TUTUNANLAR

“Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte
sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar)

Oğuz Atay, şeyhimiz Galip’ten sonra Türkiye’nin en büyük sanatçılarından biri. Ve üstelik Atay, dünya ile başı hoş olmayanların tabiri caizse (ki caizdir) tarihi ve talihi yaver gitmeyenlerin romanını bile yazmış. Tutunamayanlar’dan söz eder kütük gibi kitapta. Tutunanlar var bir de… Bunların romanını da
şiirini de yazmaya gerek yok. Zira hiçbir durum ve şarta yabancılık çek(e)meyen bu arkadaşlar, çağın bütün ilgi uyandıran hallerine iki teker takıp kendi oyuncağı haline getirmekte pek mahirler.
Türkiye, epeydir yazar, çizer, düşünür, şair çölüyken nasıl olduysa birden bire yazar, çizer, düşünür, şair ormanına dönüştü. Nereye baksak elindeki köksüz dal parçasını toprağa diken sanat erbapları görüyoruz. Şiir mi dendi anında dörtlükler, beyitler, soneler, mısralar üfüren biri çıkıyor. Öykü mü dendi,
Bilge Karasu’nun taş gibi eserlerine burun kıvıran ve parmağında toplu iğne ucu kadar kavlayan derinin acısını, kabir azabıymış gibi anlatan bir öykücü çıkıyor. Fikir yazıları dendi mi dünyanın çekirdeğini çıkartıp içini açmış da ortaya çıkanı atomlarına ayırmış edası takınan insanlar sıraya diziliyor. Felsefe dendi mi Hazreti Âdem’in yeryüzüne indirildiğinde yaşadığı adaptasyonun, ontolojik mirasını çözümleyen feylosoflar zuhur ediyor. Heykel ve resim konusunda çok fazla kelam buyuran yok. Şimdilik, heykelin ve resmin “putçuluk” olduğu narasını atmak kâfi geliyor.
Yazı dünyası böyleyken böyle. Peki, yazarın dünyası hangi âlemde? Yazarın dünyası ise asıl sorunlu alan. Yazınımızda kâğıda düşürülen harflere bakıldığında ığıl ığıl kâğıda akan bir niyet göze çarpıyor: “Tutunmak hevesi” Müellif ve muharrirlerimiz, Maksim Gorki’nin ifadesiyle “bütün düğünlerin damadı, bütün cenazelerin ölüsü” olma gayretine hizmet eden beşibiryerde yazın türleriyle ortalıkta cirit atıyorlar. On parmağında beş yüz doksan maharet olduğuna bizi inandırmaya çalışan müellif, muharrir ve yazarlarımız yazmakla yetinmiyor. Sohbet, muhabbet, konferans, panel, söyleşi, seminer, sempozyum gibi sözün egemen olduğu iletişim kanallarını da kendi havuzlarına tutmaktan geri durmuyorlar. Boyuna yazıyor, boyuna konuşuyorlar. Yazdıkça ve konuştukça Türkiye’ye ufuk evrimi geçirteceğini sanan “sanatçıllar” okullarda, üniversitelerde, mahalle aralarında hatta camilerde kültüre, sanata sözün her türünü kaldırabilecek alanlarda cümleler kuruyor. Kuruyor, kuruyor…
Yazarlığı, mütefekkirliği ve münevverliği tek elde toplayanlar, fırsatını buldukları her zeminde bildiklerini öğüte dönüştürüyorlar. Böylece esasında birer öğütücüye dönüşüyorlar. Sahnelerin dayanılır cazibesine kapılan yazarlar, karşılarında oturan yaşlı–genç, kadın–erkek, öğrenci–öğretmen kim varsa
hepsine gelenekten, gelecekten, bildikleri tek yazarın kutsallığından, okumadıkları kitapların ihtişamından bahsediyorlar. Okul okul, fakülte fakülte, mekân mekân gezerek müşteri gibi gördükleri gençlere kendilerini keşfetmelerinden ve en olmadı hayallerinin peşinden koşmaları gerektiğinden söz ediyorlar.
Gençlerin gerçeklikle bağını koparan, yaşamın içerisinde hiçbir karşılığı olmayan cümlelerle şiiri, öyküyü, denemeyi, ideayı ve hatta dini anlatan yazar taifesinin tarifesi ise bahs-i diğer. Katıldıkları konferanslarda gençlere tornavida sıkmayı öğrenin, ıslah edilmemiş bir ağacı aşılamayı öğrenin, yalancı akasyanın tohumunu nasıl çimlendireceğinizi öğrenin, zemherinin başlangıç ve bitiş tarihlerini öğrenin, matematiği çok iyi öğrenin, çay demlemeyi iyi bilin demiyor, diyemiyorlar. Çünkü bunlardan bahsetmek kişisel bir emeği zorunlu kılıyor. Oysa yeniçağcılsanat insanlarının yediği önünde, yemediği ise arkasında bir hayatları var. Yaşamsal meseleleri, hayati endişeleri yok. Bu yüzden biraz din, biraz zekâyı imleyen kelimeler, biraz zorunlu samimiyet, biraz üstenci eda, biraz bilgelik, biraz üst-baş zenginliği, biraz rahatlık ile sahnelerin fatihine dönüşüyor neoyazarlarımız. O kabzettikleri sahnelerde tek söyledikleri, kitaplarında yazıp durdukları hiç kimsenin, hiçbir zaman işine yaramayacak renksiz, kokusuz tembihler…
Birkaç yıldır Türkiye’nin edebiyatı bu adamlara kaldı. Piyasada nerde anarsan orada hazır ve nazır olan üdeba takımı, işi o kadar ilerletti ki günde beş altı konferans verip gittikleri her yerde aynı cümleleri kurarak makineleştiler. Durmadan gençleri öğütleriyle öğüten yazarlar eğer sahiden yaptıklarına inansalardı “tutunamayanlar” ayarında kitaplar ortaya koyarlardı. Oysa Türkiye’nin yazın hayatı ciddi bir tehdit altında. Yayımlanan ve yayılan kitapların birçoğu hiçbir şey anlatmayan cümlelerle süslenmiş kâğıt israfları. Türkiye’nin yazı ve yazar ormanına dönüştüğü günümüzde kimden uzak dur(ul)malı sorusunun net bir cevabı var: “İşe yaramaz yazı ve sözleriyle insan tavlamaya çalışan ve bununla hayata tutunanlardan”. Kendi adının geçtiği her noktayı işaretleyip kendisi hakkında atlaslar, antolojiler hazırlayanlardan, manifestoya uygun ürün değil ürünlerine uygun manifesto yazanlardan, tutunanlardan. Hepsinden…
Tek sahne ve tek perdelik bu trajedide rol almayanlardan, başını iki elleri arasına akıtanlardan uzaklığa hacet yoktur. Hatta asıl onların eşiğine yanaşılmalı.


Yorumlar - Yorum Yaz