ŞEKİLCİ BİR MİLLETİZ

Denizi olan şehirde çalıştığım kurumdaki babacan müdürüm, iktidarın değişmesiyle birlikte görevden alınırken, bir okulun Türkçe öğretmenini bize müdür olarak atadılar. Siyasetle de böylece tanışmış oldum.
Kuruma yeni gelmiş olmam nedeniyle diğerleri kadar etkilenmedim bu değişimden. Hatta Türkçeye, edebiyata olan ilgim, yeni gelen müdüre daha ılımlı bakmama neden oldu desem yalan olmaz.
İlerleyen zamanın birinde müdürümüz odama girdiğinde elimde Necip Fazıl’ın “Çile” isimli şiir kitabı vardı.
Müdür ne okuduğumu sorunca, kendisi Türkçe öğretmeni kökenli olduğu için bir anda öğrenciliğime dönüp az önce kitaptan okumuş olduğum dizeleri paylaşmak istedim ve:

“Şu gideni durdursam, çekip de eteğinden;
Soruversem, haberin var mı öleceğinden?”

Mısralarını okudum. Ben ne güzel anlamlı mısralar diye bir yorum beklerken sevgili müdürümüzün kitabın kapağını “pat” diye kapatıp,
“Okuyacak başka bir şey bulamadın mı?” diyerek sert bir şekilde odamdan çıkması karşısında, neye uğradığımı anlamadım. Dilimde Necip Fazıl’ın mısralarının buruk tadıyla kala kaldım.
Dedim ya, gurbetteyim. Şair Kemalettin Kamu’nun dediği gibi:

Gurbet o kadar acı ki,
Ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde.

O zamanlar gurbet gerçekten gurbetti. Her türlü iletişimin zor olduğu yıllardı yetmişli yılların sonu. Ailenizin evinde telefon var, ancak siz parasını verseniz bile hat olmadığı için evinize telefon bağlatma şansınız yok. Arayanınız olduğunda PTT den bir görevli eve gelir, arayanınız olduğunu haber verir. Postaneye vardığınızda geldiğinizi haber verirsiniz, görevli bağlantıya geçer, kabine girersiniz, aradaki santraller birbiriyle konuşur, biri diğerinin hattan çıkmasını ister sonra bu büyük merasimin ardından nihayet arayanınız ile konuşur, görüşmenin ardından gecenin, gündüzün veya mevsimin değişik iklim koşullarını göğüsleyerek evinize dönersiniz.
Bir gün acil durum karşısında izne ihtiyacım oldu ve ailemin yanına gitmem gerekti. “Okuyacak bir şey bulamadın mı?” diyen müdüre akşamın bir vakti, içinde bulunduğum durumu anlatıp izin istedim.
Müdürümün “İzin dilekçeni bırak ve git” demesi üzerine, izin dilekçemi bırakıp aynı gece yola çıktım.
İznimin birkaç gün sonrası mesai arkadaşımdan telgraf aldım. Telgrafta “Fatma görevine dön, müstafi sayılacaksın” yazıyordu.
Memuriyetimin ilk yılları olduğu için bu ifadeyi anlayamadım ve “Acaba Mustafa yazacaklardı da telgrafa müstafi olarak mı geçti?” diye düşünürken, telgrafı alarak onun döneminde memuriyete başladığım müdürümün makamına gittim.
Telgrafı okuyan müdür, izin belgemi sordu. Ben de izinli olduğumu ancak izin dilekçemi bırakıp, yola öyle çıktığımı söyleyince:
“Kızım arkandan oyun oynanıyor, on gün görevine gitmezsen müstafi sayılırsın yani görevden çıkarılırsın” diyerek, beni yanına aldığı gibi sağlık müdürlüğüne götürdü.
Ben o zaman müstafinin Mustafa olmadığını da öğrenmiş oldum. Bu büyük insan bana izinli olduğum günleri kapsayan bir rapor yazdırarak rapor belgesini görev yaptığım yere göndermemi ve bir an önce de görevime dönmemi söylediğinde, yüreğime dikenlerin batırıldığını, yüreğimin kanadığını hissettim.
Ben çalıştığım ildeki müdürüme içtenlikle durumumu anlatmış ve onun dediği gibi de izin dilekçemi bırakıp ayrılmıştım o ilden. Müdüre güvenmiştim, arkamdan böyle bir oyun oynayacağı aklıma bile gelmezdi.
Üç gün sonra Kurban Bayramı’ydı. Görev yaptığım yere raporlu olduğumu, bayram sonu görevime başlayacağımı bildiren telgrafı çektik.
Bayram sonrası mesaime gittiğimde müdür:
“Neden geldin? Artık memur değilsin.” demez mi?
Üstelik izin dilekçemi görmediği yalanını ve telgrafın onay alındıktan sonra geldiğini, yapabileceği bir şey olmadığını da söyleyerek makamına yakışmayan bir davranış sergilemişti.
Artık memuriyetim bitmişti. Benim için mücadele etmekten, hakkımı aramaktan başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Ankara’ya gittiğimde durumumu genel müdürlüğümüzün yetkililerine anlattım, savunmamı aldılar, bu arada konuyu incelemek üzere çalıştığım kuruma müfettiş gönderdiler.
Yapılan teftişin ardından dilekçemi bulamasalar da telgrafın ellerine müstafi onayı alınmadan önce geçtiğini ancak müdürün müstafi onayını aldıktan sonra evrak memuruna kayıt işlemini yaptırdığını posta görevlisinin zimmet defterinden ispatladık. Bu kez sadece benim değil, müdürün telgrafı beklettirip kayda geç aldırdığı evrak memurunun da aldığı ‘kademe durdurma cezasından’ dolayı yüreği kanamıştı.
Yıllar sonra özlük dosyamı inceleme imkânım oldu. İçim sızlayarak, Necip Fazıl’ı okumuş olmam nedeniyle müdür tarafından ülkücü olarak mimlenmiş olduğumu gördüm.
Ne kadar basit değil mi? Düşünüyorum da masamda aynı anda Nazım Hikmet’in de kitabı olsaydı o zaman müdürün yakıştırması ne olacaktı?
Bu olaydan kısa bir süre sonra kader rüzgârı beni memleketim Isparta’ya savurdu. Yine çalışıyorum, bu kez iki yaş daha büyüdüm, yani yirmili yaşımın başındayım.
Fotokopi makinalarının, bilgisayarların olmadığı dönemler. Yazımın güzel olduğu ricasıyla afiş yazmam istendi. Yaz tatilinde olan öğrencilere kurum olarak açacağımız kursları duyuran “YAZ SPOR OKULU KAYITLARI BAŞLAMIŞTIR” yazısını özenerek büyükçe bir kartona yazdım. Yazdığım afiş, duyuru panosuna asıldı.
Öğle yemeği için mesai yaptığım odamdan çıkarken ayağım bir şeye takılınca refleks olarak sıçradım ve ileriye atladım.
O zaman idari binamız yoktu, soyunma odalarının büro haline getirildiği odalarda çalışıyorduk. Bürodan koridora çıktığımızda gözümüz karanlığa uyum sağlayamıyordu. Ayağımın takıldığı şeye bakmak için geriye döndüğümde, hilal şeklinde bir çengelin ucunda uzunca bir sopa olduğunu gördüm. Garip bir şekilde mesaiden çıkan arkadaşlara:
“Arkadaşlar, bileğim kesilecekti, bu nedir? diye sorduğumda,
“Hiç görmediniz mi? Orak” dediler.
Gerçekten de o yaşıma kadar orağı hiç görmemiştim. Demek ki otları kesmişler ve öğleden sonra devam etmek üzere duvara dayayıvermişler diye düşündüm.
Öğle yemeğinden sonra mesaime gelirken baktım ki, birkaç kişi afişin önünde fotoğraf çekiyor. Afişin benim tarafımdan yazıldığını öğrendiklerinde, kendilerinin sivil polis olduklarını söyleyen şahıslar:
“Emniyete gidiyoruz” demezler mi? Şaşırdım, şaka yapılıyor sandım. Ama adamlar ciddi.
Büroma girdiler, tutanak tuttular. Masamda ablam ve enişteme gönderilmek üzere, üzerinde adresi yazılı olan mektup zarfını da yanlarına aldılar.
Önce ne olduğunu anlamadım, meğer “Sayın” derken, “Suadiye” derken ve ablamın-eniştemin isimlerinde bulunan “S” ve “Ş” harfleri ile yazmış olduğum afişteki “S” harfleriymiş suçum. Çünkü aleni ‘orak ve çekiç’ işaretlerini kullanıyormuşum.
Emniyete götürüleceğimi anlayınca en kolay ulaşabileceğim abim olduğu için onu aradım:
“Abi, beni emniyete götürüyorlar, bilgin olsun.”
“Ne oldu? Senin emniyetle ne işin olabilir ki?”
“Bilmiyorum abi, bir orak çekiç tutturdular, ben de anlamış değilim.” diyerek telefonu kapattım.
O an büromdan çıkarken ayağıma takılan orağın da bu oyunun bir parçası olduğunu anladım. Böyle bir saçmalık olamazdı. Hatta yazımın karakteristik özelliği nedeniyle kendilerine “g, y ve r” harflerimin de ne anlama geldiğini söylemelerini istediğimde ifade alan yetkililer tarafından “Ukalalık yapma!” diye terslenmiştim.
Uzun yaz günü akşamının 19.30’u olmuştu sorgulamam bittiğinde. Sorgulama yapılırken:
“Hangi eylemlerde bulundun?”
“...”
“Kimlerle birlikte hareket ediyorsun?”
“...”
“Senin meslek hayatım bitti, sana verilecek ceza başkalarına büyük bir ders olacak.” gibi sorgular ve nasihatlerin ardından soruşturma bitip çıkmam söylendiğinde, koridorda müdürümü ve ağabeyimi merak içinde bekler bulmuştum.
Müdür bey bana:
“Kızım ben bu gazeteyi okuyorum ya, konu ondan kaynaklanıyor, senin sorgulanman bana bir nevi uyarı.” derken elindeki Cumhuriyet gazetesini gösteriyordu.
Düşünebiliyor musunuz, iki yıl içinde önce ülkücü, daha sonra da komünizm sempatizanı olarak suçlanmıştım.
Yine de ben o yılların nesli arasında, en az zarar görmüş biri olarak, kendimi şanslı hissediyorum.
Yıllar sonra ilginç bir olay yaşadım.
Radyo benim en büyük tutkum olunca TRT Nağme kanalında sanat müziği dinleyerek güne başlarım ve her daim radyom açık kalır.
Burdur’da görev yaptığım dönemde canlı yayın programına bağlanacaktım, beni sırada bekleten hostes ile sohbet ederken spor teşkilatında çalıştığımı duyunca, kendi babasının da aynı kurumdan emekli olduğunu söyledi. Bunun üzerine:
“Tanır mıyım acaba?” demem üzerine hostes hanım:
“Sanmam babam .........’de il müdürü olarak görev yapmıştı.”
“Ne güzel tesadüf ben de orada görev yapmıştım, adını öğrenebilir miyim?”
Radyoda bağlantıyı yapacak olan hanım babasının ismini söylediği an bir anda boş bulunup:
“Eksik olsun!” demez miyim?
Tabii bir anda buz gibi bir hava esti ortamda. Ben ortamı nasıl düzelteceğimi bilemedim. Hangi evlat annesi veya babası için kötü bir şey söylensin ister ki? Ama olan olmuştu bir kere. Kısaca kendisini üzmek istemediğimi belirterek babasının bana izin verdiği halde, izin dönüşü işten çıkarılmış olduğumu öğrendiğimi, üstelik çocuk sayılacak bir yaşta ve o şehre yeni gelmiş biri olarak sahiplenilmem gerekirken, sadece okuduğum kitap yüzünden işimden olduğumu özetledim.
Sözün özü, önemli olan kişilerin üzerinde taşıdıkları görevi, sorumlulukları layıkıyla yerine getirmeleri, bu ülke için bu va-tan için çalışmaları ve topluma yararlı olmaları değil midir? Bırakalım şekillerle, kişilerle uğraşmayı. Kişileri saçı, sakalı, bıyığı, konuşma üslubu, yazısı, hatta giyimiyle değil; akıllarıy-la, icraatlarıyla, ürettikleri ve insani değerleri ile ölçmemiz ge-rekmez mi? Çünkü toplumumuzun bölüp parçalanmaya değil bir bütün olmaya ihtiyacı var.

“Bölüşürsek tok oluruz
Bölünürsek yok oluruz.”
Yunus Emre


Yorumlar - Yorum Yaz