HOCADAKİ DİLEMMA

Sen bir öğretmensin Süleyman Hoca’m. Öğretmen ne demek? Kutup yıldızı demek, rehber demek, güneş demek. Sen neyle uğraşıyorsun?
Cinle uğraşıyorsun, şeytanla uğraşıyorsun. Sen ne yapacaksın cini, şeytanı? Hem bunlarla uğraşıyorsun hem de cin de şeytan da yok diyorsun. Yoksa niye uğraşıyorsun?
Sonra da kapı pencere açık kalıp rüzgâr üstündeki yorganı savurunca cinler başıma çöktü diye korkudan ödün patlıyor. Madem korkuyorsun niye başka birine anlatıyorsun? Atalar dememiş mi? “Deme dostuna, der dostuna.”
Tabii bu laf köylünün diline bir düştü. Allah kimseyi köylünün diline düşürmesin. Küçük yer; su doldururken, ekmek yaparken, mal sağarken satar da satar. “Süleyman Hoca cinden korkmuş, Süleyman Hoca cinden korkmuş.” diye diye adı kaldı “Cin Sülemen.” Ah Hoca’m ah!
Bu sözleri duyan Yunus Hoca’m küplere bindi. Yunus Hoca’m köyün imamı. O zaman köylerde kadrolu imam yok. Okumayı ve namaz surelerini bilen biri tutulur, hane başı atkı atılarak aylığı ya da yıllığı her neyse ödenir. Ama Süleyman Hoca’ya köylü sahip çıkar. Yoğurt gönderir, yemek gönderir, sıcak kömbe gönderir. Kim iyi bir yemek yapsa mutlaka imamı ve öğretmeni yemeğe çağırır.
Süleyman Hoca bir ev tuttu orada kalır. Yunus Hoca da rahmetlik dedemin keçeli bir odası var, orada kalır.
Çalışkan, gayretli, elinden geleni yapıyor ama Süleyman Hoca gibi onun da yanlamasına giden bazı aykırı düşünceleri var. Nasıl mı?
“Sakın…” der “Aya çıktı demeyin. Maazallah dinden çıkarsınız!”
Kısık köyü, saflığın ve samimiyetin bozulmamış olduğu küçük, şirin bir köy. Hane sayısı azdır. Haftada bir gün, bir ev yemek yapar ve hocayla, öğretmeni çağırır. Onlarsız sofra kurulmaz. Onlar da bir araya geldiklerinde ne nedir, nasıl oluyor, nerede yanlış yaptık? Yok! Şarlak’ın dik yalımları gibi her biri ayrı dünyalarda somurtur somurtur giderler.
Yoklamayı yaptım, öğrenci sayısı belli. Bir kız öğrenci okula gelmemiş. Tabii okul küçük, sınıf bir tane. Öyle kaç kişi okula gelmedi değil; kim okula gelmedi diye sorar öğretmenimiz.
Süleyman Hoca geldi. Biz asker gibi dikildik, eller yanlarımızda yapışık. Bizi böyle gördüğü zaman gururlanır, kendine bir çeki düzen verir. Bizleri şöyle bir süzdükten sonra ceketinin düğmesini ilikledi ve gözlerini yumarak “Günaydın.” dedi.
“Sağ ol.” dedik biz de.
“Siz de sağ olun, oturun.” diyerek bizlere komut verdi. Kendisi de sandalyesine oturdu, yoklama defterine baktı.
“Muteber yok mu başkan?” diye sordu.
“Yok öğretmenim.” dedim.
“Niye gelmedi?” diye sordu.
Sınıftaki kızlardan biri parmağını kaldırarak:
“Okumaya gitti öğretmenim.”
Süleyman Hoca’nın dudakları hafif titremeye başladı. Sinirlendiği zaman hep öyle olurdu. Konuşması hafif pelteğimsi bir hâl alırdı. Canı sıkıldığı zaman her zamanki hâlinin tekerrürüydü bunlar. Bana doğru döndü:
“Okul varken nasıl gider başkan?” dedi.
“Ben ne bileyim öğretmenim.” dedim.
“Ne bileyimmiş! Sınıf başkanı değil misin oğlum, bilmek zorundasın.” diye aksilendi. Ters ters suratıma baktı sanki ben göndermişim gibi. “O zaman git getir, hem de öğrenmiş olursun, pis herif!” dedi.
Sınıf başkanı olarak “Tamam.” dedim. Kafam bozulmadı desem yalan olur. Ama öğretmenime de bir şey deme durumum olamaz ki. Hem beni güzel bir pataklar, bu yetmiyormuş gibi dedemden de nasibimizi alırız.
Merdivenleri indim, bir baktım temizlik kolu başkanı da arkamdan geliyor. Durdum suratına ters ters baktım.
“Ne o tanıyamadın mı?”
“Tanıdım tanıdım da nereye böyle?”
“Muteber’i getirmeye.”
“Ben de geleyim, birlikten kuvvet doğar!” diyerek düştü peşime.
“Ulan oğlum her şeye burnunu sokuyorsun, bir gün o burnunu…”
Tartışa tartışa caminin kapısına geldik. Oğlan hiç aldırış etmiyor, ben sinirlenince de bıyık altından pişmiş kelle gibi sırıtıyor. Çocuk okutulan yere tahtadan yapılmış merdivenle çıkılıyor. Köy yerinde buna “süllüm” diyorlar. Tam süllümün önüne geldik. Baktım ki bu benden önce niyetleniyor. Bir omuz vurdum, yuvarlandı bir kenara, ben atladım merdivene.
Aceleyle merdivenleri çıkar çıkmaz, açtım kapıyı. Hocaların eskiden iğde ışgınlarından yapılmış, bir uçtan bir uca yeten çubukları olurdu. Nasıl girdiysem içeri: “Ulan ahıra mı giriyorsun!” diye arka arkaya üç defa başıma çubuk çarpıverdi. Saçlarımız sıfır makine tıraşı. Merdivenden nasıl atladığımı bilmiyorum. İki elimle çubukların geldiği yeri üfeliyorum.
Temizlik başkanına döndüm:
“Kafamda kan var mı?” dedim.
Oğlan hiç aldırış etmeden köşede pis pis sırıtıyordu. Bayağı da memnun olmuş bir hâli var. Onu böyle görünce sinirim daha da arttı. Senin hesabına bakarım dercesine başımı salladım.
Aradan biraz zaman geçince aklım başıma geldi. Olanları kendime yediremiyordum. Sıçradım tekrar merdivene. Çubuğun nereden geleceğini biliyorum. Duruşumu ona göre ayarlayıp açtım kapıyı.
“Bak hele” dedim. “Sen ne biçim hocasın! Geçen geldim kapıyı çaldım. Suratıma ters ters baktın. ‘Ney lan bu tık tık tık! Kim öğretti bu gâvur icadını sana?’ dedin. Amenna, hocamızsın dedik ve kabul ettik. Şimdi çalmadan girdim. ‘Ahıra mı giriyorsun yoksa sen mal mısın?’ dedin. Bir karar ver artık.” dedim.
Bu sözlerim hocayı afallatmıştı. Aynen devam ettim:
“Bize de yazık değil mi? Baksana şu başıma. Beni mal mı zannettin de eşek döver gibi vuruyorsun çubuğu kafama! Senden hoca moca olmaz!” dedim ve der demez de kaçtım. Çünkü Yunus Hoca’nın eli yine yavaşça çubuğa uzanıyordu. Beni kaçırmamak için yavaş hareket ediyordu ama ben tuzağa düşmedim. Merdivenden atladığım gibi kaçtım bir kere. Arkamdan gel mel dese de yakayı kaptırmadım bu sefer. Merdivenden sıçradığım gibi indim aşağı. Ben önde, temizlik başkanı arkada biraz koştuktan sonra yavaşladık. Yanıma sokuldu temizlikçi:
“Ağrıyor mu lan?”
“Ağrımaz olur mu oğlum?”
“Küfrettin mi hocaya?”
“Hocaya küfredilir mi, ağzın eğilir! Hem eğilmese de dedem yamultur mutlaka.” dedim.
Konuşa konuşa okula gidiyoruz. Süleyman Hoca’dan da çekiniyoruz açıkçası. Benim bildiğim Süleyman Hoca, Yunus Hoca’nın hırsını bizden çıkarır. Kafamda bin bir soru, içimde ince bir sızı… Adımlarımı da küçük küçük atıyorum ki ikinci talgına biraz geç çekilelim.
Temizlik başkanına bakarak:
“Süleyman Hoca bizi döver mi?” diye sordum.
“Garanti döver.”
“Hapı yuttuk o zaman.”
“Sen yuttun.”
“Niye? Beraber gelmedik mi?”
“Sınıf başkanı sensin, bu iş senin sorumluluğunda.”
Bu lafı işitince neye uğradığımı şaşırdım. Benden evvel sinekli danalar gibi koşarak yollara düşen temizlik başkanı, iş sarpa sarınca hemen kıvırmaya başlamıştı. Suratına sıkı bir tokat yapıştırıverdim. Gözlerinden çıngı çıktı. Gözleri dolu dolu yüzüme baktı. Üzülmedim değil ama birlikte hareket etmenin bedeli olmalıydı. Çok sinirlenmiştim ve değeri gözümde sıfırlanmıştı. Bir de nasıl olsa hesap sorulacaktı; ha bir eksik ha bir fazla.
Bu koştuğuyla sınıftan içeriye girdi. Girmesiyle de çıkması bir oldu. Yüzünü tutuyordu.
“N’oldu lan?” dedim.
“Muteber’i getiremedik diye yapıştırdı Cin Sülemen.”
“Ağrıyor mu?”
“Evet.”
“Küfrettin mi?”
Gözlerimin içine baktı.
Ben de çareyi okuldan kaçmakta buldum. Ta ki yemek sırasına kadar. İşin kötüsü yemek sırası Dedem Koca Mehmet’teymiş. Neyse yemekler yendi, çaylar içildi, ceviz tarhana bölümüne geçildi. Ben süklüm büklüm bir köşedeyim. Rahmetli dedem sakince konuştu:
“Bakın Yunus Hoca, Süleyman Öğretmen. İkiniz de yanlış yoldasınız. Bu milletin gözü sizin üstünüzde. Siz onlara örnek olmak varken birbirinizin izine kurşun sıkıyorsunuz. Yok böyle bir şey. Süleyman Öğretmen, senin cinle şeytanla ne işin var? Aklını başına topla. Ne yapacaksın sen milletin cinini şeytanını! Sana gelince Yunus Hoca. Sen de kararını ver artık, kapıyı tıklasınlar mı tıklamasınlar mı?”
Rahmetli dedem gözlerini misafirlerden ayırıp bana ters ters baktı ve “Hemen öp ellerini.” dedi.


Yorumlar - Yorum Yaz