben şaşırmıştım. Zira bizim pavyonun Abdi isminde fırlama bir şoförü vardı. Patrona:
“Abdi’ye ne oldu?” diye sordum.
Patron dişlerini sıkarak:
“O şerefsiz geçen gece şarkıcı Mehtap’a sarkıntılık etmiş. Kemiklerini kırdırıp kapının önüne attırdım. Şimdi sen onun yerine geçeceksin. Senden iyisini mi bulacağım?” dedi.
O günden sonra hem fedailik ettim hem de gece pavyonda çalışanları evlerine bıraktım. Bazı geceler hatırı sayılır müşteriler sızıp kalırdı, onları da evlerine taşımak bana düşerdi.
Epey bir müddet bu işi yaptıktan sonra bir gün sabaha karşı Eyüp Sultan yolunda küçük bir mescidin önünde arabam bozuldu. O saatte kimi çağırayım? Arabayı zor bela bir kenara çektim. Kaputu açtım, baktım; hiçbir sorun gözükmüyordu. O esnada ezan okunuyordu. Baktım sabahın o saatinde genç, ihtiyar, çoluk çocuk camiye koşturuyor bense sarhoş gezdiriyorum. Çok kanıma dokundu. Aklıma çocukluğum geldi. Rahmetli babam da beni böyle camiye götürürdü. Önce Eyüp Sultan’a niyetlendim. Ama baktım yetişme şansım yok, hemen yandaki mescide girdim. Şadırvanda abdest alıp içeriye girdim. İçeride üç beş kişi vardı. Namazı kıldıktan sonra İmam Efendi herkesle musafahalaştı. Sıra bana gelince beni dikkatlice süzdü:
“Allah kabul etsin kardeş, bu mahalleden değilsin, seni ilk defa gördüm.” dedi.
Ben de tam ezan okunurken arabamın mescidin önünde bozulduğunu, tamir etmek için biraz uğraştığımı, namazı kaçırmamak için bu mescide girdiğimi, amacımın Eyüp Sultan’a gitmek olduğunu söyledim.
Hoca da:
“Vardır bunda da bir hayır, gidip bakalım arabana. Ben biraz tamir işinden anlarım. Bu arada benim adım Cemil.” demez mi?
Tabii bu işe çok sevinmiştim. Neyse Cemil Hoca’yla camiden çıkıp arabanın başına vardık. Kaputu açtım ve marşa bastım. Tık yoktu.
Cemil Hoca:
“Şimdi bas!” dedi.
Marşa basar basmaz araba kibrit gibi aldı, başladı çalışmaya. Şaşırmıştım. İndim arabadan, Cemil Hoca’ya:
“Neyi varmış?” diye sordum.
Gülerek:
“Namaz molası vermiş. Akünün sağ kutup başı bağlantısı gevşemiş. Onu elimle sıkınca çalıştı.” demez mi?
Hâlbuki ben de ilk önce akü bağlantılarını kontrol etmiştim. Demek ki dedim bu bana bir işaretti. Hoca’nın da dediği gibi namaz molası vermem gerekiyordu. Ben bunları düşünürken Cemil Hoca:
“Madem Eyüp Sultan’ı ziyaret edecektin, beraber ziyaret edelim. Sana orada bir sabah çorbası ısmarlayayım.” demez mi?
Ben de kabul ettim. Beraber Eyüp Sultan’ı ve mezarlığı ziyaret ettik. Sonra da inip oradaki bir çorbacıda karnımızı doyurduk.
Cemil Hoca lokantada:
“İsmini söylemedin kardeş.” deyince isimden bir girdik işimden çıktık. Tabii çenem düşmüştü bir kere. Hoca da hikâyemi öğrenince:
“Bak Şeref Efendi sen özünde iyi bir insana benziyorsun. Gel bu netameli ve çetrefilli işleri bırak. Pavyonda bodyguardlık, sarhoş taşıma… Bunlar iş değil. Kendine güzel bir iş bul, dünyanın sonu yok. Bak araba bile geldi caminin önünde durdu. Bir gün sen de caminin önünde teklersin, getirirler camiye, koyarlar musallaya… Allahu ekber işte gittin. Sonra nasıl vereceksin öbür tarafta hesabı?
Hocanın anlattıkları içime işlemişti. Adam haklıydı.
Bayağı vakit geçmişti. Gidip arabayı bir daha deneyeyim dedim. Arabaya bindim, kontağı çevirdim. Araba yine harıl harıl çalıştı. Kendi kendime:
“Ulan oğlum Şero bu sana ilahi bir ihtar.” dedim.
O gün doğruca patronun yanına gittim ve durumu anlattım. Dedim ki:
“Abi ben iyi bir şoförüm. Beni artık azat et. Hatta bana daha uygun bir iş bul. Beni bu bataklıktan kurtar.”
Hepimiz pürdikkat Şerefi dinliyorduk. Şeref tam burada sustu. Bir bardak su içti.
Dayanamadım.
“Eee sonra ne oldu?” diye sordum.
Şeref boğazını temizledikten sonra devam etti.
“Patron da özünde inançlı bir insandı. Çok etkilendi. Allah razı olsun, beni azat etti. Hatta beni ortak olduğu bir özel hastanenin cenaze aracı şoförü olarak işe soktu. O gün bu gün cenaze arabası sürüyorum. Cenaze ile haşır neşir olunca tabii eski Şero gitti, Hacı Şeref geldi. Allah acıdı bizi de ibadet eden kulları arasına aldı. Yuvarlanıp gidiyoruz işte.”
Ortam böyle ciddileşince şeytan beni gıdıkladı. Bizim Şeref cenaze şoförüyüm deyince aklıma bizim Tomak Ali ile kardeşi İbrahim’in başından geçen olay geldi. Ben başladım gülmeye. Tabii ayıp ettim aslında. Şeref’in morali bozuldu. Ona inanmadığımı sandı.
“Hayırdır İrfânî emmi inanmadın galiba bana. Vallahi, billahi böyle oldu.” diye sitem etti.
Hemen kendimi toparladım.
“Yok be Şeref Efendi, elbette sana inandım. Lakin cenaze arabası sürüyorum deyince aklıma eskiden yaşanmış bir olay geldi. Ona güldüm.”
Ben bu kadar ucunu kanatınca bizimkiler durur mu? Neredeyse bütün kahve başımıza toplandı.
“Anlat İrfânî Emmi, senin hikâyelerin çok güzel oluyor.” diye beni sıkıştırdılar.
Neyse ben de başladım anlatmaya.
“Şehirde Terlemez’in Han’da tanıştım Tomak Ali ve kardeşi Topçu İbrahim ile. Arabacılık ederlerdi. O zamanın behrinde at arabası ile ırmağın ötesinden tuz getirirlerdi. Tabii köprü olmadığı için salınan geçilirdi karşıya. Bir akşam bir adam hana geldi. Biz de artık evlerimize dağılmak üzereydik. Adam selam bile vermeden:
“Arabacı kim?” diye sordu.
Tomak Ali:
“Benim.” diye cevap verdi.
Adam:
“Usta ocağınıza düştüm. Bir cenaze var. Bunu Arpalık köyüne göndermem lazım. Sabaha kalırsa şişer, kokar. Sen bilirsin, bunu ne yap et, köye götür. Köye varınca girişteki ev cenazenin yeğeni. Ona emminizin cenazesini getirdim de, o seni cenazenin evine götürür.” diye yalvarmaya başladı.
Tomak Ali:
“Bu saatte Arpalık köyüne gidilmez hemşerim. Deli olan deli gitmez.” diye kestirip attı.
Tomak Ali o zamanlar 16-17 yaşında ancak vardı. Kardeşi İbrahim de 13-14’lerindeydi. Cerit Beli’ni aşıp Harami Deresi’ne sallanırken sola sapınca ilk köy Arpalık’tı ama gece kurdu var, kuşu var. Bir de üstüne üstlük yolun adı Harami Deresi. Ben de o zaman 25 yaşlarındaydım, bana deseler ben bile götürmezdim.
Adam yalvar yakar, iki misli, üç misli para teklif etti. Ne yaptı etti Tomak Ali’yi razı etti. Lakin bu defa İbram “ben gitmem” diye inatlaştı. Neyse adam onu da razı etti ve iki kardeş yatsı ezanı okunurken yola çıktı.
Bunlar hastaneye varıp cenazeyi tabutla arabanın arkasına atmışlar. Tıkır tıkır yola düşmüşler. Dana Deresi’ne varınca çeşmenin başında bir mola vermişler. Sonra devam etmişler. Cerit Beli’ni çıkıp Harami’ye sallanınca arkadan bir ses gelmiş. Bir de dönüp bakmışlar ki tabut ayağa dikilmiş. Neuzu billah! İkisi korkudan birbirine sarılmış. Atlar da ürkünce doludizgin Arpalık yol ayrımına gelmişler. Bir de bakmışlar ki tabut normal bir şekilde yatıyor. Allah Allah demişler ama ikisi de korkudan bir hal olmuş.
Arpalık yoluna sarıp dereye aşağı inerken yine bir ses duymuşlar, korkuyla arkaya dönmüşler ki tabut yine ayakta. Korkudan çatlayacaklarmış. O sırada köyün köpekleri havlayarak arabaya doğru koşmaya başlayınca tabut yine küt diye arabanın içine yatmış.
Bu ikisi hemen köyün girişindeki evin kapısını çalıp oraya tabutu indirdikleri gibi dörtnala geri dönmüşler. Şehere girdiklerinde sabah ezanları okunuyormuş. Tabii bunu bize anlattıklarında biz gülmekten yerlere yattık.”
Ben bu hikâyeyi anlatırken kahvedekiler de gülmekten bir hal oldular ama bizim Şeref Efendi hiç renk vermedi. Sanırım bana inanmadı dedim.
“Hayırdır Şeref Efendi benim hikâyeye inanmadın herhal.” deyince Şeref kendini toparladı:
“Emmi bunda ne var ki siz asıl benim başıma geleni bir dinleyin de görün.”
Bu söz üzerine ben de şaşırmıştım. Merakla “Anlat hele.” dedik, Şeref de başladı anlatmaya:
Cenaze şoförlüğüne başlayınca ben gidip ilk müjdeyi bizim Cemil Hoca’ya verdim. O da çok sevindi ve bana o gün yine yemek ısmarladı. Neyse ben bu Cemil Hoca ile sıkı fıkı bir arkadaş oldum. Hoca ehli takva, derviş bir adam. Bana nasihat ediyor, beni dini konularda aydınlatıyordu. Neyse bir gün bizim patron beni aradı.
“Şeref acele neredeysen gel, bir cenaze var. Bunu İzmit’e götüreceksin.” dedi.
Ben de hemen sürdüm hastaneye. Baktım bizim patron kapıda beni bekliyor. Elime cenaze kâğıdını tutuşturdu. Sonra bana:
“Bak şimdi sen bu cenazenin namazını bir yerde kıldırt. Biz peşinden geleceğiz. Bu adamın kimi kimsesi yok. Bir de bu, pavyonda içkiyi çok kaçırdığından ölmüş. Şimdi bunun namazını da kimse kılmak istemez. Ben senin yanına oğlunu da katacağım. Bunu İzmit’te aile kabristanlığına götürüp defnedin. Biz ta oraya gelmeyelim.” dedi.
Ben de sürdüm doğru bizim Hoca’nın bulunduğu camiye. Bizim patron ve birkaç adamı iki üç araba ile bizi takip ettiler. Yolda da Hoca’ya telefon ettim. O da tam eve gidecekmiş, durumu anlattım. Hoca sağ olsun beni kırmadı ve camide bekledi.
Biz de oraya varınca cenaze namazı için tabutu musallaya taşıdık.
Tam namaza duracağız Hoca ile benden başka kimse safa girmiyor. Hoca döndü arkada bekleyenlere:
“Yahu kardeşim bu cenazeyi sadece ikimiz mi kaldıracağız? Neden abdest alıp safa girmiyorsunuz?” diye sitem etti.
Bizim patron, Hoca’ya:
“Hoca cenazede en az kaç kişi olacak, sen onu söyle.” dedi.
Hoca bu soru karşısında şaşırdı. Ağzından “Hiç olmazsa üç kişi olsun.” lafı çıkar çıkmaz patron, cenazenin oğlu olacak adamla birisini daha zorla safa soktu.
Hoca dayanamadı:
“Ula hemşerim bunların abdesti var mı? Abdest almadan namaz kılınır mı?”
Bizim patron elini beline attı ve silahını göstererek:
“Bak Hoca fazla konuşma da kıldır şu herifin namazını. Onlar doğuştan abdestli. Hem bu dürzüye bu kadar cemaat yeter.” demez mi?
Hoca benimle göz göze geldi. Ben hemen gözlerimi kaçırıp yere baktım. Zavallı hiçbir şey diyemedi. Ben de çok mahcup olmuştum ama patronun şakası yoktu.
Neyse namazı kıldık. Hoca cemaate döndü.
“Mevtayı nasıl bilirsiniz, hakkınızı helal ediyor musunuz?” diye sormaya başlamıştı ki patron:
“Tamam, Hoca kısa kes, bu herife kimse hakkını helal etmez, pisliğin tekiydi. Geberdi gitti işte, ateşi bol olsun. Şimdi sen uzun etme de bu bizim Şero ve mevtanın oğlu olacak şu sünepe ile bunu İzmit’e götürüp aile kabristanına defnedin. İtiraz istemem. Al şu zarfı, bize hakkını helal et. Cenazenin hakkına karışmam.” dedi.
Zavallı Hoca korkudan tık diyemediği gibi zarfı açıp içinde ne var ne yok diye de bakamadı bile. Biz üçümüz düştük yola, patron ve avenesi de kendi yollarına devam ettiler. Yolda hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyordu. Tam Gebze’ye girecektim, hava birden karardı ve bir yağmur başladı ki o biçim! Sanki gökyüzü delinmişti. Şimşekler peş peşe patlıyordu. Hoca o zaman bir iki dua okudu. Sonra zarfı açtı baktı. Bana döndü:
“Şeref sana kızıyordum ama bu zarfta benim maaşımın on misli para var. Allah razı olsun. Benim de çok ihtiyacım vardı bu paraya. Artık gönül rahatlığı ile sür arabanı. Biliyorum çok mahcup oldun ama takdiriilahi böyle. Kul kulun imtihanına vesile olur. Vardır bunda da bir hayır.” dedi.
Yanımızdaki adam ise hiç konuşmuyor, ha bire uyukluyordu.
Neyse İzmit’e girdik ve bize söylenen mezarlığa vardık. Görevliye ölüm kâğıtlarını verince işlemleri yaptı. Mezarın hazır olduğunu da söyledi. Yerini tarif etti. Allah’tan araba ile gidilebilecek bir parseldeymiş. Biz üçümüz mezarlığın içinde tarif edilen parsele doğru gidiyorduk ama henüz yağmur kesilmemişti. Parsele varınca Hoca ile aşağı indik. Gerçekten mezar kazılmıştı ama bir sorunumuz vardı. Mezarlığın içi ağzına kadar su doluydu ve yağmur sağanak hâlinde yağmaya devam ediyordu.
Tekrar arabaya binip beklemeye başladık. Bu arada bizim cenaze sahibi olacak öküz herif uyandı. Ağzını mağara gibi açıp esnedi, gerindi. Sonra etrafa bakındı mezarlıkta olduğumuzu anlayınca bana:
“Mezarlığa gelmişiz, neyi bekliyoruz?” diye sordu.
Ben de münasip bir lisan ile mezarın içinin su ile dolduğunu bu yüzden yağmurun kesilmesini beklediğimizi söyledim. Bu arada bizim Cemil Hoca da Kur’an okuyordu.
Adam önce saatine baktı ve bir küfür salladı. Sonra arabadan aşağıya indi, mezara baktı. Sonra arabaya geldi ve kapıyı açıp:
“Haydi, bitirelim şu işi de gidelim. Yağmurun kesileceği yok.” dedi.
Biz şaşırmıştık.
Hoca:
“Kardeşim sen nasıl bir evlatsın? Su dolu kabre adamı nasıl gömeriz? Az bekleyelim zaten yağmur azaldı. Sonra defnederiz. Hem mezarlık görevlisinden yardım isteyelim. Üçümüz bu kadar toprağı oraya nasıl dolduracağız. Kabrin içinde mevtanın yerleştirileceği sapmalar falan da var. Onu görevliler güzel yapıyor.” diye itiraz etti.
Adamın bir anda gözleri döndü. Sanki karşımızda Memati Baş vardı. Elini beline attı ve silahını çıkarıp:
“İnin lan arabadan! İkinizi de kuyularım kafamı bozmayın.” diye bağırdı.
Mecburen arabadan indik. Tabutu tutuşup mezarın yanına götürdük.
Adam:
“Atın lan tabutu mezarın içine!” diye bağırdı.
Hoca:
“Yahu arkadaş biz Hristiyan mıyız ki adamı tabutla gömüyoruz? Hem tabut sığmaz buraya!” diye yine itiraz etti.
Adam tabutun kapağına bir tekme vurup açtı. Sonra kefenin başucundan tuttu. Hoca’ya göz işareti yapınca o da ayaklarından tuttu. Ben de belindeki kuşağı yakaladım. Mezarın içine adamı salladık. Mevtayı çuval gibi sallarken kefen de çözülmesin mi?
Hoca Efendi:
“Yahu ne yaptın? Sen Müslüman değil misin? Böyle cenaze defnedilir mi? Günahtır!” diye bağırmaya başladı.
Adam hiç cevap vermeden yerdeki küreği eline aldı ve kenardaki yarı çamur toprakları mezarın içine atmaya başladı. Daha bir iki kürek toprak atmıştı ki….”
Bu sırada Şeref sanki olayı yeni yaşıyor gibi öyle bir heyecanlandı ki boğazı kurudu başladı öksürmeye. Kahvedekilerden de çıt çıkmıyordu. Hemen Şeref’e bir bardak su verdiler.
“Eee sonra?” diye herkes sormaya başladı.
Şeref terin suyun içinde kalmıştı. Ayağa kalktı ve iki elini masaya dayayıp:
“Ne olacak suyun içindeki cenaze hortladı!” dedi.
Hep bir ağızdan:
“Yok canım sen de, daha neler?” diye bağırmışız.
Şeref:
“Meğer adam ölmemiş, alkol komasına mı girmiş nedir, soğuk suyun içine girince cana geldi. Sonra da:
“Napıyorsunuz lan bana! Yetişin ümmet-i Muhammed adam öldürüyorlar!” diye bağırmaya başladı.
Bir de baktım bizim kabadayı bozması çakma Memati oracığa küt diye bayılıp düşmesin mi? Ben şaşkınlığımı atamamıştım ama Hoca gayet soğukkanlı bir şekilde:
“Bağırma hemşerim, biz seni öldü diye defnediyorduk. Şükür sağmışsın. Elini ver de seni çıkarayım.” dedi.
Neyse adamı çıkardık dışarı. Kefeni beline peştamal gibi doladık.
Adam kendini toplayınca bize:
“Lan sizde din, iman, Allah korkusu yok mu? Su dolu kabre adam gömülür mü?” diye diklendi.
Hoca da:
“Kardeşim bize ne diyorsun, oğlun olacak herif bizi silahla tehdit etti. Nasıl bir evlat yetiştirmişsen artık!” diye cevap verdi.
Adam o anda yerde yatan çakma Memati’ye nefret dolu gözlerle baktı.
“Demek oğlum yaptırdı, ha!” dedi ve bir hamlede oğlunu ayaklarından çekip su dolu mezara atıverdi.
Bu defa biz şaşırmıştık.
“Lan adam evladını su dolu kabre atar mı?” diye bağırmamla çakma Memati’nin ayılması bir oldu.
Babası olacak adam:
“Bu benim oğlum değil, güya korumamdı.” demez mi?
Şaşkınlığımız geçince hemen Çakma Memati’yi de kabirden çıkarıp arabaya attığımız gibi geri dönüp mezarlığı terk ettik.
Cemil Hoca yolda adama ve çakma Memati’ye çamaşır ve elbise aldı. İkisi de üzerini değiştirdi. Ben de patrona telefon edip durumu anlattım. Patron da şaşırdı. Meğer ölüm kâğıdı falan hep sahteymiş. Olay duyulmasın diye adamı hastanenin kapsından içeri bile sokmamışlar. Boş bir ölüm kâğıdını doldurup kendileri imzalamış.
Neyse adamı İstanbul’a götürdük. Yolda bizi patron karşıladı. Adamı ve ancak kendine gelen çakma Memati’yi alıp gitti.
Hayatımda böyle bir şey yaşamamıştım. Ben bir hafta kendime gelemedim. Meğer bizim Hoca’nın başına birkaç kere böyle şeyler geldiği için antrenmanlıymış. O yüzden korkmamış.
Ona:
“Bak Şeref kardeş, hayat ile ölüm birbirine bir nefes kadar yakın. Dünya hayatına fazla bel bağlamamak lazım. Biz de kendimize düşen dersi alacağız, bu adam da... Umarım bu adam da artık kendine gelir.” dedi.
Gerçekten de adam on gün sonra beni buldu. Hoca’ya beraber gittik. Hoca adama bayağı bir nasihatte bulundu. Adam o günden sonra her şeye tövbe etti. Düzgün bir adam olarak yaşamaya başladı. Zaten variyetliymiş kısa zamanda kendini de ailesini de toparladı.”
Lafın tam bu kısmında bizim meraklı kahveci araya girdi.
“Şeref abi adam daha yaşıyor mu?” diye sordu.
Şeref derin bir iç geçirdi.
“Adam o sene hacca gitti. Hem beni hem de bizim Hoca’yı da götürdü. Bu olaydan tam on yıl sonra cuma namazını kılarken sekte-i kalpten rahmete erdi. Cenazesine İstanbul’un yarısı katıldı. Götürüp İzmit’teki eski kabrine adamı defnettik.”
Şeref’in hikâyesi hepimizi önce güldürmüş sonra da düşündürmüştü. Ben de kendimi hikâyeci bilirdim amma el elden üstünmüş. Şeref’in hikâyesi hepimize güzel bir hayat dersi vermiş oldu.
Efendim ne demiş pirimiz Teyo emmi, ben de yalan da yok hılaf da. Olay aynen böyle oldu. Kalın sağlıcakla.


Yorumlar - Yorum Yaz