GÜRKÜ YOZDURMAK

Efendim üzerinize afiyet, giden ay malum nevazil salgınından mustarip olduğum için hikâyelerime ara vermek zorunda kalmıştım. Tabii sağ olsun birçok dost aradı kimi sitem etti kimi de bizi gaza getirmek için “İrfani Ağa’nın küfesinin dibi çürükmüş, hikâyeler bitti” veya “İrfani’nin ipiyle yola çıkan yarıda kalır” gibi gayet nahoş laflar etti.
Canım, hadi küfe cansızdır, hastalığı mastalığı olmaz. İyi de İrfani de bir can, hasta olamaz mı? İnsan bir merak eder, bu herife bir şey mi oldu, hasta mıdır, usta mıdır, Allah geçinden versin öldü mü yoksa diye. Ama nerde?
Bir de bu arada on bir vilayetimizde büyük bir deprem yaşadık ki ağzımızın tadı kaçtı. Elimiz, kolumuz kalkmaz oldu. Yüreğimiz yandı, canlarımız gitti. Bazı şehir ve kazalarımız neredeyse battı. Rabbim beterinden muhafaza buyursun. Geçen gün de üç vilayette sel felaketi yaşadık. Yine canlarımız gitti. Evler, sokaklar çamur deryasına döndü. Konuşmaya mecalimiz yok.
Gündem de kabarık. Ortada bir de seçim havası var, bir taraf “aday da belli karar da” derken diğer taraf “az kaldı, arkası yarın, geliyor, gidiyor” diye ipe un sererken bazı zevzekler şahsımı arayıp “Altılıların adayı sen ol demez mi?” Yahu kardeşim ben ilkokul üçten terk bir adamım, ömrüm ya çobanlık ya da küfecilikle geçti. Ben ne anların politikeden. Hem hiç de hazzetmem. Beni bilen bilir ki ben yalandan, goğ gaybetten, iftira garemetten nefret ederim. Siyasetin dilinin kemiği, yüzünün derisi, lafının gerisi yok. Velhasılı kelam bu iş bana göre değil. Bir ireyim var gider perdenin ardında canımın çektiğine, aklımın yattığına veririm. Allahtan altılılar kavga gürültü adaylarını açıkladı da biz de kurtulduk bu yükten.
Eskiler “Hak, doğrunun yardımcısı olsun.” derlerdi. Ben de aynı kafadayım. Soluğu hayra olanların işi rast gelsin. Allah devlete, millete zeval vermesin.
Efendim geçen gün bizim torun ile köye gittik. Bizim oğlana dedim ki:
“Oğul beni bizim yaylaya da götür.”
Sağ olsun oğlan sözümü ikilemedi. Birkaç gün köyde gezdikten sonra yaylaya çıktık. Yaylaya çıkınca oğluma:
“Oğlum beni korumuza da götür, bir gezeyim. Dünya gözüyle bir daha göreyim oraları.” dedim.
Tamam dedi ama bizim torun hemen sordu:
“Dede koru nedir?”
Eee şimdi neresinden başlayayım anlatmaya diye düşünürken onun anlayacağı şekilde başladım anlatmaya:
“Evladım, eskiden tarafımızca koruma altına alınan ve başkalarının kesmesine müsaade edilmeyen ormanın bir bölümüne koru denirdi. Senin anlayacağın, koru diye arazisi devlete, ağacı bize ait yere derdik. Ağacı bize ait dedimse de öyle dibinden kesip yok etmek yoktu. Sadece kuru dallar kesilir, sık yerler seyreltilir, budama yapılırdı. Orada sürekli ormanın kalması sağlanırdı. Aklı başında kimse de gelip senin korunu kesemezdi. Bir de orman içinde bir veya birkaç mezar olurdu. Bunlar genellikle eren veya evliya mezarı olarak kabul edilir ve onun etrafındaki ağaçlar da tekkenin, türbenin, dedenin ağacı, korusu diye kimse kesemezdi. Hatta kesenler felakete uğrar, dede taşlar diye efsaneleri bile vardı.”
Torun kaşlarını çattı, suratını ekşitti:
“Yahu dede bugün sen çok sallıyorsun gibime geliyor. Hiç mezardaki adam ağacı keseni taşlar mı? Uydurmuşlar.” diye itiraz etti.
Bugün bizim çokbilmişin çenesi düşmüştü bir kere. Cevap vermesen inandırıcılığın kalmıyor. Versen bir türlü. Mecburen cevap verdik.
“Oğlum, aslında sen de haklısın ama eskiden insanlar senin gibi mektep, medrese görmemişti. Televizyon yok, internet yok, radyo yok. Ne duysa inanıyor. Bizim köy dağın eteklerinde olduğu için bir tarafımız çam ormanı bir tarafımız meşelik. Ancak ovada bulunan komşu köyler dağa musallat olmuşlar, sürekli kaçak kesim yapıyorlardı. Ormancılar da bizim köylüleri siz kesiyorsunuz diye sıkıştırıyor, zaman zaman keçi sürülerimizi alıp götürüyorlar, eşeklerimize el koyuyorlar, ceza yazıyorlar. Hapis bile yatıyorduk. O zamanlar köy muhtarımız olan Hasan Ağa, bakmış ki bu adamlar dağa musallat olmuşlar, her gece gelip ormanı kesiyorlar. Her gün bir tantana, kavga gürültü. Milletin eli belaya girecek diye aklına bir fikir gelmiş. Bir gün köy odasına gelip dedi ki:
“Ağalar ben bu gece bir rüya gördüm. Rüyamda ak sakallı bir dede bana:
‘Bak muhtar sen beni korumuyorsun. Bu Beşoluklular, Sarıevliyalılar, Fındıklıeşmeliler gelip ağacımı kesiyor. Biz bu dağda yedi evliyayız. Sana mezarlarımızın yerini göstereceğim. Sen köylüyü topla, benim sana gösterdiğim yerlerdeki mezarları taşla çevir, başımıza ve ayakucumuza ulu taşlar dik. Sonra da mezarlarımızın etrafında doğu, batı, kuzey ve kıble tarafına yüzer adımlık yer çevir. Buralar bizim korumuz. Kimse bizim ağacımızı kesmesin. Eğer kesen olursa kundaktaki çocuklarını yaşatmam, ana rahmine düşenleri düşürtürüm. Ekinini sele verdiririm, evini ocağını yakarım.’ diye beni sıkıştırdı.
Kalkın, size oraları göstereceğim. Bu günden tezi yok hemen o mezarları yapıp yüzer adım çevirelim.” dedi.
Köylü birlik olduk, elimize kazmaları, kürekleri alıp dağa çıktık. Hasan Ağa’nın gösterdiği yerlere yedi mezar yeri yaptık. Etrafındaki yüzer adımlık bir alanı da taşlarla çevirdik. Sonra Hasan Ağa; Beşoluk, Sarıevliya, Fındıklıeşme köylerine adam saldı.
‘Dağda yedi yatır var, mezarlarını yaptık, yüzer adım etrafını çevirdik. Buradan ağaç keserseniz dede sizi çarpar, ekininizi sele verir, ocağınıza ataş düşürür, beşikteki bebeleriniz ölür. Sonra bize demedi demen.’ diye verdik paygamı.
Tabii Hasan Ağa uyanık adam. Hemen güvendiği diline sahip, sır çıkmayacak sekiz on kişiyi ertesi gece dağa çıkardı. Aralarında ben de vardım. Hepimiz hacılar gibi ihramlara büründük. Birer ikişer o türbe diye çevirdiğimiz mezarların yakınlarına saklandık. Yanımıza da epeyce iri taşlar biriktirdik. Sonra beklemeye başladık. Bir de baktık bizim Beşoluklu dört kişi gece yarısı tıkır tıkır gelmeye başladılar. Adamlar özellikle de türbelerin ağaçlarını kesmeye niyetlenmişler. Onlar daha baltaları ağaçlara vurmadan biz bunları taşa tuttuk. Hasan Ağa kalın bir sesle bağırmaya başladı:
“Biz size haber saldırmadık mı bizim ağacımızı kesmeyin diye? Evinizi, ocağınızı ataşa vereyim mi? Pir Ali Sultan koyurma, Mehmet Dede şu uzunun kolunu kanadını kır! Hasan Abdal şu sarı bıyıklıyı yık!”
Adamlar neye uğradığını şaşırdılar. Ayın ışığı vurdukça beyazlar içinde bizi görenler derelere aşağı bir kaçıyorlardı ki görmeliydin. Bu nöbet işini bir hafta devam ettirdik. İlk beş gece diğer köylerden gelenler oldu. Hepsi de aynı şekilde kaçtılar. Sonra gelenlerin ardı kesildi. Böylece dağda türbe var, dede var diye herkes inandı da dağı kesilmekten kurtardık.”
Bizim torun gülmekten yıkılıyordu. Lakin yine soruya başladı.
“Dede desene bir daha ormanı kesmeye gelemediler ha!”
“Yok oğlum, çam ormanını kurtardık ama bu defa gelip yaylalardaki bizim meşeliklere tebelleş oldular. Dede var desek, biz kesiyoruz diye kimse inanmaz. Bu defa adamlarla kavga, gürültü daha da arttı.”
Hay dilim kopaydı, ben böyle deyince torun yine itiraz etti.
“Olur mu öyle dede?” dedi ve parmağını sallayarak devam etti. “Devlet kendi ormanını koruyamıyordu da siz mi koruyordunuz? Öyle şey olur mu, devletin askeri, polisi ne güne duruyor?” diye saydı.
Baktım çocuk da haklı ama alacaklı değil. Tabii çocuğa da mantıklı bir cevap vermek şart olmuştu. Ben devam ettim anlatmaya:
“Bak oğlum, devletin askeri, polisi hatta ormancı dediğimiz orman korucuları var. Bu da bir nevi orman koruma usulü idi. Çünkü ormanın o bölgesi üzerimize zimmetli gibiydi bir kere. Kimse sizin korunuzu kesemezdi. Devlet önceleri orman askeri ile ormanlarını korumaya aldı. Ancak daha sonra bundan vazgeçildi. Ormanları, orman muhafaza memuru denilen memurlarıyla korumaya başladı. Bizler köy dilinde bunlara “ormancı” derdik. Hatta bu ormancılar köylünün gözünde o kadar büyük bir mevkie sahipti ki köye kaymakam gelse köylü ormancıya rağbet eder, kaymakamın yüzüne bakmazdı. Hatta birisinde Kaymakam Efendi bu işe bozulmuş ve köylülere fırça çekmeye kalkmış. Orada eskilerden güngörmüş bir Osmanlı kadın cevaben kaymakama demiş ki:
“Ah evladım az daha okusan da kaymakam yerine de ormancı olsaydın ya. O zaman bu ikram, izzet, hürmet sana olurdu.”
Kaymakam da olgun adammış yine de de ‘Haklısın nene’ demiş ve işi kapatmış.”
Tabii ben bunu anlatınca torun da şaşırdı ve yine yapıştırdı soruyu:
“Dede ormancı olmak için hangi okul mezunu olmak gerekiyordu?”
Bu soruya boş bulunup cevap verdik sonunu düşünmeden.
“Oğlum o zamanlar ilkokul mezunları bile ormancı olabiliyordu. Sonradan ortaokul ve lise mezunları ormancı oldular.”
Ağzımızla düştük tuzağa. Tabii bizim dünyaya ikinci kez gelmiş çokbilmiş torun bize lafı saydırdı.
“Yahu dede amma da yaptın ha! Kaymakamlar ya hukuk fakültesi ya da kamu yönetimi mezunu oluyorlar ve dört yıl okuyorlar. Ormancı olmak için nasıl daha fazla okunsun ki... Tıp, veterinerlik ve diş hekimliği hariç diğer fakülteler zaten dörder yıllık. Bunlar ilkokul mezunuymuş o zaman. Dede sen de amma sallıyon ha! Beni iyice saf, salak belledin ha!”
Hadi buyur şimdi, nasıl anlatırsan anlat. Bu köpoğlusu ikna olur mu hiç? Kalksan bazı ormancıların köylüye yaptıklarını anlatsan yakışık almayacak. Köylünün ormana yaptıklarını anlatsan o da olmayacak. Artık “lafın gelişi öyle” dedik ve devam ettik.
“Oğlum şimdi sen orasını karıştırma da ben anlatacaklarımı bir bitiriyim. Sonra unutuyorum diyeceklerimi. Neyse efendim uzun lafın kısası, ormancılar devletin resmi memurları olarak ormanları korur iken biz de gayriresmi olarak kendimize ait olduğunu düşündüğümüz yerleri korumaya devam ettik. Tabii bu sayede bizler kendimize ait olan yerleri gerçekten de koruduk. Hemi de canımız pahasına. Çok kavga gürültü çıkardık.”
Tabii bu sözüm üzerine bizim torun yüzüme şaşkınca baktı:
“Nasıl yani, devletin ormanını korumak için birbirinizle kavga mı ettiniz?” diye sordu.
Bu söz üzerine köyümüzün yaylaları, dağları, dereleri, meraları ve o günler gözlerimin önünde canlandı. Hafızamı yokladıktan sonra oradaki bir iki hadiseyi özetleyerek torunun meramını giderdim. Onun çok hoşuna gitmiş olacak ki bana:
“Dede,” dedi “sen bunları da yazsana. Kesinlikle insanlar bunları okumalı.”
Düşündüm, doğru söylüyor. Siz kıymetli okurlarımı da merakta koymamak adına, hazır bu oğlanı da bu tavda bulmuş iken şehre dönünce hemen bilgisayarın başına oturduk. Şimdi bu kavgaları genel olarak değil de yaşanmış bir hadise üzerinden anlatmak daha doğru olur diye kafamdaki eski defterleri şöyle bir karıştırdım. Ben anlatmaya o da yazmaya başladı.
“Sene 950 idi. Biz yine o yılın baharında yaylaya çıkmıştık. Güz gelmiş, artık yavaş yavaş köye dönüş hazırlıklarına başlamıştık. O sene Hasan Ağa muhtardı. Hasan Ağa arada bir ormancılarla yaylaya gelir, diğer köylerden kaçak kesime gelenlere gözdağı verirdi. Ormancılar eğer o köylüleri yakalarsa onları mahkemeye verir hapse attırırdı. O gün bizim Hacı Ali dayımın karısı Fikriye bibimin iki tavuğu gürk olmuş, onları yozdurmak için oğulları Salih ve Süleyman’ı çağırmış.”
Ben gürk deyince, torun hemen araya girdi.
“Dede gürk nedir, yozdurmak nedir?”
İster istemez gülümsedim.
“Tavukların kuluçkaya yatıp civciv çıkarma isteğine gürk oldu derdik. Oğlum biz gürk deriz bazı yerlerde gurk derler. Ancak tavukların bahar mevsiminde gürk olması istenirdi. Hatta bizde bir laf vardır. Yazın cücüğü güzün sayılır diye. Cücük diye de civcive deriz. Neyse böyle zamansız gürk olan tavuğu da bu halden vazgeçirmek için soğuk suya basarlardı. Buna da gürkü yozdurmak denirdi. Fikriye bibim de oğulları Salih ve Süleyman’a gürk olan tavukları vermiş ve su oluğuna basmalarını istemiş. Onlar da dört beş yaşlarındaydılar. Ben de o zaman dağda davar güdüyordum. O vakit yaylaya inip azık alacaktım. Bir de baktım Salih ile Süleyman tavukları oluğa basıp çıkarıyorlar, hayvanları bir de oluğun duvarlarına çarpıyorlardı. Ben onları görünce tavukları kurtarmak için koştum ama ben yanlarına geldiğimde tavuklar çoktan ölmüştü. Tabii Fikriye bibim de bunları görmüş eline bir sırık çekip bunlara doğru hışımla geliyordu ki bizim Muhtar Hasan Ağa yanında ormancılarla çıkıp geliverdi. Fikriye bibim Hasan Ağa’ya karşı çok saygılıydı. Ona gelinlik eder, yanında hiç yüksek sesle konuşmazdı. Hasan Ağa ondan bir saate kadar yemek hazırlamasını istedi. Ormancılarla meşeliğe doğru gittiler. Bu arada Salih ve Süleyman da dayaktan kurtulmuştu. Ben hemen bir oğlak kestim ve kebap yapmak için hazırlığa giriştim. Aradan bir saat geçmişti ki bizim korudan bir gürültü koptu. Silah sesleri geldi. Biz ne oluyor derken bir de baktık Hasan Ağa ve ormancılar önlerinde birkaç eşekle çıkageldiler. Eşekleri kömün arkasındaki çitlere bağladık. Semerleri de evin önüne getirip duvarın dibine koyduk. Şimdi diyeceksin ki köm nedir? Köm yayladaki tek katlı, üzeri toprakla örtülü evlere denir. Semer de eşeklerin sırtına vurulan koltuk gibi bir şey. Onu da bilirsin artık. Neyse bu arada yemeği hazırladık. Tam yemeğe başlamıştık ki;
“Sarıevliyalılar semerleri çalıyor, yetişin!” diye birisi bağırdı.
Hasan Ağa ayağa fırladı ve musturlu bir küfür savurdu. Tabii sofradaki herkes ayağa fırladı ama adamlardan birisi tabanca ile bize doğru ateş etti. Hemen yere yatıp siper aldık. Adam iki el silah attıktan sonra tabancası tutukluk yapınca hemen yattığımız yerden fırlayıp adamların peşinden koştuk.
Hasan Ağa bana:
“İrfani sen ormancılarla burada kal. Siz yemeğinizi yiyin. Biz Sarıevliyalılarla ilgileniriz.” dedi.
Ben ve iki ormancı bir de yabancı misafir geri sofraya döndük. Adamlar kaçtı diye de pek oralı olmadık. Aradan yarım saat geçmemişti ki Süleyman soluk soluğa yanımıza geldi:
“Hasan emmim Sarıevliyalıları gürkten yozmak için oluğa suya basıyor.” demez mi?
Hemen yerimizden fırladık. Bir de baktık ki Hasan Ağa ve yanındakiler Sarıevliyalıları getirmiş oluğa basıp adamları bir güzel dövüyorlar. Yayladaki kadınlar ve ormancılar adamları Hasan Ağa’nın elinden kurtardılar ama adamların ayakta duracak halleri kalmamıştı.
Hasan Ağa biraz sakinleyince ormancıların şefi olan Afyonlu Şeref’e:
“Şeref Ağa bu adamları eşeklere sarıp gönderelim, diğerleri de ibret alsınlar. Yoksa onların bu dağdan elini kesemeyeceğiz.” dedi.
Şeref Ağa da tamam deyince adamları yaymalayın eşeklerin üzerine attık ve sicimle bağladık. Sonra da eşeklere deh deyip dağa doğru sürdük. Şimdi sen yine yayma nedir diyeceksin. Eskiden kıldan dokuma büyük çuvallara yayma derdik. Onu eşeğin üzerine uzunlamasına koyup sıkıca sicim dediğimiz kalın ve sağlam iple bağlamaya da yaymalama denirdi. Eşekler adamları dağa yukarı götürdüler. Tabii bunların arkasından iki adamı da gözcü olarak gönderdik. Adamlar o gece yaylaya dönüp olanları anlattılar. Meğer köylü bunlara gitmeyin diye karşı çıkmış ama bunlar dinlememişler. Adamları epeyce azarlamışlar. Bir daha da epey bir müddet gelen giden olmadı. İşte biz bu dağları, bu ormanları böyle koruduk evlat. Belki size yanlış gelir de o zamanki şartlar böyleydi.” dedim.
Ben sözlerimi bitirince bizim torun:
“Vay be” dedi “demek bu ormanlar bu sayede ayakta kaldı dede. Hasan Ağa biraz gaddarmış ama yine de helal olsun adama. Allah rahmet eylesin. Sayende gürkü de gürkten yozdurmayı da öğrenmiş oldum.” deyince hep birlikte gülüştük.


Yorumlar - Yorum Yaz