İT YAŞAR'IN KANGALI

Konu komşu ben kayfeye gitmeyince kalkıp beni ziyarete gelmişler. Ev bir şenlendi bir şenlendi ki sormayın. Kendimi bir anda eski günlerde yaşıyor zannettim. Sanki köy odası gibi olmuştu bizim viran hâne. Sağ olsunlar bize zahmet olmasın diye ikramlarını da beraberinde getirmişler. Valla bizim emektarı yerinden kaldırmadılar. Çayı bile kendileri demledi, kendileri doldurdu, kendileri yudu yıkadı. Bize de sadece başköşeye oturup anlatmak kaldı.
Bizim gençler anasının gözü, çıbanı nerden deşeceklerini gayet iyi biliyorlar. Şimdi direk Törrüd deseler benim sinirlerim oynayacak, oraya hiç girmediler. Bizim pehlivan yapılı burnu ezik, kulağı kırık, ense ile kellesi neredeyse bitişik Cavlak’ın Kel Savaş lafa bir elense çekti, laf düştü meydanın ortasına:
“İrfani emmi eskiden kış çok oluyormuş. Şimdi havalar da bir hoş oldu. Eskiden havalar sertti insanlar mertti. Şimdi havalar da hoş birçok adam da nonoş. Bu nasıl iş, nerde kaldı bizim eski kış?”
Köpoğlusu kırk yıllık karakucak cazgırı gibi laf konuşuyor millet de hakır hakır gülüşüyor. Eee madem laf havalardan açıldı biz de havalardan devam ettik.
“Eee Savaş’ım haklısın, maalesef kışın adı var kendi yok. Takvimler ocak diyor ama neredeyse ocaklar tütmüyor gibi. Mevsimler de değişti insanlar da değişti. Haberlerde dedikleri gibi küresel ısınma mı varmış nedir bir türlü kar yağmıyor. Arada bir sis bürüyor dağları ardından bir yağmur, al sana kış. Eskiden öyle miydi? Tövbeler olsun kar yağdı mıydı evden eve gidemezdik. Kadınlar çeşmeye gidemezdi. Ne kadını? Mal davar bile evden çıkamazdı ki suya gitsinler. Çığır açardık tünel gibi. İnan olsun bazı yıllar damların hizasına kadar kar yağardı. Düşünün, tam iki metre... Çoğu sene evlerin penceresiyle bir olurdu karın seviyesi. Emme o seneler bir bolluk olurdu ki sormayın. Karşının çayın suyu ağustosta bile kesilmezdi. Kızılçay’dan baharın bir sel gelirdi; üç ay bu yakadan öbür yakaya geçemezdik. Yaylalar hakeza, dağların karı Mayıs’ta ancak erimeye başlardı. Daha ne deyim?”
Odadaki herkes beni tasdik ediyordu. Culuk’un Hamza lafa girdi.
“İyi de insanlar eskiden şükür bilirdi, şimdi şükür bilen yok. Görmüyon mu el kadar sabileri kırıyor Yafudiler? Bizim içimizdeki dölleri de onlara utanmasa şak şak tutacak. Allah nanköre niye nan versin, nimet versin. Yine gönlü büyük Rabb’im aç komuyor, yağmur olsun yağıyor. Buna da şükür. Bu gençlere şükürü öğretmek lazım, kanaati öğretmek lazım. Önce çalışacaklar sonra da gerisini Mevla’ya havale edecekler. Allah kimsenin emeğini zay’etmez. Amma çalışmadan olmaz. Tarlaya ekmeden biçmek var mı? Yok.”
“Haklısın Hamza Ağa hem de çok haklısın. İnşallah insanlar da düzelir. Eskiler derlerdi ya, yıl azdı kul azdı diye. Şimdi o günleri yaşıyoruz.”
Bizim ehtiyar muhabbeti pek gençleri açmadığı için Savaş hınzırı yine araya girdi:
“Yahu amenna İrfani emmi zaman da değişti, şimdi eski zaman değil. Hani derler ya eski çamlar bardak oldu diye. Madem kış dedik, kar dedik. Sen anlat hele şu Yunaklılı İt Yaşar’ın hikâyesini. Hani bu dar kayadan düşmüş de onu Törrüd kurtarmış ya. Geçen kayfede anlattı bir şeyler de biz pek inanmadık. O iş nasıl oldu, bir de senden dinlesek.”
Laf yine gelip Törrüd’e dayanmıştı. Ben ölürsem kesin bu dürzüye kızdığım için ölürüm. Sebebim olacak benim.
“Doğru söylüyor Yaşar’ı kurtardı amma kayadan değil kurşundan kurtardı. Candarmaya haber verdi de alıp hastaneye götürdüler. Yoksa ya boklukta geberip gidecekti ya da hasımları vuracaktı südüklü kefereyi. Eee tabii o da bu yolun yolcusu ya arkadaşının harcanmasına gönlü razı olmadı. Karga leş ister yemeye de yanına eş ister derler. Kömüş etmiş, teker bölmüş. Yarısı Törrüd diğer yarısı İt Yaşar.”
Tabii ben mevzunun direk ortasından başlayınca kimse bir şey anlamadı. Savaş yine cazgırlığı elden bırakmadı:
“Dur hele ehtiyar öyle sonundan anlatmak yok. İşin aslını çoğumuz bilmiyoruz. Hatta İt Yaşar’ı de daha dün duyduk. Şu meseleyi başından anlat ki anlayalım.”
Ağzımla tuzağa düşmüştüm. Karşımdaki yeni yetmeler sanki dünyaya ikinci kez gelmiş gibi anasının gözü... Ben garip İrfani çıkıp ebem garı kılıklı bu çokbilmişlerle aşık atabilir miyim? Nerde... Mecburen başından anlatmaya başladık mevzuyu... Allah’tan bu çakallar öyle bir dinliyorlar ki çıt çıkmıyor kimseden, tövbeler olsun suya girmiş dalgıçlar gibi nefes bile almıyorlar namussuzum.
“Şimdi bu İt Yaşar denilen herif bir kere bizim köylü değil. Yunaklılı! Emme Törrüd denen alçak ile yediği içtiği ayrı gitmediği gibi aynı deliğe işiyorlar. Diyeceksiniz ki Yunaklı buraya yörüme üç saatlik yol, bunlar nasıl beraber oluyor? Vallahi hikmetinden sual olunmaz Rabb’im nasıl ki şeytanın göz açıp kapayıncaya kadar dünyanın bir ucundan bir ucuna gitmesine müsaade etmişse bizim muhitte şeytanın yaverliğini yapan bu iki alçağa da dakkada birbirini bulma müsaadesi vermiş. Tayyizaman mı ediyorlar, tayyimekân mı ediyorlar bilmem ama eskilerin dediği gibi hacı hacıyı Mekke’de, sofi sofiyi tekkede, dürzü dürzüyü dakkada bulur ya, bunlar da anında birbirlerini buluyorlar. Dediğim gibi nasıllığı Allah’a ayan bana karanlık. Eee bende yalan, dalavere olmadığı için şöyle böyle oldu diye hakikati mugayir kelam da edemem.”
Tabii benim dil yine eskiye çalınca Cavlak’ın Kel Savaş gözünü belerderek gazlı Fergison direktör gibi homurdanmaya başladı.
“İrfani emmi yine Sultan Hamid’e bağladın dilini. Biz Cumhuriyet bebeleriyik azcık bizim anlayacağımız dilden konuş. Laf mı anladıyon, aşr-ı şerif mi okuyon bilemedik.”
Tam o saat musturlu bir küfür dilimin ucunaca geldi emme eve gelmiş misafire sövülmez diye yuttum.
“Tamam, tamam zevzek göbel! Dört kelime bilmiyon emme dilin ta Sultan Hamid’e kadar uzuyor, sanki biz Cumhuriyet’te doğmadık. Neyse... İşte bu iki yaramaz herif kavilleşirler. Akıllarınca bu İt Yaşar’a Yunaklı’nın muhtarı Haydar Kâhya’nın gızı Gülbiyaz’ı kaçıracaklar. Lâkin kızın bu işten ilmühabarı yok. Kendi kendilerine gelin güveyi oluyorlar. Bizim Törrüd diyor ki:
‘Ondan koley ne var! Git kızın evinin dibine pusuya yat. Kız suya muya giderken ona görün. Sonra da punduna getir ona sevdalandığını söyle. Baktın kızın gönü var seni kaçıracağım de.’
Bu sefer de Culuk’un Hamza kötü toklular gibi tokurdayarak lafa girdi:
“Canım babasından niye istemiyor da kızı hemen kaçırmaya kalkıyor?”
Canım sıkıldı. Kocaman adam... Hatiri kalmasın diye alttan aldım.
“Yahu Hamza Ağa sen kız babası olsan bunlar gibi Urus dölü olduğuna dair bu havalideki herkesin şehadet edeceği, buna da Allah bir dercesine iman ettiği bu eşkıyalara kız verir misin?”
Hamza başındaki hacı takkesini çıkardı eliyle buruşturdu. Gözlerini yere dikti:
“Değil kız kapıdaki eniği bile vermem.”
“E mübarek sen vermiyon da koca Haydar Kâhya’nın kızı sebil mi? O da vermez. Hatta gidip Haydar Kâhya’dan kız istesinler es kaza dinime imanıma bu ikisini de mavzerinen kevgire döndürür. Sonuçta bunlar da ne mal olduklarını biliyorlar. Efendime söyleyim bu yavru Törrüd’ün lafıyla gidiyor kızın evinin duvarına pusuya yatıyor emme Haydar Kâhya’nın bir kangalı var ki inan bizim Karaca’nın eşşeği bile onun yanında sıpa kalır. Sade kafası İskilip hakı gibi bir kucak. Bizim geri zekâlı gidip kangalın her zaman yattığı yere yatmış. Kangalı görünce bunun nutku tutuluyor, özü feri kalmıyor ki kalkıp kaçsın. Korkudan bayılıyor. O hareket etmeyince kangal da ona bir şey yapmıyor lakin sabaha kadar onunla orada koyun koyuna yatıyor. İt Yaşar bir uyanıyor ki üzerinde bir ağırlık var. Omzundan döşüne ağrı kıllı bir el uzanıyor. Gözünü açıyor ki kangalın eli. Hayvanın eli bizim Koca Duran’ın eli gibi... Nah savrum yabası kadar. Neyse bu yine uyuyor numarası yapıyor. O sırada evdeki davar mal suya çıkınca kangal da onların peşine takılıyor. Bu da fırsat bu fırsat deyi kirişi kırıyor. Hemen Törrüd’ü buluyor ve durumu anlatıyor. Bizim ordinaryüs şerefsiz Törrüd de diyor ki:
‘Lan oğlum bir daha kızın evine giderken elin boş gitme. Kangala et, kemik, tavuk bir şeyler götür.’
Eee tabii bayırın baldırı çıplağı İt Yaşar eti bulsa kendi yiyecek. Diyor ki:
‘Lan oğlum ben Vehbi Koç’un torunu muyum, eti kemiği nerden bulacaam?’
Törrüd şeytanın vekilharcı, onun olmadığı yerde on sekiz bin âlemi yoldan çıkaracak kapasiteye sahip.
‘Lan oğlum giderken evlerin kümeslerini yokla. Tavuk, culuk, ördek, badı ne buldun kes götür. Sakın canlı götürme kangal asil hayvandır canlı kuşu yemez. Arada bir kuzu, oğlak da yık birilerinin ağılından. Sen önce kangalın gönlünü et. Gerisi gelir.’
Görüyonuz değil mi akılı? İt Yaşar da hovardalığa çıkacağı zaman sıra ile her gün komşulardan birinin evine dalıyor. Tavuk, culuk ne buldu oracıkta kesiyor. Yolda bir ataş yakıyor, hayvanın derisini soyup yarısını gendi yiyor, yarısını da kangala veriyor. Tabii her gün et gelince kangal da buna alışıyor. Bu da bu arada Gülbiyaz’a görünüyor. Bir gün böyle iki gün böyle Gülbiyaz bakıyor bundan kurtuluş yok. Bunu yakasından tutuyor.
‘Ulan dürzü sen benden ne istiyon?’ diyor.
O da:
‘Ben sana sevdalandım. Seni kaçırmak istiyorum.’ diye cevap veriyor.
Gülbiyaz çok akıllı ve namuslu bir kız. Babası onu erkek gibi yetiştirmiş. Önce alttan alıyor.
‘Sen bu eve nasıl bu kadar rahat yanaşıyorsun? Bizim koca kangal seni görmüyor mu?’ diye soruyor. Bu bizim saf da başlıyor anlatmaya. Gülbiyaz bakıyor ki kangal zavar yerine eti bulunca kapısına ihanet etmiş.
‘Tamam diyor, sen bekle ben şimdi eve gidip boh çamı alıp geleyim.’ diyor.
İçeri giriyor babasının mavzeri kaptığı gibi kapıya çıkıp basıyor tetiğe. Dağlar taşlar birbirine kavuşuyor. Yaşar kendisini duvarın öte yüzüne atıp kaçıyor. Tabii evdekiler ne oldu diye dışarı fırlıyorlar. Gülbiyaz durumu anlatınca Haydar Kâhya kangala bir dayak atıyor ki sormayın. Hayvanı kovuyor. Eee kangal nereye gidecek? O da düşüyor Yaşar’ın peşine. Bizim muhteşem ikili oluyor üçlü. Yaşar nerde kangal orda. Oluyor mu sana Yaşar’ın lakabı İt Yaşar! İt Yaşar aşağı, İt Yaşar yukarı.”
Ben azcik soluklanıyım diye durunca evdekiler hep bir ağızdan “Eee?” demesin mi? Ben de “Bobaaa! Öldünüz mü azcik soluklanayım!” dedim ve başladım tekrar anlatmaya.
“Tabii şeytan sürekli bunları dürtüklüyor. ‘Bizim Törrüd o kız sana tav olmasa seni vururdu. Seni denemek için havaya ateş etmiş de sen korkup kaçmışın da, aslında kaçmayıp ona vur beni ölümüm elinden olsun diyecektin de!’ diye veriyor gazı. Bu da sonunda gaza gelip bir kış günü düşüyor Haydar Kâhya’nın köyünün yoluna. Yanında koca kangal. Tedbirli de gidiyor, evin yeni köpeğine bir oğlak araklayıp götürmeyi ihmal etmiyor. Oraya varınca kangal ile yeni köpekler birbirine dalıyor. Ev halkı ne oluyor diye dışarı çıkınca bakıyorlar ki eski kangal eve gelmiş yeni köpekleri boğuyor. Onlar köpeklerle uğraşırken Yaşar evin kapısında olanı biteni seyreden Gülbiyaz’ın kolundan tuttuğu gibi kızı haymalığa indiriyor. ‘Ne yaparsan yap seni bu sefer kaçıracağım.’ diyor emme Gülbiyaz at gibi kız. Oradan eline geçirdiği bir eşşek şiltesiynen buna temiz bir dayak çalıyor. Gürültüye evdeki diğer çocuklar geliyorlar. Bakıyorlar ki Gülbiyaz İt Yaşar’ı dövüyor. Bağırış çağırış üzerine Haydar Kâhya itleri bırakıp avluya koşuyor emme İt Yaşar kirişi yine kırıyor. Kan revan karların üzerinden yıkıla düşe koşuyor. Peşinden Yaşar’ın kangalı, onun peşinde Haydar Kâhya’nın iki iti. Bunlar ta bizim köye kadar kaçıyorlar. Amacı Törrüd’e sığınmak. Lâkin bizim köy ile onların köyün ortasında bulunan Duvar Kayası’na gelince itler bunları sıkıştırıyor. Kangal itin birisi ile boğuşurken diğer it Yaşar’a seğerdince bu kaçacağım derken oradaki şarlaktan aşağı yuvalanıyor. Diğer itler kangala güç yetiremeyince geri dönüyorlar. Kangal da Yaşar’a koşuyor. Bir de bakıyor ki Yaşar şarlaktaki bir meşeye tutunup kalmış. Kıpırdasa aşağı düşecek ve geberecek.
Kangal çok akıllı hayvan. Hemen köye koşuyor ve Yaşar’ın evine dalıyor, kapıları tırmalıyor, uluyor muluyor, kapıya koşuyor, yola çıkıyor. Sonra geri dönüyor. Bunları paçasından, ceketinden çekiştirip yola sürüklüyor. Yaşar’ın babası Cümük dayı diyor ki bunda bir iş var. Hemen kardaşlarını kaldırıyor atlara atlayıp düşüyorlar kangalın ardına. Hayvan bunları Yaşar’ın düştüğü şarlağa getiriyor. Bakıyorlar ki Yaşar şarlağa düşmüş. Hemen Yaşar’ın emmisi Celal atını sürüp köye dönüyor. Yanına akrabalarından sekiz on kişiyi alıyor. Urgan, sicim, palta, nacak, kürek, yorgan, döşşek, battaniye ne bulduysalar alıp geri dönüyorlar şarlağa. Biz de duyduk ki Recek Duvar Kayası’ndaki şarlağa düşmüş. Biz de koştuk birkaç arkadaş ile oraya. Urganları belimize bağlayıp diğer ucunu da şarlağın başındaki meşelere bağlayıp yavaş yavaş şarlağa sallandık. Urganı Yaşar’ın beline sardık ve yukarıdakilere çekin, dedik. Baktık böyle olmuyor. Hemen oradan üç beş meşe kesip bir sal yaptık. Yaşar’ı sala sıkıca bağladık, salı çektirdik yukarı. Tam üç saat uğraşıp Yaşar’ı şarlaktan çıkardık. Lâkin Yaşar artık kendinden geçmiş bir vaziyetteydi. Anlayacağınız donmaya başlamıştı. Yaşar’ın salını Cümük dayının atının terkisine bağladık. Sürüte sürüte köye götürdük. Cümük dayıya dedik ki:
‘Bunu şehere, hastaneye götürek. Ölecek yoksa.’
Cümük dayı sert bir şekilde:
‘Olmaz.’ dedi, ‘Bu daha yolu yarılamadan ölür. Onu sıcak mayısa gömersek belki cana gelir.’
Ne dediysek kâr etmedi. Hemen Yaşar’ı soyundurduk, altında sadece bir don kaldığı hâlde götürüp ahırdaki fışkının içine kafası dışarıda kalacak şekilde gömdük. O zamanlar kışın soğuk oluyor diye malın mayısını ahırın bir köşesinde biriktirir, arada karıştırırdık ki ahır sıcak olsun. O da karıştırdıkça kaynadı sanki. Bir duman çıkardı ki sormayın.
Yaşar’ı tam bir gün fışkının içinde tuttuk. Bu kendine gelince baktı ki fışkıya gömülmüş.
‘Beni kim fışkıya gömdü? Hepinizi candarmaya vereceğim.’ diye bağırdı durdu.
Bu arada nerede var nerede yok Törrüd dibimizde bitti.
‘Cümük dayı Yaşar’ı hastaneye götürelim.’ diye tutturdu.
Cümük dayı olmaz diyor başka bir şey demiyordu. Baktı ki Yaşar’ın durumu iyi, gözünü açtı. Onu fışkıdan çıkarıp eliyle ahırda yudu, çimdirdi ve getirip eve yatırdı. Soba gürül gürül yanıyor. Neyse sabahı orada ettik. Sabah iki candarma kapıya dikildi. İçeride donmak üzere birisi varmış biz onu hastaneye götüreceğiz demesinler mi? Meğer Törrüd ihbar etmiş. Cümük dayı baktı olacak gibi değil, köyün zengini Haşmet Ağa’nın direktörünün ramığına bir yatak serdi, içine Yaşar’ı yatırdık. Candarmaların nezaretinde Yaşar’ı hastaneye götürdük. Orada bir hafta yattı Yaşar. Serum, iğne, ilaç derken taburcu oldu. Haa bu arada başhekim demiş ki ‘Eğer bunu fışkıya gömmeseymişsiniz ölürmüş.’ Cümük dayı meğer Sarıkamış’ta askerlik etmiş, bölük komutanları bu şekilde birçok askeri donmaktan kurtarmış. Tabii sonradan öğrendik ki Törrüd, Haydar Kâhya’nın adamlarının Yaşar’ı vurmak için hazırlık yaptıklarını haber almış, onlar gelmeden candarmayı ayaklandırmış. Hatta biz Yaşar’ı hastaneye götürünce adamlar gelmişler, Yaşar’ı candarmaların götürdüğünü öğrenince hemen geri köylerine gitmişler ve bu işten vazgeçilmiş. Neyse efendim Yaşar taburcu olduktan sonra da tam bir ay dışarı çıkamadı. Evinde yattı.”
Ben yine az soluklanıyım diye susunca Kel Savaş araya girdi.
“Eee sonra ne oldu?”
“Öllüğün körü oldu. Bir fırsat ver de azcik soluklanıyım. Lan oğlun sen nasıl adamsın? Anayın karnında durmadın mı? Altı aylık mısın, leylekler mi getirip attı seni bacadan içeri. Ne olacak? Hadise duyulunca kız, civardaki tüm köylerin diline düştü. Yok yere kızcağızın adı çıkmış oldu. Her ne kadar kızda bir kusur olmasa da adı çıkan kızı kim ister? Ya dul ya ehtiyar! Onlar da eline bir ekmek verir kafasına bir tokmak vurur, sen falanca ile şöyle halt ettin diye. Kızcağız bakıyor ki akıbeti kötü olacak. Böyle müdaneli bir kapı yerine kendisi için ölümden dönen bu teres ile evlenmenin en doğru yol olduğunu düşünüyor, kaderine razı oluyor. Anasına da durumu açıklayıp babasının kendisini Yaşar’a vermesini istiyor. Anası durumu kocasına söyleyince adam da bakıyor ki yapacak bir şey yok, kız haklı; tamam diyor. Bunun üzerine Haydar Kâhya, Cümük dayıya ‘Allah’ın emri ile gelip isteyin de kızı vereyim.’ diye habar salıyor.
Cümük dayı iyi adamdı. Bu Yaşar için ‘Dayılarına çekmiş bu Ermanı dölü!’ derdi hep. Onun da razısı yok oğlunun ettiklerine lâkin ne yapsın? Haydar Kâhya’nın davetini geri çevirmiyor. Beni ve birkaç ileri gelen kişiyi yanına alıp Haydar Kâhya’nın köyüne vardık. Bizi buyur ettiler emme yine de çekinerek içeri girdik. Cümük dayı içeri girer girmez Haydar Kâhya’dan özür diledi. ‘Evlat işte, dedi atsan atılmıyor, satsan satılmıyor.’ Neyse Allah’ın emri peygamberin kavli diyerek kızı istedik. Lâkin o zamanlar bir de başlık parası var. Cümük dayının elinde yok avcunda yok. Haydar Kâhya da bir büyüklük yaptı ve başlık parası meselesini sulh yollu halletti.”
Kel Savaş yine lafın ortasına kömüşün dereye mayısladığı gibi atladı:
“Yani başlık parası almadı mı?”
Kafamı bir sağa büktüm bir sola büktüm. La havle, ya sabır dedikten sonra:
“Almaz mı? Aldı tabii. Sulh yollu dedik ya, başlık parası olarak kangalı geri istedi.” dedim.
Herkesin ağzı açık kaldı.
“Kangalı mı?” diye tekrar ettiler.
Ben de gülerek devam ettim.
“Kangalı ya... Niye derseniz Haydar Kâhya bu kangala çok düşkünmüş. Bunu satın alırken bunun sahibine bir danalı inek vermiş. Ayrıca kangal yeni tuttuğu iki itini de boğunca iti kovduğuna zaten çok pişman olmuş. Ayrıca bu hadiseyi ona bizzat sorduğumda bana dedi ki:
‘İrfani Ağa, o itin ilk önce kangalımı sonra da kızımı elimden alacak olması çok zoruma gitti. Kızı da vermezdim emme kızın bir adını iki etti alçak. Kız da kaderine razı oldu. İnan olsun ben varmam ona deseydi vallahi gâvur bekâr öleceğini bilsem kızın kör tırnağını bile kokulatmazdım o dürzüye. Ben de razı oldum kadere. Lakin hiç olmazsa kangalı elinden alayım da yüreğim soğusun diye başlık parasının yerine kangalı elinden aldım. Eee zamanında ben o kangala bir danalı inek verdiydim. Şimdi kıza da bir danalı inek verdim ki el kapısında katıksız kalmasın, ona buna muhtaç olmasın diye. İşte o yüzden kangalı geri aldım.’ dedi.
Tabii Törrüd bir daha Yaşar’ın yanına yanaşamadı. Zira Cümük dayı olayı öğrenince hem Yaşar’ı hem de Törrüd’ü öyle bir dövdü ki sormayın. Hem de ne zaman biliyor musunuz?”
Herkes bir ağızdan:
“Yook, Törrüd bunu anlatmadı.” dediler.
Ben arkama yaslandım. Çayımdan birkaç yudum çektim.
“Anlatır mı kanı altına akasıca, anlatmaz tabii… Düğün günü gelini kapıya indirdik. Cümük Dayı gitti gelinin duvağını açtı. Milletin içinde Gülbiyaz’a:
‘Kızım evine hoş geldin. Sen koca bir ağanın anlı şanlı kızıydın. Haydar Kâhya bu havalinin en hörmetli adamıydı. Senin gibi bir ağa kızına bu virane layık değil emme ne yaparsın takdir böyleymiş. Beni sayarsan ben seni gelinim değil kızım olarak baş tacı ettim. Saymazsan ne yapayım? Ben ağa kapısında çok çobanlık ettim. Senin de hizmetkârın olurum. Kendin bilirsin. Senin adını iki paralık eden aha kocan olacak bu dürzü ile onun arkadaşı olacak bu şeytan Törrüd’dür. Senin gibi bir gelinim olduğu için Allah’a şükürler olsun. Lâkin cemiyetimize gelen herkes de bilsin ki bu işte senin bir kabahatin yoktur. Senin adını iki paralık ettiği için ben kendi oğlumu affedemiyom. Kusura bakma ben bu öfkeyi almazsam içim rahat etmeyecek.’ dedi ve Yaşar ve sağdıcı Törrüd’e elindeki eşşek şiltesiyle bir bir asıldı. Bu ikisine bir dayak çaldı ki görmeliydiniz. Valla kimse ayırmadı da. Hatta Gülbiyaz kaynatasının elinden şilteyi alıp ‘Demek bu kocam olacak ibişi ayartan bu kitapsızdı ha! Babacığım sen kendini yorma bırak ben de hırsımı alayım.’ diyerek Törrüd’e ve Yaşar’a üç beş de o asıldı.
Sonra komşular kocayı dövmek uğursuzluktur, deyi araya girdiler ve onları ayırdılar.
Yaşar bu dayak üzerine tam on gün örtü döşek yattı. Gerdek merdek hak getire. Bir ay sonra ancak girdi gerdeğe.
Törrüd’ü de bir eşeğin üstüne yarı baygın yaymaladılar ve götürdüler. O da on, on beş gün yattı evinde. Bütün ezeleri çürük içindeydi.
Durumu öğrenen Haydar Kâhya dünürü Cümük dayıya bir koç hediye etti ki vallahi billahi bir dana kadar vardı.
Fazla laf yalansız fazla mal haramsız olmazmış. Evet ağalar bu hikâye de böyle işte. Ne bir eksiği var ne de bir fazlası…”


Yorumlar - Yorum Yaz