YEĞEN DEDİK BAĞRIMIZA BASTIK

O gün evin sigortası yanmıştı. Ben: “Yarın yenisini alalım, elektrikçi çağıralım.” dediysem de laf anlatamadım bizimkine. Hanım: “İlla bugün...” diye tutturdu. Yarın hacı arkadaşları gelecekmiş, akşam pasta börek yapacak.
-“Yahu hanım, git oğlanın evinde yap, hem gelin de yardım eder.” dedim.
-“Yok, diyor, illa ki kendim yapacağım.” Gelin zaten işten yorgun geliyormuş, çocuklar rahat vermezmiş. Baktım olmayacak:
-“Peki, dedim. Namazdan sonra gider alırım.” Karşı komşunun oğlu Bilal’i çağırıp söktürürüm diye düşünüyordum. O da evde yok. İş başa düştü. Bu yaşımda çıkıp sigortayı söktüm. Namazdan sonra mahalledeki elektrikçilere sordum. Yanan sigortayı gören:
-“Amca bundan bizde yok, dedi, Ulus’a bakacaksın.” Otobüse bindim doğruca Ulus... Aradım taradım, sonunda adamın birisi:
-“Benim depoda olacaktı.” dedi. Gitti, buldu, geldi. Ben sevine sevine durağa giderken, birden birisi boynuma sarıldı:
-“Aman emmi sen buralarda ha.. Bak Allah’ın işine!” deyip elimi öpmeye çalışıyor.
-“Oğlum dur, dedim, dur bir dakika.”
-“Beni tanımadın mı Süleyman Emmi?” dedi, “Benim yahu benim. Hacı Ahmet’in oğlu.”
-“Dur bir bakayım.” Sima hiç yabancı gelmiyor. Aynı bizim oraların adamı gibi. “Hacı Ahmet, Hacı Ahmet... Ha dur dur... Yav yoksa? Sarı Hasan’ın...”
-“Hah hah! İşte ben onun oğluyum.” Hacı Ahmet çocukluk arkadaşım ama yıllardır görmedim. Tabii memleketten çıkalı çok oldu. Ana, baba öldükten sonra ayağımız kesildi.
Hacı Ahmet’i askerden döndükten sonra doğru dürüst görmedim, gördüysem de ya bir defa ya da iki. Onda da ne oturup uzun uzadıya konuşmuşluğum var, ne de görüşmüşlüğüm. Bir dükkan açtı, dedilerdi. Bir de hacıya gittiğini duydum. Oğlunu karşımda görünce çok sevindim. Hacı Ahmet’i görsem belki bu kadar sevinmezdim. Aynı kendisi, nasıl candan.
-“Emmi, dedi, benim adım Yalçın. Sen beni hatırlayamazsın belki, hani ufaktan daha şu kadarcıkken İstanbul’a çalışmaya... Bildin değil mi?” Çıkaramadım ama bozuntuya vermedim:
-“Ha evet, şimdi bildim.” Aldım çocuğu koltuğumun altına. Kendi kendime “Ulan amma uzaklaştık eşten dosttan.” dedim. Yalçın’a baktıkça o eski günleri gördüm.
-“Ah kahpe gençlik ah, yel gibi geldi geçti. Babanla ne günler yaşadık biz be! Şimdi şimdi kıymetini biliyoruz. Şöyle çok değil iki gün o gençliği, o günleri verseler başka bir şey istemem” dedim.
-“Bilmez miyim emmi?” dedi, “Babam hep anlatırdı.”
-“Peki Yalçın oğlum, baban ne oldu?” diye sordum.
-“Sizlere ömür emmi” dedi. Hacı Ahmet’in öldüğüne çok üzüldüm. Ulan dağ gibi adam, hey gidi hey!
-“Ee oğlum, dedim, mukadderat. Bizim de bir ayağımız çukurda, sırası gelen gidiyor işte.”
-“Ben de ondan geldim buralara, dedi. Bu pazartesi defnettik.”
-“Öyle mi? Hiç de duymadık. Allah rahmet eylesin” dedim. Yalçın:
-“Ben Avustralya’dayım. Oradan evlendim, çora çocuğa karıştık. Yazları gelip gidiyoruz.” dedi. Sonra “Seni, bana Allah gönderdi, emmi. Kırk yıl düşünsem Süleyman Emmi’me buralarda rastlayacağım aklıma gelmezdi. Hem de böyle bir günde bak sen şu işe.” Ben sanki düşünürdüm. Bilmem kaç milyonluk şehirde sen gel çocukluk arkadaşının oğluna rastla.
-“Emmi, şurada iki dakika konuşalım” dedi.
-“Yeğenim, gel eve gidelim. Yengen de görsün seni, bu gece bizde kal, oğlanlarla tanış.” dedim.
-“Yok emmi, dedi, ben döneceğim iznim az.” Çok ısrar ettim. Elindeki poşeti gösterdi. Poşetin içi para doluydu.
-“Emmi” dedi, böyle böyle “Babamdan bir miktar para kaldı, biz parayı üleştik, benim payıma bu kadarı düştü.
Benim durumum çok şükür iyi. Ben bu parayı bir hayır işine harcamak istiyorum. Çok büyük bir miktar değil. Bir çeşme yaptırsam vaktim yok. Camiye falan bağışlasam her gün televizyondan seyrediyorum. Memlekette sahtekâr çok. İçim rahat etmeyecek. Yanımda götürsem orada kimsenin paraya ihtiyacı yok. Ben bu paranın burada kalmasını istiyorum. Benim pasaport işlemleri vardı, onları hallettim. Burada sizin köylülerin derneği var, dediler. Oraya bağışlayayım, dedim. Aradım bulamadım.”
-“Valla yeğen, burada bizim köylü çok ama ben dernek duymadım. Yenilerde kurdularsa bilmem.” dedim.
-“Eski dedilerdi.” dedi.
-“Onu bizim oğlanlar bilir ama...” dedim. Sözü bitirmeye fırsat vermedi:
-“Emmi dernek yoksa yok. Madem burada bizim köylüler çoğaldı, al bu parayı durumu iyi olmayanlara dağıt.” dedi. Parayı bana uzattı. Allah’tan korkmasan al parayı. Oğlan nasılsa Avustralya’ya gidecek bir daha nereden karşılaşacaksın. Karşılaşsan da “Verdim.” de geç. Nereden araştıracak da parayı senin aldığını bilecek-“Aman yeğenim, ben bu işi yapamam” dedim.
-“Etme emmi dedi, ben burada yer bilmem, iz bilmem, sabahtan beri şu parayı elimde taşıyıp duruyorum.”
-“Yeğenim, gel bize gidelim ben köyü çok fazla bilmem ama yengen iyi bilir. Ona soralım. Ona göre dağıtalım.” dedim. Eve vardık.
-“Hanım bak, dedim dışarıda kime rast geldim. Hayatta inanmazsın Sarı Hasan’ın Ahmet’in oğlu.” Yalçın, hanımın elini öptü. Hanım:
-“Sarı Hasan?” dedi. “Ha şey. Tamam tamam. Hacı Ahmet’in bu kadar küçük oğlu var mı? Onun oğlanlar bizimkilerle olacak.” Yalçın:
-“Ben sonradan oldum dedi. Ağabeylerim büyük.” dedi.
-“Hanım, geç içerde konuşalım, tutma çocuğu kapıda.” dedim. İçerde uzun uzadıya konuştuk. Öteden geriden, köyden kentten. Hanım Yalçın’ı çok sevdi. Anasını bilmiyor. Ama anneannesi bizim hanımı çok severmiş.
-“Ee oğlum uzaklaştık birbirimizden. Köy gibisi var mı? Bak, kaç senedir gitmedik. Sen karşımıza çıkmasan aklımıza gelmeyecek. Babanın vefatını bile senden öğrendik.” dedi. Hanım yedirdi içirdi ilgilendi. Sigortayı da ona taktırdı. Resimleri gösterdi, videoları seyrettirdi. Bir de liste yaptılar, parayı kimlere vereceklerine dair. Akşam olmak üzereydi. Yalçın:
-“Yenge buraya nere derler?” dedi. Hanım:
-“Yavrum burası Keçiören” dedi. Yalçın bu defa:
-“Öyle mi? Semt olarak ne derler?” dedi. Hanım:
-“Kalaba derler.” dedi. Oğlan bir de market ismi söyledi. Hanım biliyormuş. Yalçın çok şaşırdı.
-“Yahu bu kadar tesadüf olur! Biz onun sahibiyle Burdur’da askerlik yaptık.” dedi. Hanım da şaşırdı. Yalçın:
-“Yenge, ben bir gideyim, göreyim.” Hanım:
-“Bırakmam” dedi. Oğlan:
-“İki saate dönerim, bir görünüp geleyim.” dedi. Hanım, Yalçın’ı yatıya alıkoyacak. Akşam için oğlanları çağırdı.
“Yemek yemeden gelin misafir var.” dedi. Hazırlıklar yaptı. Yemekler pişirdi. İki saat değil, dört saat geçti. Oğlanlar çoktan geldi. Çocuklar “Acıktık.” diye söylenir. Oğlanlar köyden zaten tamamen kopuk. Değil Yalçın’ı öz amcamın oğullarını bilmezler. Ankara’da görüştükleri hemşerilerimiz var elbette ama köy bize ayrı bir dünya. Büyük oğlana:
-“Bizim köylüler dernek falan kurdular mı?” dedim.
-“Yok” dedi. Hanım’ın aklı Yalçın’da:
-“Herhalde, arkadaşı alıkoydu.” dedi. Ben sanki Yalçın’ı yıllardır tanır gibi:
-“Yok” dedim, “Haber verirdi öyle bir şey olsa. Söz verdi gelecek.” Gelecek ama saat dokuza geliyor. Yok. On, on bir. Bu arada büyük torun:
-“Dede telefonu bir göster.” deyip duruyor.
-“Sırası değil. Misafir gelecek.” dedim. Büyük toruna sözüm vardı. Üniversiteyi kazanırsa telefon alacaktım. Sınavdan sonra netlerine baktık:
-“Kazandım.” dedi. Hesaplattırdılar, hayli yüksek bir puan alıyordu. Oğlan söz verdiği motosikleti aldı, amcası bilgisayarı. Torun beni sıkıştırıyor: “Ne zaman alacaksın?” diye. Üç aylıkları çekince gittim, en pahalısından bir telefon aldım. Ama sonuçlar açıklanınca baktık ki kazanamamış, bizi kandırmış kerata. Motosikletle bilgisayarı kaptı. Oğlanlar:
-“Telefonu verme baba, dediler. Seneye kazansın öyle ver.” Vermedim. Gittim telefoncuya geri almadı. “İade yok, değiştirelim istersen.” dedi. Değiştirsem ne alacağım; yine telefon. Ne yapayım, kullanmaya başladım. Benim kullanacağımdan ne olur, anlamam, bilmem. Numaraları gözüm bile görmez. Ev telefonu neyimize yetmiyor. Ara sıra cepten oğlanlar arar, bazen de geç kalınca hanım komşulara arattırır. Ben doğru dürüst aramasını da bilmem. Basarım yeşile cevaplarım sadece.
Torun telefonu alamadığına çok üzüldü. Motosiklete binmesi de yasak. Amcasına bilgisayarı geri vereceklerdi ama çocuk kırılmasın diye almadı. hepsi bir yana torunun gözü telefonda kaldı. İlk görüşünde “Tam da istediğinden...” dedi, yandı gitti. Her gelişinde bakar karıştırır, acayip acayip müzikler, resimler getirttirir içine nasıl yapıyorsa. Şimdi de görmek istiyor. Zaten ona aldım ama yaptığı yanlış. Aklı sıra “Nasıl olsa bunlar alır, alınca da geri istemezler.” diye düşündü herhalde. Geçen gün karıştırmış. Tam camide çalmaya başladı. Bir türlü susturamadım. Namazdan sonra koştum dışarıya, basarım yeşile “Alo” derim, hala susmaz. Çok uğraştım susturamadım. En son cemaatte gençten bir oğlan varmış:
-“Amca alarmını kurmuşsun o çalıyor.” dedi, susturdu.
-“Yavrum ben ne bileyim alarm malarm. Torunların işidir” dedim. Vakit iyiden iyiye geçti bu arada. Oğlanlar
-“Gidelim. Bu saatten sonra gelmez.” dediler. Ben:
-“Biz bekleyeceğiz. Yatıya gelir de uyanamazsak çok ayıp olur, kırk yılda bir evimize gelmiş.” dedim. Torun bir taraftan “Hadi.” deyip duruyor:
-“Hanım ver şu telefonu da oynasın çocuk” dedim. Hanım sehpanın, masanın üstüne baktı.
-“Nereye koydun?” diye bana sordu.
-“Bilmem. Vitrine bak.” dedim.
-“Yok” dedi. Ufak oğlan:
-“Dur baba arayalım şimdi çıkar piyasaya” dedi. Çıkardı telefonunu, “Baba çalmıyor, kapalı.” dedi.
-“Kapatmasını açmasını ne bileyim oğlum ben, dedim. Açıktır. Şarjı bitmiştir.” Hanım:
-“Sabah çıkardım şarjdan” dedi.
-“Yahu bak oralara.” dedim.
-“Yok” diyor. Aradık taradık, yok. Telefon sanki yer yarıldı yerin dibine girdi.
-“Neyse, sabah çıkar bir yerden.” dedim.
-“Çalınmış olmasın” diyorlar. Kim çalacak ki? Kaç kişi girip çıkıyor evimize.
-“Koltuğun arasına falan gitmiştir belki.” dedim. Hanım düşündü:
-“Sabah, kendi elimle şuraya koydum iyi biliyorum. Sonra şöyle oldu, böyle oldu, şuraya gittim buraya gittim. Sonra sigorta yandı. Sen çıkınca namazı kıldım, yattım. İkindiye kalktım. Bu gün kimse gelmedi ki. Bir Rukiye geldi. O da kapıdan döndü, gitti. Şükriye geldi. Onun çalacak hali yok ya? Bu odaya bizden başka giren olmadı.”
Büyük torun Süleyman’ı sıkıştırdılar, çocuk bu. Alır mı alır. Cin gibi kerata. Alır, üstüne üstlük bize böyle arattırır. Hele şu sınav olayından sonra ondan her şeyi bekliyorlar. Yeminler edip “Ben almadım.” dedi. Epeyce düşündük, bu odaya bizden ve Yalçın’dan başka gelen olmadı. Yalçın’dan şüphelenmek aklıma bile gelmedi. Elinde bir poşet para var, istese o paraya, o telefondan on tane alır. Son bir defa iyice bir karıştırdık ortalığı. Oğlanlar:
-“O aldı” dediler. Hanımla ben:
-“Hayır. O, almaz.” dedik.
-“Nerden biliyorsunuz?” dediler. Biliyoruz. Babası çok babayiğit adamdı. Memleketlimiz. Hatta çocukları bile azarladık böyle dediler diye. Büyük oğlum Orhan:
-“Baba kimin nesi dedin sen bu adamı?” dedi.
-“Oğlum anlattım ya Sarı Hasan’ın Hacı Ahmet’in oğlu” dedim.
-“Adı?” dedi.
-“Adı Yalçın.” Çocuklara daha önce anlatmıştım zaten. Bir daha anlattırdılar, nerede gördün, nasıl gördün, sonra ne oldu, ne dedi sana, ne arıyormuş burada?
-“Oğlum pasaport”
-“Parayı niye yanında taşıyormuş?”
-…
-“Neden memlekette köyde dağıtmamış? Madem babasını orada defnetmiş, parayı orada üleşmişler, neden kardeşlerine akrabalarına güvenmemiş de gelip Ankara’da Sülayman Emmi’sine güvenmiş?”
-“Yav ne bileyim ben? İşte, Avustralya’da yaşıyorum, dedi. İstesem bırakacaktı parayı.” dedim.
-“Ee seni nasıl tanımış?” dediler.
-“Yahu tanımış işte. Ne bileyim, düğünde dernekte rahmetli göstermiştir belki, belki de tanışmışızdır bir zamanlar, yüzü zaten yabancı gelmiyor ki. Ahmet’e benziyor.” Daha bir dünya soru sordular.
-“Tamam, bu adam seni dolandırdı.” dediler.
-“Lan o nasıl söz utan utan! Denir mi böyle laf! Şimdi çıkıp gelecek çocuk” diye çıkıştım oğlana. Vakit gece yarısına yaklaştı. Hanımla biz hala Yalçın’ı savunuyoruz. Orhan telefonunu çıkardı.
-“Ben şimdi öğrenirim.” dedi. Aradı taradı, birilerinden birilerinin numaralarını aldı. Yarısını yatağından kaldırdı. En sonunda Hacı Ahmet’i iyi tanıyan birilerine ulaştı. Telefonu kapattıktan sonra döndü bize:
-“Hacı Ahmet öleli üç sene olmuş. İki oğlu varmış. Birisi PTT’de çalışıyormuş, öbürü sağlıkçıymış. Sen Yalçın 25-30 yaşlarında diyorsun. Bunların ikisinin de emekliliği gelmiş. Birisinin üniversitede oğlu okuyormuş; ondan emekli olmayacakmış, diğeri ise yılbaşında ayrılacakmış. Seni dolandırdılar baba.” dedi. Biz hanımla hala inanamıyorduk:
-“Oğlum bu adam adımı nereden biliyordu, Hacı Ahmet’in çocukluk arkadaşım olduğunu nereden biliyordu? Evde anan o kadar konuştu, kimi sorduysa biliyor. O da bize birilerini sordu. Saatlerce konuştuk. Bizim oradan başka birisi mi kandırdı beni Hacı Ahmet’in oğluyum diye?” dedim.
-“Yarın bizim köylü Yalçın diye biri var mı ona da bakarım. Şimdi geç oldu.” dedi. Kalktılar gittiler. Hanımla uzun uzadıya konuştuk düşündük. Aklımız ermedi işin içinden çıkamadık.
Ertesi gün önce şu Yalçın’ın asker arkadaşım dediği markete vardım. Marketçi askere falan gitmemiş, askerliği bedelli yapmış. Oradan doğruca karakola gittim. Polisler ilgilendi. Hürmet ettiler. Böyle böyle diye anlattım meseleyi.
-“Baba, sen o telefonun üstüne bir bardak soğuk su iç, gitmiş telefon.” dediler.
-“Yav etmeyin. Telefon neyse, ama bu yaşta dolandırılmak ağırıma gidiyor. Bulun şu hergeleyi yüzüne bir defa tüküreyim, söz telefonu hediye edeceğim ona.” dedim.
-“Ooo amca, senin gibi kaç kişi geliyor her gün, bulunmaz o. Şimdiye satmış, parasını da yemiştir.” dediler. Bir iki gün bekledim. İçimden bir ses gelecek diyordu. Gelmedi. Çocuklar araştırmışlar, Yalçın diye birisi de yokmuş köyden. Sırf meraktan Ankara’da bizim köylülerin iki düğününe gittim, acaba görebilir miyim diye. O sene bir de fırsat oldu, uzun zamandan sonra köye gittik. Muhtara sordum, orada da Yalçın’ı tanıyan bilen çıkmadı. Hala aklım ermiyor. Kimdi neyin nesiydi?


Yorumlar - Yorum Yaz