KARA LASTİK AYAKKABI

Dedelerimiz, kendi elleriyle işlenmemiş ham deriden yaptıkları çarıkları giyerlermiş eskiden. Buna yaşımız gereği, biz de şahit olduk. Çünkü o menhus zamanlar, büyüklerin nefretle “Gitsin de gelmesin!”
dediği veya “Geldi İsmet, kesildi kısmet!” diye adlandırdığı yokluk ve kıtlık yıllarıymış hakeza. Sonra Demokrat (demirgırat) Parti’nin başa geçmesiyle halkın yüzü birazcık gülmüş, bir takım bolluk ve yeniliklerle tanışmaya başlamış. Bilhassa köylü vatandaşlar, karasabandan traktöre ve ham çarıktan kara lastik ayakkabıya terfi eylemişler.
İşte çocukluk evremizde, kimi yerlerde soğuk kuyu, kimi yerlerde mezet olarak bilinen kara lastik ayakkabıyı giymenin keyfini ve hüznünü bizler de yaşayanlardan sayılırız.
Söz konusu yıllarda, biz çocukların kasabaya gidip gelme şansı bulunmadığından ataerkil aile büyüklerinin getirdikleri giysileri giyerdik mecburen. Çoğu zaman dar veya geniş gelen ayakkabı vesair giysileri, öyle kolay kolay değiştirme lüksümüz de yoktu. Zira saatlerce yol tepilerek gidilen kasabaya onca işin içerisinde tekrar kim gidecekti, ya da ne zaman gidilecekti ki?
Burada bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim.
Köyümüz çok çamurlu bir köydü. Hem de sakız gibi yapışkan çamurlu ovalık bir köy. Öyle ki, kış aylarında sokaklarda yürürken adımlarınızı önce nereye atacağınızı gözünüzle iyice kestirir, öyle yürürdünüz. Bazen çizmelerinizi bile ayağınızdan çekip alırdı yoğunluklu bu çamur.
Birazcık serpildiğim çağımda, artık kara çizmelere ve kara lastik ayakkabılara isyan edip bunların bir üst mesabesindeki daha parlak ve daha görkemli Gıslaved ayakkabılardan istemiştim. Babam kasabadan alıp: “Aha istediğin ayakkabı!” ifadesiyle elime tutuşturduğunda, sevincim hat safhadaydı adeta.
Bir an önce giymeliydim ve hava atmalıydım emsallerime. Öyle de oldu. Ayağıma takar takmaz, köy kahvesinin önünde gülle oynayan çocukların yanına vardığımda, herkes bir ağızdan: “Hayırlı olsun!” tezahüratı yapmaktaydı. Tabii içlerinde çekemeyip kıskananlar da yok değildi. Bakışlarından ve davranışlarından rahatlıkla hissediyordum onları.
Onlar, daha bir yıl önce babamın şeker torbasından terziye yaptırdığı muşamba yağmurluğumu, budaklı değneklerle kıskançlık histerisiyle yırtan kişilerdi. Elbette ki bilahare tek tek yakaladığımda, rövanşımı almıştım hepsinden de.
Neyse…
Hafif çamurlu zemine “enek” tabir edilen 5 veya 10 kuruşları dikerek gülle oynayanların arasına  katıldığımda çok geçmeden mermer damarlı güllem, orada yatan yaşlı bir köpeğin altına yuvarlandı. Güllemi almak için, münasip dille ne kadar kaldırmaya uğraştımsa da bir türlü yaşlı hayvanı yerinden kaldıramadım. Sonunda karnına bir tekme atayım derken ağzında kalan birkaç dişi “hart” diye benim kara lastiğe gömüverdi.
Daha ilk defa giydiğim kara lastiğin efendisi sayılan Gıslaved ayakkabımın sağ teki parçalanmış ve sağ
ayak parmaklarıma sirayet etmişti köpeğin diş izleri.
Moralman yıkılmıştım doğrusu.
5. sınıfta gönlümü gıdıklayan ve kaçamaklı bakıştığımız Şerife kız, görmemişti henüz yeni ayakkabılarımı.
Buruk bir şekilde eve döndüğümde, ebem rahmetli: “Canın sağ olsun üzülme!” diyerek teselli etmeye çalıştı ve yaralı parmaklarımı doğal yöntemlerle hazırladığı “em”le tedaviye kalkıştı.
Günlerce acıyan canıma değil de parçalanan ayakkabıma ne kadar da müteessir olmuştum oysa.