ESKİ BİLDİĞİN KÖY DEĞİL

Etrafı dağlarla çevrili küçük bir köyde doğdum. Köyümüzde dışarıdan evlenen olmaz. Bu yüzden herkes birbiriyle akrabadır. Mesela benim annemle babam hala-dayı çocuğudur. Amcam da halasının kızıyla evli olduğundan babamla amcam aynı zamanda bacanak, annemle teyzem de eltidir. Küçük dayım, teyzesinin kızıyla; büyük dayım, dayısının kızıyla evlidir. Anne tarafından dedemle baba tarafından dedem teyze çocuğu, aynı zamanda yandan bacanaktır. Yani akrabalık yönünden bütün köy iç içe geçmiş vaziyettedir. Köyde belki 10 tane Ahmet Kahraman, 20 tane Recep Kahraman, 30 tane Cemile Yaşar, 40 tane Fadime Yiğit vardır.
Köylü hep birbirine akraba olsa da kolay kolay kimse kimseyle geçinemez. Herkes birbirinin arkasından önünden konuşur, dedikodusunu eder. Vay şu şunu yapmış, bu bunu yapmış, mış mış da mış mış. Diyelim köyde bir düğün oldu, bir iki sene bunun dedikodusu yapılır. Düğüne kimler geldi, kimler gelmedi, kimler işlere yardım etti, kim bir köşeye çekilip oturdu, kim oynadı, kim oynamadı, oynayanlardan hangileri gönüllü, hangileri gönülsüzdü, gelinin çeyizi nasıldı, altını nasıldı, çalınan davulun tokmağı nasıldı, kuru fasulyenin yağı, pilavın pirinci, çorbanın tuzu nasıldı? Konuşulur da konuşulur. Sonra da millet birbirine küser. Benim çocukluğum küs olduğumuz akraba çocuklarıyla oyun oynuyorum diye dayak yemekle geçti. Az bir şey aklım başıma gelmeye başladı, baktım ki amcamlarla hep küsüz, dayımlarla küsüz, annemin teyzeleriyle, babamın halalarıyla küsüz.
Seneler böyle geldi geçti. Bir ben kimseye darılıp gücenmedim. Arkamdan önümden olmadık şeyler söylüyorlar, yine de aldırmıyordum. Yeni bir şey giysem “Bu zenginledi, burnu havaya kaktı. Şunun giydiği pontura bak.” diyorlar. Ertesi gün yamalı bir şey giysem bu defa da “Şuna bak yamalı bir pontur giymiş, bir de delikanlı olacak, kalıbına yazık!” diyorlar. Yolda bir gün hızlı yürüsem “Hele hele şunun yürüyüşüne bak. Tabakhaneye bir şey mi yetiştirecek, var gene bir iş. Ne firavundur o!” diyorlar. Yavaş yürüsem “Uyuz eşşek gibi yan yan yürüyo. Bir baltaya sap olmaz bu.” diyorlar. Aldırmadım. Askere gittim, orda biraz kafamı dinledim. Ara sıra mektup gelir, köyden havadis yazarlar. Annem, teyze kızı Cemile’ye küsmüş, Fadime Teyze’m de, Cemile küstü diye anama küsmüş. Anam bu defa diğer teyzem Gülsüm’e, Cemile’ye küsmedi diye küsmüş. Sebep, Cemile Teyze’m “Bizim oğlan da kazık kadar adam oldu.” diyesiymiş. Ne var bunda demeyin, anama göre Cemile kendi oğlunu değil beni kastetmiş. Meğer öyle diyerek senin Osman bu yaşa geldi hala bir kör topal kız bulup everemedin diye laf çarpıdasıymış. Babamın emmioğullarından Recep Emmi’m de bize küsmüş. Babam, Recep Emmi’mi tarlada görüp selam vermeyesiymiş. Recep Emmi’m küsünce, amca çocukları Ahmet’le Yusuf babama, öbür amcamın çocukları Ahmet’le Arif de Recep emmime küsmüş.
Askerden gelince köyde yine aynı dedikodu kazanını kaynar buldum. Babamın dayısı “Eşşek sıpası benim elimi öpmeden gitti.” demiş. Annemin dayısı da “Benim elimi gönülsüz öptü, hiç öpmese bundan iyiydi.” demiş. İkisi de askerden gelince bana elini öptürmedi. Herkes bana laf yetiştiriyor. Şu sana şunu dedi, bu sana bunu dedi. Ben hiçbirine kulak asmadım. Sonra, “Ondaki de yüz mü, tükürsen Ya Rabbi şükür der.” demişler. “Anasına sövsen kılını kıpırdatmaz. Böyle insan mı olur! Ha bizim Osman, ha ahırdaki kara sığır...” demişler. Bana bir de lakap takmışlar ki ağza alınacak bir şey değil. Nereye gitsem bir gülüşmedir başlıyor, kimisi de utanmadan sırıta sırıta “Ne haber lan ... Osman?” diye güya halimi hatırımı soruyor. Bu çok ağırıma gitti. Lakabım iki hafta kadar köylünün dilinden düşmedi. Yolda yürürken bile çor çocuk arkamdan bakıp bakıp gülüyor. Evden çıkamaz oldum. Bir iki gün gözüme uyku girmedi. Baktım olmuyor, kendimi kıra bayıra vurdum, üç beş gün köye uğramadım. Sonra köye geri döndüm geldim, kahveye vardım. Değişen bir şey yok. Yüzüme baka baka “Nerdeydin lan kaç gündür …Osman?” diyorlar. Dayanamadım ayağa kalkıp “Amcalarım, dayılarım, ağabeylerim, kardeşlerim, ben size ne ettim? Benim ne günahım var da bana böyle diyorsunuz? Şu köyde hepimiz birbirimize akraba değil miyiz? Birinize bir şey olsa benim içim yanar, birinize bir laf dense benim yüzüm yere geçer. Niye böyle yapıyorsunuz? Ayıp değil mi bu sizin ettiğiniz?” dedim. Ben, millet “Kusura bakma” der diye beklerken bütün köy bana küsmesin mi? Kimse selam alıp vermiyor, yüzüme bakan yok. Kimisi “…Osman bizi adam yerine koymadı.” der, kimisi “…Osman yaşına başına bakmadan bizi kınadı.” der. Kendi kendime, şu köyde anam, babam bir de kardeşlerimden başka arkamdan iyi konuşan yok. Bu memleket bana göre değil. Alayım başımı kendimi gurbete vurayım. Gideyim anamın babamın elini öpeyim. Gurbette bir iş bulurum. Köye de gelirsem bayramda seyranda
gelirim. Anam, babam benim derdimi anlar, bana gönül koymazlar, dedim.
Anamın yanına vardım. Tandırda ekmek pişiriyordu. Derdimi anlattım. “Ana bana bu köyde durmak haram.” dedim. Anam açtı ağzını yumdu gözünü “Senin gibi evlat doğurasıya taş doğursaydım! Evlat diye bağrıma kara kara taşları basaydım! Odun ocağın batsın, iki yakan bir araya gelmesin, sürüm sürüm sürün inşallah! Gurbet ellere git de anam anam diye inleye inleye geber inşallah! Ağzın dilin kurusun! Bir damla su verenin olmasın! Elin ayağın tutmasın, felçler geçir, yataklara düş, ince hastalıklara kar, kabrin yılan çıyan yuvası olsun, kara kara böcekler gözlerini oysun…” Köyden hepten umudu kestim. Bu köyden gitmek şart oldu, dedim, kendi kendime. Varayım babamın elini öpeyim, dedim. Sora sora onu da dere kenarında odun keserken buldum. Yanında ufak kardeşlerim Recep’le, Ahmet var. Ben varmadan babama haber gitmiş. Beni görünce yüzünü dereden tarafa çevirdi. “Baba, ver elini öpeyim.” dedim. Elini vermedi. Sırtımı döndüm, gideceğim sıra Recep, “Baba, ağam gidiyo.” dedi. Babam yönünü dönmeden “Cehennemin dibine gitsin eşşekoğlu eşşek. Benim onun gibi oğlum yok.” dedi. İçim doldu, Ahmet’in boynuna sarılıp ağlayayım, dedim. Ahmet de “Benim senin gibi abim yok.” demesin mi, Recep’e döndüm. Recep “Benim de yok.” dedi. Eve geri geldim, anam hala beddua eder. O gün memleketi terk ettim. İstanbul’a gittim, orada da duramadım. Memlekete dönmemeye yemin edip Almanya’yı buldum. Burada biraz kaçak çalıştım, sonra oturma izni aldım. Alman bir kadınla evlendim. 2 çocuğum oldu. Aradan 22 sene geçti. Memleketi falan çoktan unuttum.
Bir gün televizyonda kanalları gezerken, bir kalabalık ilişti gözüme. Bu arada bir iki kanal geçmiştim. Geri geldim. Kara, kuru bir ihtiyar kadınla röportaj yapıyorlar. Kara, kuru kadın “Yavrııım Osman’ım. Sağ mısın selamette misin, yoksa gurbet ellerde ölüp gittin mi yavrrıııımmm?” deyiverdi. Bir de baktım anam. Arkasındakilere baktım içlerinden bizim amcaoğlu Ahmet’i tanıdım. Saçları ağarmış. Sonra Ahmet Dayı’mı tanıdım, beli bükülmüş, elinde baston. Sonra Fadime Teyze’mi seçebildim. Anam spikerin uzattığı mikrofona konuşuyor “Yavrrııımmm Osman’ım, bizi duyuyosan dön gel yavrııımm! Köyümüz eski bildiğin köy değil. Bir haber sal. Ölü müsün diri misin bilelim yavrııım!” Teyzemle bir iki kadın daha ağlamaya başladı. Anam zaten ağlar. “Yavrıım, gözümü yaşlı goma Osman’ım.” dedikçe içim cayır cayır yandı, şuramdan bir şeyler koptu gitti. Ne de olsa anadır, ana gibi yar, vatan gibi diyar olmaz, demişler. O gün ağlayı ağlayıverdim. Akşam oldu gözümü yumarım, anamın feryadı kulaklarımda “Yavrıım Osman’ım, köyümüz eski bildiğin köy değil.” Sabah uyanırım, “Yavrııım, dön gel Osman’ım.” 2-3 gün zor sabrettim. Bizim köye bir mektup yazayım, dedim. Anam, sağ olduğumu bilsin. Bir ay kadar sonra memleketten cevap geldi. Anam mektubu muhtara yazdırmış. Daha doğrusu anam “Yavrım Osman’ım! Köy, eski bildiğin köy değil. Dünya gözüyle seni bir daha görüyüm. Dön gel Osman’ım. Ananı gözü yaşlı goma.” diyor. Gerisini muhtar yazmış. Babam ölmüş, anam tek başına kalmış. Daha başka köyden havadisler yazmış, o da “Dön, diyor. Burası senin memleketin pire için yorgan yakılmaz. Ne de olsa memleketin...”
Düşündüm, taşındım. Hanım halimden anladı. Sordu anlattım. O da “Gidelim.” dedi. Ben “Etme eyleme, dedim, sen bizim köyü bilmezsin, benim hakkımda neler söylediler. Kim bilir daha ne laflar çıktı. Şimdi ben bir Alman kadın, 2 sarı kafalı çocukla çıkar varırsam arkamdan, önümden demediklerini bırakmazlar.” 15 gün geçti geçmedi bir mektup daha “Yavrım Osman’ım dön gel, dünya gözüyle seni bir görüyüm. Köy eski bildiğin köy değil.” Yine aldı beni bir düşünce. Hanım ısrar etti. “Gidelim be! dedim, gidelim.” Müslüman mahallesine varıp camiye gittim, imamı bulup durumu anlattım. Yemini bozmanın hükmü nedir diye sordum. İmam “Ya bir köle azat etmek, ya on yoksulu giydirmek, ya da on yoksulu doyurmaktır. Bunlara da gücün yetmezse 3 gün arka arkaya oruç tutmaktır.” dedi. Şükür halimiz vaktimiz yerinde, tövbe, istiğfar ettik, Allah kabul etsin.
Vardım memlekete. Beni çok güzel karşıladılar. Anam boynuma sarıldı, anam bıraktı kardeşlerim sarıldı, onlar bıraktı, teyzelerim, halalarım, amcalarım, dayılarım… Köyümüz yeşillenmiş. Çocukken oynadığım çayırlar, ormanlık olmuş. Ben köyden çıkarken doğanlar askere gitmiş gelmiş, çora çocuğa karışmış. İçimde küllenen duygular yeninden alevlendi. Baba ocağına vardık. Burnumun direği sızladı. Küs gitti ama ne de olsa atadır. O gün sabaha kadar oturduk, akrabaların biri gidiyor, biri geliyor. 22 senenin hasretliği var kolay mı?
Ertesi gün kahveye vardım. Baktım, lakabım unutulmuş. Herkes beni masasına buyur ediyor. Her şeyi geçtim, anamın dediği gibi gerçekten bizim köy, eski köy değil. Köyde birbiriyle küs kimse kalmamış. Onu da geçtim, herkes birbirine bey, efendi diye hitap ediyor. Ben giderken küs olan Topal Süleyman ile Kara Ahmet kardeşten öte olmuşlar. Birisi diyor “Ahmet Bey, çay içer misin?”, öbürü “Lütfen Süleyman Beyefendi müsaade edin ben ısmarlayayım”. Şaştım kaldım. Kadınlar deseniz ayrı bir âlem. Yolda sokakta birbirlerine sarılıp öpüşmeler, hediye vermeler, iltifatlar... Bir kibarlık bir kibarlık... Ağzım açık kaldı.
Muhtarı köşeye çekip sordum. “Yahu muhtar, bu nasıl iş? Bu köy nasıl bu hale geldi?” Muhtar “Osman Bey, köyümüz çok değişti”, dedi. “Tamam da muhtar, dedim. Nasıl oldu bu iş?” “Osman Bey, dedi, bu banka işleri çoğalınca bizim köy de bu hale geldi”. Yine anlamadım. “Nasıl?” dedim. Anlattı. Memlekette banka kredileri yaygınlaşmış. İşçisi, memuru, çiftçisi kredi çekmeye başlamış. Bizim köylü de nasıl girdiyse bu kredi işlerine girmiş. Kredi için de kefil lazım. Bütün köylü hep birbirine kefilmiş. Ahmet Emmi’m, Ramazan Dayı’ma bilmem ne bankasından kefil, Ahmet Emmi’m de Ramazan Dayı’ma bir başka bankadan kefil. Ahmet Emmi’min karısı Cemile Yengem, Ramazan Dayı’mın bir başka kredisine kefil. Ramazan Dayı’mın karısı, Fadime Yenge’m, Ahmet Emmi’min oğlu Recep’e kefil. Recep’in karısı, erkek kardeşine, erkek kardeşi Ahmet Emmi’me kefil. Velhasıl bizim köy öyle bir hale gelmiş ki akrabalıktan daha karışık. Tabi kredi çekildi, bunun bir de geri ödemesi var. 3-5 kişi borcunu ödeyememiş icralık olmuş. Kefillerin ahırından inekleri çekmiş götürmüş icra memurları, bir iki tarla satılmış. Bu defa bütün köyün paçaları tutuşmuş. Herkeste bir korku, ya benim kefil olduğum da borcunu ödemezse diye. Kefiller borçlularla canciğer olmuş. Her borçlu aynı zamanda bir başkasına kefil olduğundan onlar da birbirleriyle kardeşten ileri olmuşlar.


Yorumlar - Yorum Yaz