YANLIŞ TRİBÜN

Burdur’da Gençlik ve Spor Müdürlüğünde görev yaptığım dönem... Oğlumun çocuk kardiyolojisinde yapılacak. Rutin kontrolü için 01 Şubat 2001 tarihinde özellikle okulların yarıyıl tatili olması nedeniyle almış olduğum randevu üzerine soğuğun tam olarak hissedildiği bir günde Ankara Hacettepe Üniversitesine gittik.
Gün boyu EKG, ultrason gibi çekimlerin ardından yapılan tahliller ve doktor muayenemiz neticesinde iç huzuru ile hastaneden ayrıldık.
Ankara’ya her gittiğimde Kızılay semtinde bulunan Genel Müdürlüğümüze de uğrar, takip edilmesi gereken işlerin hızlandırılması için girişimde bulunarak dönerdim Burdur’a. Yine öyle yaptım.
Hastane ile Kızılay arası yakın olduğu için yürüyerek gittik Genel Müdürlüğümüze. Gittik derken kaldırımlar bile yürünecek gibi değil, her yer bileklerimizi aşan kar yığınıyla doluydu.
Koskoca başkentin bu halde olduğunu gören kim olsa şaşırırdı. Neyse botlarımın içine işleyen kar suyuna aldırmaksızın yaptığım iş takibinin ardından hastane işleri de bittiği için bir an önce AŞTİ (Ankara Şehirlerarası Otobüs İşletmesi)’ ye gidip biletimizi ayırttığım otobüse yetişmek istiyordum. O an oğluşumun bir şey söylemek istediğini, çekindiğini hissedince sordum:
“Annem, ben dönmek istiyorum ama sen sanki bir şey söyleyecek gibisin.”
Bunun üzerine Emre’m:
“Bugün Türkiye Kupası çeyrek final müsabakalarından Fenerbahçe ile Ankaragücü arasında oynanacak müsabaka, 19 Mayıs Stadı’nda yapılacak. Gelmişken izleyebilir miyiz? Maç bittikten sonra Burdur’a dönsek olmaz mı?”
Erkek çocuğu annesi olmak farklı bir duygu, üstelik hem anne hem de baba sıfatını taşıyorsan sorumluluğun bir kat daha fazla oluyor. Oğlum haklıydı bu talebinde. Kendisi koyu bir Fenerbahçe taraftarı olarak çocukluğundan beri gündüz oynanan maçlarda kulağını radyoya dayar ve radyodan müsabaka spikerinin ikişer, üçer dakikalık periyodlar halinde anlattığı maçın yorumunu heyecanla dinlerdi.
Yaşadığımız şehirde profesyonel bir takımın maçını izleme gibi bir şansımız yoktu. Hazır Ankara’ya gelmişiz, neden olmasın?
Görev kimliğim nedeniyle girişte de zorlukla karşılaşmayacaktım. Oğlumu kırmak istemedim ve ayaklarımın kar suyundan buz kesmesine ve koltuk altımda oğluma ait Hacettepe Üniversitesi sağlık dosyasına aldırmaksızın, hatta Burdur’a kalkacak son otobüsü de kaçırma riskine rağmen, oğlumu maça götürmeyi kabul ettim.
Stadyumun girişinde satış yapan büfelerden ekmek arası köfte yedikten sonra, idari personelin bulunduğu binaya gidip kendimi tanıttım. Yaptıkları çay ikramıyla birlikte biraz da ısınmış olduk. Benim güzel teşkilatımın bir personeli, bizi maçı tribünde rahat bir şekilde izleyebileceğimiz bir alana yerleştirip gitti.
İlk kez böyle büyük bir statta maç izleyecek olmanın heyecanı sarmıştı içimi. Seyirciler oldukça coşkuluydu ve tribünlerde karşılıklı olarak şov yapıyorlardı.
Bir yandan sahaya atılan konfetiler, bir yandan renkli dumanlar, hareketli reklam panoları derken nereye bakacağımızı şaşırdık. İki takımın da forması sarı lacivertti. Saygı duruşunun ardından tüm tribünün kuvvetli bir şekilde İstiklal Marşı’nı okunmasının ardından beklenen an hakem düdüğü ile başladı.
Oğlum kadar ben de kendimi tribün atmosferinin içinde buldum. Bir heyecan, hop oturup hop kalkıyoruz ana oğul. Ama bir gariplik sezdim çevremde. Çünkü bizim heyecanımız ile bulunduğumuz tribünde bulunan seyircilerin heyecanı birbiriyle örtüşmüyordu.
Fenerbahçe’nin gol pozisyonunu değerlendirememesinin ardından ben “Yapma ya!” diye bağırınca yanımda oturan bey:
“Sanırım yanlış tribündesiniz, burası Ankaragücü taraftarının olduğu tribün. Bence sessiz kalın yoksa nahoş bir durumla karşılaşabilirsiniz.”
Olacak iş mi bu şimdi? Aynı anda oğlumun yanında oturan polisin de Emre’mi uyardığını duydum:
“Aman abim Ankaragücü’nün fanatik seyircileri arasındayız, ben de Fenerbahçeliyim ama sesimi çıkarmıyorum. Burada bir olay olursa seni ben bile koruyamam belli etme Fenerbahçeli olduğunu.” Demez mi?
Sözde oğlumu mutlu etmek için onun hayal ettiği bir güzelliği yaşatıyorum diye sevinirken oğlum maçın heyecanını bile yansıtamayacak, yaşayamayacaktı. Böyle maç mı izlenir? Ben içinde bulunduğumuz duruma üzülürken müsabakanın 43. dakikasında Ankaragücü’nün oyuncusu Faruk Namdar maçın ilk golünü atınca bizim oturduğumuz tribün seyircileri heyecandan yerinde duramayıp coşkuyla zıplarken, biz sadece yutkunur vasiyette birbirimize baktık ve kısa bir süre sonra da ilk yarı düdüğü çaldı.
Devre arasında ana oğul gülsek mi, ağlasak mı der gibi bakıştık. Hayatımızda ilk kez profesyonel bir müsabakaya gelmiş ama tutmuş olduğumuz takımın tribününden değil de rakip takımın tribününden maçı izliyor olmanın burukluğunu yaşıyorduk.
Devre arasında da yer değiştirmek mümkün olamayacaktı. Bu arada yanımızda oturan beyin merakını çekmiş olacağız ki sormaya başladı:
“Sanırım il dışından geldiniz, elinizde de hastane dosyası mevcut dikkatimi çekti, geçmiş olsun merakımı hoş görün.”
“Evet, Burdur’dan geldik, oğlumun doktor kontrolü vardı, aslında 17.30 arabasıyla dönecektik ancak oğlum Fenerbahçeli olunca bu maçı izlemek istedi. Ben de kıramadım.”
Sohbet koyulaştı, karşılıklı sorular cevaplar derken, ben de beyefendinin Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunda çalıştığını öğrendim. En azından kendini bilen birileri vardı yanımızda.
Neyse, hakemin düdüğü ile birlikte yine maça odaklandık. Oğlum küçük olduğu için benim onun heyecanını frenlemem gerekirken o benim heyecanlı hâlimi gördükçe “Anne sakin ol!” diyerek beni engellemeye çalışıyordu.
Nihayet 65. dakikada Serhat Akın’ın vuruşu topu ağlarla buluşturunca ana oğul ayağa fırladık. Durum eşitlenmiş ve 1-1 olmuştu.
Oğlumun mutlu bir şekilde stattan ayrılmasını istiyordum. Maçın ikinci devresi de sonuçlanmış ve müsabaka berabere bittiği için uzatma devrelerine geçilmişti.
Müsabakanın ilk uzatmasında skor değişmemiş, ikinci uzatma başlamıştı. Benim gözüm saatte, bir yandan maçı izlerken bir yandan da otobüsü kaçırırsak gecenin bir vakti nereye giderim, nerede otel bulurum kaygısı içindeydim.
Güzel bir pozisyonu değerlendiren Serhat Akın’ın 112. dakikada yaptığı vuruşun gol olması ile birlikte durum 2-1 olunca rahat bir nefes aldım. Artık korkularımızı yenmiş bir hâldeydik, ayakta maçı izliyor, bir an önce maç bitsin de otobüsü kaçırmayalım diye dua ediyordum.
Gün bizim günümüz hatta Emre’min günüydü. Müsabakanın 119. dakikasında Ali Güneş’in vuruşu ile birlikte durum 3-1 Fenerbahçe’nin galibiyeti ile sonuçlanmış ben de derin bir nefes almıştım.
Sanırım yanımızda polisin oluşu, benim bayan ve oğlumun da çocuk oluşu Ankaragücü taraftarının karşısında kalkan görevi gördü.
Her ne kadar müsabakayı rakip takımın tribününden izlemiş olsak da maçı izlediğimize değmişti.
Şimdi asıl iş son otobüsü kaçırmamak için terminale ulaşmaktı. Yanımda oturan beye yol tarifini sorunca Türk insanının yardımsever yönü bir kez daha ortaya çıkıverdi. Müsabakadan dolayı iyice yoğunlaşan trafiğe rağmen sağ olsun arabasıyla bizi Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminaline ulaştırdı. Adını dahi bilmediğim bu beye hep teşekkür etmişimdir. Adını bilsem ne olacak ki, o sadece insan gibi bir insandı...
Allah’tan gecenin son otobüsüne bilet bulduk ve otobüse bindik. Otobüs ne zaman hareket etti, nerede mola verdi hiç hatırlamıyorum, bir ara oğlum tribünde bağıramadığı ses tonu ile “Gooollll!” diye bağırdığı için muavinin uyarısıyla kendime geldiğimde oğlumun yüzünde gördüğüm tebessüm her şeye bedeldi.


Yorumlar - Yorum Yaz