“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.”
Çağ “Teknoloji Çağı” olunca uzaklar da yakınlaştı. Sosyal medya paylaşımlarıyla bugünler eskilerle kavuştu.
“Nerede kaldın?” diye sorardı analığım hemen her seferinde ve babam da,
“Şapkamın altında.” yanıtını verirdi hep.
On yılların ötelediği çocuklar yanı başıma düşer oldu. O günlerin ben’i olmuşlar bugünlerde. “İnsan biriktirmek” dedikleri bu olsa gerek. Sevmişler, döndüler, buluştular, itibar ettiler her türlü... İdolleriymişim şık giysilerim ve şapkalarımla. Marka şapka ile geldiler kendileri de bir model. Şimdi de şapkalıyım, ekonomik bir kasketle. Bu davete icabet ederken yoktu cebimde para. Kalmamıştı insanların alkışladığı mevki durumlarım. Yoksuldum ama sanatçı duyarlılığımla kuyruğum dik, kendime saygılıydım hâlâ. Bugün birer cici hanım olmuş dünkü çocuklar sevgilerinin varsıllığıyla sevdiklerinin ardına düşmüş.
Buluşma mekânı Ortaköy ve ünlü sahil restoranına davet. Eli, gönlü bol bugünün yoksulu ben ille de bir armağanla gitmeliyim davete ve dolaşıyorum bir bir satış stantlarını her açıdan en uygun ne alabilirim acaba? Sonunda cebime uygun, boncuklu bir kürdan taşıyan seramik bir “postal obje”de karar kıldım. En azından nezaket yoksunu olmayacaktım o masada, bana getirdikleri marka armağanlara karşı devede kulak da kalsa... Satıcı hanımı hiç unutmadım her nedense. Minicik, esmer, saçları begüm topuzu, ödün vermez ifadesiyle belli ki o da ben gibi kazanmak arzusuna karşın hiç de gereksinmesi yokmuşçasına…
On yıllar gelip geçmeyi sürdürmekte. Yıllar yılları kovalasa da üvey annemin yaşattıkları ardımı bırakmamakta. Başaramadıklarımdan biri de affedemediğim eziyetlerini hiç unutamamak. Her hâl ve şartta hatırlıyor beynim.
Günbegün arttıkça yaşamsal zorluklarım, girdikçe çıkamadığım açmazlarım ve işte sonunda yolum düştü bir “Yaşam Evi”ne. Orada emniyet içinde kabuğuma çekilerek yoluma baksam da yılbeyıl eklenen sakinlerin biri de anımsadığım bir yüz oldu. Ortaköy’deki süslü kürdan aldığım satıcı minik kadın. Şakıyarak hoş sesler üreten Serçe(!)miz bir yana sesini kükreyerek yayan bir kara bulut gibiydi ödün vermez sert duruşlu bu minik. “Hep ben, yalnız ben, önce ben, ben var ya ben” diyerek sesli romanlar yazan bir sesli kitap. O okumalara maruz, şapkamla dolaşan ben.
Aralıksız yakınmalarına mahkûm yaşadığım eşimden ayrılmayı başardığımda, bir başka kadın benzeri iş yaşamımda yanımda bitti. Durmadan dert dinlemek, hatta yalnızca dinleme duvarı görevi görmek nedir duvarlara sormalı. Kaçmakla kurtulamıyor mu insan? Üvey annem de hep kusur yaratan, durmadan aşağılayıcı, yıpratıcı tutumlarıyla ezmiş de ezmiş iken ardından “koca” tanımıyla karşılaş, git iş arkadaşı, bitmedi yol arkadaşı ve ölmedim henüz de görecek günler bitmedikçe devam mı?
On yıllar geçmeyi sürdürmekte böyle. Kader belirleyici, şöyle bir karıştırdı bizleri yeniden kevgiriyle ve evet bu kez o hanımla bir odanın kader arkadaşı oluverdik kötünün en iyisi şartlarda. Şapkalarım duruyor, kapüşonlu eşofmanlarım da var ve üvey annem vekil göndermeyi sürdürmekte. Sistemin yaşatma modeli böyle olmalı da kader dediğimiz olgu da kimilerimizi bağlıyor anlaşılan. Ama yetmiyorsa da ahir ömrümde “Yeter artık!” demekteyim çaresizce.
Nerede kaldıysanız kalın; şapkamın altındakiler.
Şapkamı çıkardım artık!