YAZILARIMA AZİZ OKUYUCULARIMDAN GELEN MEKTUPLAR

“Bu çağda da mektup yazan okuyucu mu varmış?” demeyin hemen ‘dolmuşa binerek’. Okuyucu mektupları dediysem bir nevi onlardan gelen olumlu ya da olumsuz mesajları kastediyorum elbette.
Zaman zaman yazdığım ve çoğu kere içerik itibariyle konudan konuya atladığım gibi bir izlenim sezilen yazılarıma, farklı şekillerde tepkiler verildiğini müşahade ediyorum. Öyle değişik yorumlar var ki bunlar bir yazı konusunu aşacak kadar geniş olmakla birlikte biz hülasa etmeye çalışalım.
Hülasa etmek dedimse, malumunuz her bir yazımda günden güne konuşma dilimizde daha az yer işgal eden kelimeleri kullanıyorum. Eleştirildiğim konulardan birisi de bu şekilde yazı yazmam (yazı yazmak da ne demekse, tıpkı bizim Çoğulhan kasabasında komşularımızın arazide ekili tarım ürünlerini sulama işi için “su sulamak” demeleri gibi bir şey) zaten.
Nitekim okuyucularımdan Süleyman Bey:“Yahu kardeşim nedir bu yazılardaki üslubun öyle! Sanki ansiklopedik notlar okuyor gibi oluyor insan. Şu konuları herkesin rahatlıkla anlayacağı şekilde yazıp da bize detay bilgi vermesen olmaz mı yani?” diye sitem ediyor ki haksız da sayılmaz hani. Neyse paragrafın başına dönecek olursak, yeni ve genç okuyucular için izah sadedinde yazalım bari “hülasa etmek” özetlemek demek.
Efendim tek muteriz okuyucum Süleyman Bey olsa iyi, hele bir de Üveys kardeş var ki adeta “Böyle dost düşman başına” diyesi geliyor insanın. Alimallah, eleştirisinde sınır tanımıyor. Hem de gören duyan farklı yorumlayan, hatta yanlış anlayan olur demiyor ve alenen sosyal medyada yazımı okuduktan sonra verip veriştiriyor. Geçenlerde: “Yine 10 dakikam çöpe gitti sayende. Bırak bu incir çekirdeği doldurmaz konuların peşine takılmayı. Bunları yazarak hem kendinin hem de bizim vaktimizi ç/alma. Seni seviyoruz” diyor. Nasıl sevmekse, ey kardeş sana ‘ucu yanık mektup’ yazmadık ki, okuma o zaman bizim yazıları diyemiyoruz tabii. Kabul etmek lazım ki tüm mesajlar bu yönde değil Allah’tan. Arada bir de olsa gönül okşayan, yazma isteğimizi kamçılayan cümleler yazıp kadir kıymet bilenlerle de karşılaşıyoruz. Nitekim, şimdilerde Katib-i adl olarak vazife yapan eski avukat arkadaşlarımdan Erdal Bey sahici anlamda: “Mustafa Kutlu hikayeleri tadında bir yazı” diye takılıyordu. Acaba gayri ihtiyari olarak mı yazdı yoksa fevkalade mi buldu okuduklarını diye hemen telefona sarılıp sorularımla sıkıştırıyorum onu. Böyle yapmaktan kastım elbette ki yazdıklarını sözlü olarak teyit etsin diye, zaten siz kastımın bu olduğunu anladınız. Sayın noterimiz baktı ki benden yakasını kurtaramayacak: “İltifat değil gerçek duygularımı ifade ettiğimi belirtmeliyim” demek zorunda kaldı.
Tabii bir de bu yazıların paylaşıldığı muhtelif ortamlar var. Mesela, Açıkkara isimli elektronik dergi de (e-dergi) bunlardan birisi. Lakin bu dergi mizah ağırlıklı olduğu için her yazıyı bu mevkuteye gönderemiyorum. Şimdi “Hem e-dergi diyor hem de mevkute şeklinde ifade ediyorsunuz, bu tenakuz değil mi?” diyenleriniz olacak. Elbette çelişki değil ey azizler. Yıl içinde elektronik olarak internet ortamında yayınlanan dergi, dönem sonunda en muhterem okuyucuları için (tabii ki bedeli mukabilinde ve ptt kargo dahil) cüzi bir mangır karşılığında (yalnız buradaki “mangır” kelimesini argo anlamında kullanmadığımızı, çok çok eskilerin “para” kelimesi yerine kaim olmak üzere bu sözcüğü kullandıklarını da yazmalıyım) sahiplerine ulaştırıldığını bildireyim. Ayrıca ne kadarının hukukçu olduğu bilinmeyen (en azından bir kısmının hukukçu olmadığı yazılarıma verilen tepkilerden az çok anlaşılıyor) “Hukuk ve Edebiyat” isimli face sayfasında da yazı paylaşıyorum. Buradaki yazılar ağırlıklı olarak hukuki konular ve uygulamalara yönelik eleştirel yaklaşım yahut adliyelerde yaşadığımız-karşılaştığımız konuların biraz da mizahi bir tefsirini içeriyor. Hatta seyrek de olsa kimi zaman o kadar hukuka aykırı olan tutum ve kararlarla muhatap oluyoruz ki adliyelerde yazdıklarıma okuyanların inanası da gelmiyor. Gerçi başımdan geçmese bende inanmazdım ya! Bu kabil paylaşımlara yapılan yorumların bir kısmı sayfa sebebiyle hukukçu olduğunu zannettiğimiz oysa yorumlarından bu yönde bir ihtisas sahibi olmadıkları aşikar olanlar ile daha ziyade avukat meslektaşlardan geliyor.
Meslektaşlarımıza pozitif ayrımcılık (bu her ne demekse sevmedim ama yazdım gitti) yapalım. Avukat arkadaşın şöyle bir tepkisini görüyoruz mesela: “Üstadım bu yazıyı erinmeden nasıl yazdınız”. İyi de kardeşim, benim Zeynep ebemin tekerlemesini hatırlıyorum sizin bu cümlenizden. Rahmetli bazı olaylar karşısında tepki olarak “Erinenin oğlu kızı olmazmış” derdi. Şimdi bu ne demek “erinmek” diyecek olan olursa baştan söyleyeyim, ne bu yazıda ne de başka yazıda bu kelimenin bizim bölgedeki anlamını açıklamayacağım. Öğrenmek isteyenler sözcüğün Türk Dil Kurumu internet (hadi hayrıma onu da yazayım günah benden gitsin: tdk.gov.tr) adresinden ya da uygun gördüğünüz başkaca internet sitelerinden bakınız bir zahmet. Başka bir grup ise yakınlarım içerisinden yazılara karşı tavır alanlar. Birisi “Sen bu yazıları adı ‘Açıkkara’ mı yoksa başka ‘Kapalıkara’ mı neyse o dergide yayımlasınlar diye para ödüyorsundur.” diyor. Diğeri, “Kaç kez söyledim şu şiirleri sosyal medyada paylaşma, kıymeti azalır diye, dinlemiyorsun beni!” şeklinde serzenişte bulunurken, üçüncüsü “Bu yaştan sonra şiir yazmak, yazı paylaşmak(!) insanın inanası gelmiyor sana.” diyor. Ben de şaşırıyorum ey okuyucularım. Bari siz bana bir yol gösterin, ne yapayım, bırakayım mı bu yazma paylaşma işlerini?
Sadece bu kadarla sınırlı olsa iyi, bazı whatsapp gruplarında da paylaşıyorum yazılarımı. Gördüğünüz gibi pazar alanı bir hayli geniş benim açımdan. Bir whatsapp grubunda, arkadaşlarımdan İbrahim Bey hemen topa girip, “Bu gine bize Çin işkencesi gibi uzun uzun yazmış. Biriniz okusun da ne diyor bana özetlesin.” diyor. Uzun diye laf ettiği yazım da en fazla 6 sayfa filan. Bilmiyor ki ben zaten özet kısmını paylaşıyorum onun bulunduğu gruplarda. Yoksa kısa yazım bile 12 sayfadan aşağı olamıyor nedense. Gerçi biraz önce ismini andığım Süleyman Bey kardeşim, “Yahu siz şimdi inanmayacaksınız belki ama adam (burada kastettiği ben oluyorum) konuştuğu gibi hızlı yazıyor. O sebeple yazının uzun olduğunun farkında bile değil. Bu sebeple maruz görmeniz lazım.” diyor. Bu sözüyle İbrahim’i mi yoksa beni mi destekliyor anlayabilmiş değilim.
Ha unutuyordum az kalsın, bir de “Habername.com” isimli internet sitesinde yazıyorum. Yazıyorum desem de düzensiz birkaç paylaşımdan ibaret onlar da. Habername.com sitesinde (Bu site kendisi ecnebi memlekette olan bir arkadaşım tarafından kurulmuştur. Düşünebiliyor musunuz, bu sitenin sahibi olan arkadaşımızın girişimciliğini! Bizler Türkiye’de bir apartman dairesi alabilmek için on yıl taksit ödüyoruz, Kemal Bey kuzeyinde mi yaşıyor güneyinde mi bilmem ama Amerika’da site sahibi olmuş!) Burada daha ziyade siyasi mizah ve günlük havadis kabilinden olan yazılarımı paylaşıyorum. Nitekim oradaki son yazım, “Patates ve Soğanda İndirimli Satışlar/Tanzim Satışlar” başlığını taşıyordu. Lakin sonra yazı talep eden olmadı. Öte yandan takip ettiğim kadarıyla, bu internet sitesindeki yazılarımın altına herhangi bir yorum yapılmadı bugüne değin. Artık birkaç ay daha yorum yapan olmazsa mecburen mahlas kullanarak ben o yazıları yerden yere vurmazsam ne olayım!
En çok hangi yazılarımın tepki aldığını soracak olursanız, Kağıttepe belediye başkan adaylığımı açıkladığım yazı ile bu konuya dair sonradan yazdığım iki ayrı yazıdır diyebilirim. Zira özellikle ilk yazının başlığını okuyan hemen “hayırlı olsun, sana yakışırdı, geç bile kaldın” anlamında yorum yaparken, bir kısım tanıdıklar da hemen telefona sarılıp büyük bir sevinçle şahsımı tebrik ettiler.
Öyle ki Susurluk ilçesinden bir partiden aday adayı olan tanıdığım, “Başkanım hayırlı olsun belediye başkan adaylığınız. Bendeniz de Susurluk’ta belediye başkan adaylığımı açıkladım. Size dua edeceğim. Ben de ayrıca desteğinizi beklerim.” dediğinde, ne cevap vereceğimi şaşırmıştım.
“Halkımın Umumi İsteği Üzerine Kağıttepe Belediye Başkanlığına Aday Oluyorum” başlıklı yazımı okuyan, yada başkalarından duyan akrabalarım bu işe pek inanmamış olmalılar ki (siyasetle ilgilenmediğimi yakinen bilmiş olmalarına rağmen) bu işin aslı nedir diye aradılar. Memleketten bazı arkadaşlarım, ahbap-yaran ile konu komşu ve emmim dayım da bu şekilde arayanlar arasındaydı. Telefonla irtibat sağlayanlardan bir kısmı seçim çalışmalarına maddi destek vaadinde de bulundular sağ olsunlar . Bu seçim geçti ama (Allah ömür verirse) 2024 mahalli idare seçimlerinde, Kağıttepe belediye başkanlığına gerçekten aday mı olsam acaba?
Söz siyasetle ilgili yazılarıma verilen tepkilere gelmişken, çoğunluğu orijinal olmakla birlikte, ikisini buraya almakta fayda mülahaza ediyorum.
Bir takipçimin; “İstanbul’un Kağıttepe diye bir ilçesi var mıydı?” şeklindeki sorusuna, başka bir okuyucu, “Nasıl bilmezsiniz! Kılıçdaroğlu 2009 senesinde Silivri tarafında kurmuştu” diye cevap veriyordu.
Başka birisi, “Kağıttepe Edirne’nin mi ilçesi?” diye sorduğunda, Hüseyin Bey isimli bir arkadaş cevaplamakta geçikmiyor ve: “Edirne’de Kağıttepe diye bir ilçe yok. Fakat Kağıttepelilerin % 70’i bizim Edirne’de oturuyor!” diyordu.
Uzun yıllar Çeliktepe mahallesinde ikamet eden (bu mahalle Kağıthane ilçe sınırlarındadır) şu anda ise Malatya’ya yerleşmiş olan bir okuyucu ise her üç yazıma yaptığı yorumda, adaylığım için başarı diledikten sonra “İlçenin ismi Kağıttepe değil, yanlış yazıyorsunuz, orası Kağıthane.” diye uyarmaktan geri kalmıyordu. Bir kısım arkadaşlarım da belediye başkan adaylığına dair her üç yazıyı da okumuş ve zihinleri karışmış halde arıyor ve farklı sorular yöneltiyorlardı. Bunlardan kendime yakın hissettiğim birisine: “Hasan Bey, siz yazının tamamını okudunuz mu?” dediğimde cevap olarak “Okudum ama neden Kağıttepe kelimesinin sonuna (!) işareti konulmuş anlayamadım.” diyordu.
Diğer yazı konularına dair verilen tepki ve yorumları atlamak suretiyle gelelim en son kaleme alınan “Güvercin Suyuna Bulgur Pilavı” mevzuuna. Burada yeri gelmişken hemen belirteyim ki yazılarım hakkında yorum yapsın yapmasın geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edildiğimi biliyorum! Nitekim bazı okuyucularımın yazıları ailecek (eskiler maaile derlerdi) takip edip okuduğunu da biliyorum. Nereden biliyorsunuz derseniz, (hadi biraz da abartayım) geçenlerde sanayi sitesinde çalışan bir esnaf arkadaştan duydum.
O arkadaş diyor ki: “Gün boyu yemek yememiştim. Zaten bizim işyerine (Vahdet Otomotiv) yemek servisi yapan firmanın getirdiklerini yiyebilene aşk olsun. Akşam yorgun argın eve vardığımda fena halde acıkmıştım. Daire kapısı açılırken duyduğum yemek kokuyla neredeyse üç gündür iftar etmeyen oruçlu biri gibi mutfağa yönelttim bakışlarımı. Hanım sofrayı kurmuş, tabaklar yemek masasına dizilmişti. Eşim kapıyı açtıktan sonra hemen salona geçti. Ben de doğrudan mutfağa koştum tabii. Yemek masasına oturdum ama baktım ki mutfağın (aslında tüm evin) sahibi bir türlü gelmiyor. Yerimden kalkmadan salona doğru seslendim, “Hanım tez gel ben fena açım.” dedim. Ancak gelmek yerine, içeriden ses veriyor, “tamam geliyorum” ama bir türlü gelmiyor. Hiç böyle yapmazdı, bir iki daha seslendim ne gelen var ne giden. Bizim ufaklığa, “Oğlum annen ne yapıyor salonda? Gelsin de yemek yiyelim.” dediğimde oğlum, “Baba, annem galiba bilgisayarda bir şey okuyor.” demesin mi! Şaşırdım “Nasıl yani oğlum? Annen ne okuyor ki, en son geçen yıl benim zorumla bir küçük kitap okumuştu?” diyerek salona doğru yöneliyorum. Bir de ne göreyim, meğer bizim hanım, face sayfamda ‘Güvercin Suyuna Bulgur Pilavı’ başlıklı bir yazıya dalmış, beni bile fark etmedi. Ne okuyorsun öyle dalmışsın dediğimde başını kaldırıp, “Ya kim bu Sabit Eymen, aynı bizim oralılar gibi gençlerin askere uğurlanmalarını yazmış. Yazıyı bitirmeden, bilgisayarın başından mümkün değil kalkmam.” demesin mi?
Evet ey azizler, bu güvencin suyuna pilav konulu yazıya çok farklı yorumlar da yapıldı telefon görüşmelerinde. Bir çok arkadaşımın/okuyucumun unutamadığı bir güvercin ve kuş hikayesi varmış meğerse. Onların tümünü buraya alacak olsak işin içinden ben bile çıkamam. Ancak facede yazıyı okuyup da konunun ehemmiyetine binaen whatsapptan özel mesaj gönderen Ali Bey’in yazdıklarını sizinle paylaşmadan bu yazıyı nihayete erdirirsem eksik kalır bilesiniz. Ali Bey mesajında: “Sabit Bey, öncelikle güvercinin sağ mı, ölmüş mü olduğunu bilmek lazım. Onu da öğrenmek için bir yerden biraz buğday alıp arkadaşınıza götürüp ‘senin güvercine buğday getirdim, benim de hayrım olsun’ dersin. Şayet buğdayı almak istemezse, bil ki güvercin ‘pilav üstü’ olmuştur. Yok, “Sağ olasın, iyi ki getirdin yemi de bitmek üzereydi.” derse güvercin hayatta demektir.” diyordu.


Yorumlar - Yorum Yaz