SANSA GEÇİDİ'NDE PİKNİK

Efendim havalar malumunuz hiç göz açtırmıyor. Uzun bir müddet yağmur yağdı. Ortalık sele suya karıştı. Kuraklık olacak derken Rabb’im öyle bir yağmur verdi ki kuru derelerden bile sel geldi.
Bu defa millet başladı: “Ekinler tarlada kalacak, hep yattı. Ekinler pas oldu, arpalar çürüdü.”
Biz eskiler: “Yahu Rabb’im işini bilir. Azcık sabredin. Bak sular çekildiydi, şimdi yeniden gürleşti. Şükredin, nankör olmayın.” diye kızıyoruz; ama dinleyen kim?
Şimdi de çöl sıcakları başladı. Bu defa da “Yandık, kavrulduk. Bir yağmur olsa da ferahlasak.” diye vaveyla ediyorlar.
Biz yine kızıyoruz. Yağmur yağınca şikâyet, yağmayınca şikâyet, sıcak olunca şikâyet, soğuk olunca şikâyet. Sabredin, şükredin diyorum.
Oradan birisi demesin mi?
“Yahu İrfani Ağa sen bırak nasihati de şu senin maceralardan anlat. Bu köylü kısmına gırgır şamata gerek. Nasihati hoca da veriyor. Hele anlat bakalım şu senin heybende gün yüzü görmedik hatıralarından.”
Birisi de demez mi?
“İrfani emmi sen hiç esgerlik hatıralarından anlatmıyon. Yoksa esger kaçağı mısın?”
Kafamın tası attı:
“Ulen köpoğlusu ben dört buçuk sene esgerlik ettim. Neyini anlatacağım?” diye tersledim.
Ben kızdım ya, o geveze öfkemin ucunu kanatınca diğerleri de başladı şunu anlat, bunu anlat demeye. Eh artık kafa yuhaldı, çoğunu ben de unutuyorum. Biraz da naz ediyorum gendimce. Ben naz edince ısrar da çoğalıyor dinleyen de... Hatta biraz daha can kulağıyla dinliyorlar. O da benim hoşuma gidiyor.
Neyse uzatmayalım, bizim Kör Üssük’ün Celal lafa girdi sonra:
“İrfani emmi Sarıkamış’a gitmişsiniz, yolda piknik yapmışsınız. Onu anlatsana.”
Ben bu işi daha önce kimseye anlatmamıştım. Bu nerden duymuş diye şaşırdım.
“Sen nerden biliyon benim Sarıkamış’a gittiğimi? Ben bu işi kimseye anlatmamıştım.” diye sordum.
Celal, gevrek gevrek gülerek başladı anlatmaya:
“Geçen sene Çorum Belediyesi bizi Sarıkamış’a götürdü. Yolda giderken şoförlerle ehbap olduk. Benim bu köyden olduğumu öğrenince seni sordu. Ben de duruyor dedim. O da bize sizin Sarıkamış gezinizi anlattı. Ama oğlan bir anlattı bir anlattı... Neredeyse gülmekten altımıza işeyecektik. Sen bize bu macerayı anlat.”
Ben işin doğrusu biraz bozulmuştum. Bir de şoför ne anlattı, ne kadar anlattı bilmediğimden anlatmak istemedim. Lakin ben nazlandıkça milletin merakı iyice arttığı için artık baskılara dayanamadım başladım anlatmaya.
“Efendim malumunuz geçmişte bir dönem karakucak güreş tutmuşluğum vardır. Tabii pek ilerleyemesek de Çorum’da yaşadığım dönemde bir müddet gençlere karakucak ve yağlı güreşi öğrettik. Yani bir nevi hocalık ettik. Ben köye taşınınca bu işleri bıraktım. Lakin bizim güreş bellettiğimiz gençlerden birisi bayağı ilerlemiş. Avrupa şampiyonu olmuş. Dünya şampiyonasında ikinci olmuş. Sakatlanınca Milli Takım’da hocalık etmiş. Sonra o da güreşi bırakmış ama onu Belediye Güreş Takımı’nın başına geçirmişler. Sarıkamış’ta da o yıl turnuva düzenlenmiş. Ben de şehere doktora gitmiştim. Bununla Saathane civarında belediye binasının arka kısmında karşılaştık. Ben onu tanıyamadım. Heykel gibi bir adam. Kafa İskilip hakı gibi kocaman, kulaklar kırık, burum baldırcak gibi. Kolları şart olsun normal adamın baldırları kadar. Lakin göbek bir metre önünden gidiyor. Kulaklarının kırığı olmasa pehlivandan çok aşçı yamağına benziyor. Adam beni hatırladı. Geldi boynuma, boğazıma sarıldı. Elimi öpüyor.
“Lan oğlum sen kimsin?” dedim.
“Hocam ben Hüseyin, bana güreşmeyi sen öğrettin. Ben Pehlivan Hüseyin” deyince adamı hatırladım.
Neyse epey bir sohbetten sonra beni arabasıyla hastaneye götürdü. Adamı tanımayan yok. Doktorlar bile onu görünce Hüseyin Pehlivan gelmiş diye ayağa fırlıyorlar. Beni bir muayene ettirdi ki sormayın. Tepeden dırnağa kurdalanmadık yerimi bırakmadılar. İğnemi, ilacımı da bizim Hüseyin Pehlivan aldı.
Hastane işimiz bitince illa yemek yiyeceğiz dedi. Beni aldı Çöplük’te Kadir Usta’nın lokantasına götürdü.
“Hocam” dedi “Çorum’da bir zamanlar rahmetli Zarif Usta tandırda bir numaraydı. Bu da onun kalfası. Bu adamın üstüne tandır yapan yok. Çakır Sami de güzel yapar Allah için. Lakin bu Kadir Usta eti keserken adeta eti bıçakla sever, okşar, incitmeden keser.” diye bayağı methetti.
Gendine iki porsiyon söyledi bana da iki dedi ama “Ben bir porsiyondan fazla yiyemem” deyince fazla üstelemedi. Gerçekten çok güzel yapmışlardı eti. Lokum gibi ağzında dağılıyor.
Yemek bitince belediye binasına gittik. Beni başkan ile tanıştırdı. Bayağı bir anlattı. Bu kez başkan:
“Hüseyin Hoca sen bu Sarıkamış turnuvasına İrfani Ağa’yı da götür. Çocuklara motivasyon olur.” Demesin mi?
Ben her ne kadar gidemem desem de beni ikna ettiler. Neyse o gün beni terminale bıraktılar. Ben köye geldim. Bir hafta sonra tekrar şeherin yolunu tuttuk.
O gece beni misafir etiler, ertesi sabah namazdan sonra güreşçi çocuklarla düştük yola. Amasya, Taşova, Erbaa, Reşadiye, Refahiye üzerinden Erzincan’a vardık. Gırgır şamata yolculuk ediyoruz. Erzincan’da yemek yiyecektik. Lakin şoförler:
“Biz arabanın arkasına mangal malzemelerimizi aldık. Buradan güzel bir et, ekmek, domatis vesaire alalım. Yolda bir çeşme başında mangalı yakalım.” diye ısrar ettiler.
Bizim Hüseyin Pehlivan mangalı duyar duymaz:
“Mangal benim işim. Ben yaparım. Çok iyi olur.” diye balıklama atladı.
Erzincan’dan alışveriş ettik. Yola koyulduk. Aha şura, bura derken Tunceli Pülümür yol ayrımında Sansa Geçiti denilen yere geldik. Bu sefer benim çenem düştü.
“Biz burada karayollarının dinlenme parkında bir mangal yapmıştık. Orada güzel bir çeşme var.” dedim.
Neyse oraya gelince araba durdu. Şoförler aşağı inip baktılar. Bize de seslendiler,
“Burası çok güzelmiş. Tam piknik yeri.” diye.
Neyse arabadan indik. Buz gibi suyla güzelce elimizi yüzümüzü yıkadık. Ben de öğlen namazını kıldım. Ocaklar kuruldu. Semaverler yakıldı. Gençler minibüsün teyibini açtılar. Başladılar oynamaya. Lakin yoldan geçen kamyonlar, otobüsler bize selektör ediyorlar, havalı kornalarıyla zırannn diye korna çalıyorlar. Biz de bize selam veriyorlar diye onlara el sallıyoruz. Bizim Hüseyin Pehlivan etler pişene kadar sacda ciğer ve yürek yapmış herkese yarım ekmek arası dağıtmıştı. “Açlığımızı yatıştırana kadar etler pişer.” demişti. Bu arada çaylar da demlenmişti. Hep beraber sofraya düzüldük. Daha bir lokma yememiştik ki yanımızdan beyaz bir minibüs geçti. Minibüs az ileride durdu ve geri geri bize doğru geldi. Tam hizamıza gelince durdu. Bir anda minibüsten eli silahlı askerler boşalıverdi. Hemen etrafımızı çevirdiler. Biz neye uğradığımızı şaşırmıştık. İçlerinden bir astsubay bize doğru yaklaştı ve sert bir şekilde:
“Napıyonuz lan burda?” diye bağırdı.
Biz Hüseyin Pehlivana döndük. O da ayağa kalktı.
“Yemek yiyoruz komutan. Siz de buyurun.” diye cevap verdi.
Komutan şaşkın şaşkın sordu.
“Lan oğlum siz yürek mi yediniz, ciğer mi yediniz, ne ayaksınız lan! Mangal yakacak başka yer bulamadınız mı?”
Hüseyin Pehlivan da saf saf:
“Valla sacda ciğerle yürek yapmıştım. Ekmek arası ciğer ve yürek yiyoruz.” demesin mi? Komutan küplere bindi.
“Belli belli, yürek yemeseydiniz burada zaten duramazdınız.” diye terslendi.
Hala bizim pehlivan olayı anlamamıştı.
“Valla komutan baktık burası güzelmiş. Su da var. Durduk mangalı yaktık. Yoksa burası askeri bölge mi?”
Komutan kafasını bir sağa büktü bir sola büktü. Sonra:
“Çıkarın lan kimliklerinizi.” dedi.
Kimlikleri çıkardık. Bir asker kimlikleri alıp komutana verdi. Komutan kimlikleri tek tek inceliyor.
“Çorum, Çorum, Çorum… Bu da Çorum. Aha bu da Çorum.” diye bir elinden diğer eline aktarıyordu. Sonra bize döndü.
“Hep Çorum mu?” diye sordu.
Hüseyin Pehlivan da,
“Biz hep Çorumluyuz komutan, Çorum’dan geliyoruz. Sarıkamış’a gidiyoruz.” dedi.
Komutan da gülerek:
“Zaten başka hiçbir akıllı burada mangal yakamaz. Bunu yapsa yapsa Çorumlular yapar. Eskiden senin yaptığını Çorumlu yapmaz derlerdi şimdi iş değişti Çorumlunun yaptığını kimse yapamaza döndü iş.” dedi.
Biz hâlâ ne olduğunu bilmiyoruz ama biraz da Çorumlu olmaktan gurur duyuyoruz. Kimsenin yapamadığını yapmışız diye.
Komutan birden ciddileşti:
“Lan siz ecelinize mi susadınız? Yukarıda teröristlerle çatışma var. Aşağıda siz mangal keyfi yapıyorsunuz. Daha iki saat önce adamlar burada arabaları durdurup propaganda yapmışlar. İki kişiyi de alıp gitmişler. Çabuk ekmeğinizi yiyince kaybolun burdan.” dedi ve telsizin mandalına çöktü.
“Komutanım aşağıda bir grup Çorumlu güreşçi Sarıkamış’a giderken mola vermişler. Mangal yakmışlar. Durum kendilerine anlatıldı. Yarım saat içinde burayı boşaltacaklar.” diyerek durumu üstlerine bildirdi.
Tabii telsizdeki komutan da bas bas bağırıyordu:
“Lan bunlar deli mi, mangal yakacak başka yer bulamamışlar mı? Çabuk defolup gitsinler buradan.”
Astsubay telsizi kapattıktan sonra bize döndü ve tekrar yarım saat içinde burayı terk etmemizi söyledi ve daha sonra askerlerle birlikte minibüse binip gözden kayboldu.
Biz şaşkın şaşkın birbirimize bakıyorduk. Ağzımızdaki lokmalar büyümüştü yutamıyorduk. Hüseyin Pehlivan da şaşkınlık içindeydi. O esnada şoförlerden birisi:
“Ulan tevekkeli değilmiş bu kamyonlar bize uyarı için korna çalıyormuş da biz anlamıyormuşuz.” deyince zaten sinirlerimiz bozulmuştu başladık gülmeye.
Ancak kimsede yemek yiyecek hâl kalmamıştı. Hemen mangaldaki etleri yarı çiğ yarı pişmiş demeden bir kaba doldurduk. Bolca su dökerek ateşleri söndürüp yola koyulduk. Erzurum’a varana kadar bir lokma ağzımıza sokmadık. Erzurum’a varınca şehir merkezinde bulunan millet bahçesinde hazırladığımız yiyecekleri soğumuş ve yarı pişmiş de olsa yedik.
Bir hafta sonra işimiz bitince Sarıkamış’tan Çorum’a doğru yola koyulduk. Yeni yol planımızda artık orda burda durmak yoktu. Yemekleri şehir merkezlerinde yiyecektik. Sarıkamış’tan sonra Erzurum’da mola verdik. İkinci molayı da Suşehri’nde vermeye karar vermiştik. Lakin yolda sürekli çevirme oluyordu.
Erzincan’ın da girişinde Ekşisu dedikleri yerde jandarma bizi çevirdi. Arabaları bir benzinliğe çekip kimlik kontrolleri yapıyorlardı. Biz de benzinliğe girdik. Bir yüzbaşı askerlerin başında sağa sola emirler yağdırıyordu. Bizim de kimliklerimiz toplandı. GBT’lerimize bakılacaktı. O esnada bir asker koşarak bize doğru geldi ve bizim aracın başında bekleyen yüzbaşıya bir selam çakıp:
“Komutanım geçen hafta Sansa’da mangal yakan Çorumlular bunlardı.” deyince ortalık karıştı. Tüm askerlerin alaylı bakışları üstümüzde toplandı.
Komutan da bize ters ters baktıktan sonra topladığı kimlikleri bizim kaptana geri verdi ve:
“Kaybolun lan buradan.” diye bastı fırçayı.
Kaptan hemen topukladı ve Suşehri’ne kadar bir daha durmadık. İşte bizim hikâye bu.”
Millet gülmekten yerlere yatıyordu. Ben Celal ile göz göze geldim.
Bu sırada Celal “eksik anlattın İrfani Ağa” demez mi?
Sinirlenmiştim.
“Neyi eksik anlatmışım?” diye çıkıştım.
Celal:
“Askerler gidince korkudan arabaya doluşmuşsunuz. Mangalları da bırakıp gidecekmişsiniz. Sizi izleyen askerler geri dönüp:
“Burada bir lokmanız bile kalmayacak. Lan sizi teröristlere yardım ve yataklıktan tutuklarım.” deyince arabadan inip nevalelerinizi toplamışsınız. Hatta bir de mıntıka temizliği yapmışsınız. Sonrasında yola çıkmışsınız. İlk benzinliğe girip hela kuyruğunda kavga bile etmişsiniz. Zira korkudan alayınız neredeyse altınıza edecekmişsiniz.”
“Hadi lan oradan! Burayı da sen uydurmuşsun.” diye tersledim.
Benden fırçayı yiyince;
“Eee İrfani Ağa çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz. Burasını da ben kattım. Biraz da matrak lazım millete.” demez mi köpoğlusu?
Baktım herkes karnını tuta tuta kahkahalarla gülüyor:
“Lan oğlum” dedim “Bende yalan da yok hılaf da. Olay benim anlattığım minval üzre olmuştur. Ben ne çok mala sahibim ne de çok konuşurum o yüzden malım haramsız sözüm yalansızdır.” dedim.
Celal bu defa:
“He he biz de inandık. Atma Recep din kardaşıyık. Hadi malın yok da senin hikâyeler avcı hikâyelerini bile solladı. Bu kadar çok laf yalansız olmaz. Zaten kimse de buna inanmaz.” der demez masanın üzerindeki kül tabağını alıp arkasından fırlattım.
Celal kafasını eğince kül tabağından kurtuldu. Geri dönüp:
“Senden artık iş geçmiş bak vuramadın.” diye başladı gülmeye.
Bir hikâye daha gün yüzüne çıkmıştı. Hâlâ bu olay aklıma geldikçe gülmekten kendimi alamıyorum.


Yorumlar - Yorum Yaz