Nereden bakılsa yarım asır öncesinde yaz aylarında çocukların çorap giymesine bayramlarda ancak rastlanırdı, bir de okula giderken. Öğretmenlerin ısrarla çorap giyilmesi için yaptıkları telkin ve baskı olmasa okulda da çoğu giymezdi.
Çorapsız kara lastik ayakkabı yazın giyilirse, oyun oynanırken ve yolda yürürken ayak kısa zamanda terler. Yaşanan yer, yollar ve çevre hep toprak olduğu için ve ayaklar öyle sık sık yıkanmadığı için ayağın kiri, tozu kara lastiğin içinde parmak aralarından başlayarak vıcık vıcık olmaya ve derken ayak altına, yanlara doğru yayılarak adeta kaygan bir zemin oluşturmaya başlardı ki giyenin yürümesini, koşmasını bile yavaşlatırdı. Bir yerde çıkartmak gerektiğinde o ayağın sahibine öyle bir dert olurdu ki tarifi mümkün değil. Eve gelmişse mesele yok, tulumbadan veya çağda/ cağda ibrikten akıtacağı su ile yıkamak mümkün; camiye gideceksen, abdest alacak kimse kalmayınca utana sıkıla yıkamak, hele bir tanıdığın evine gitmek ve içeri girmek zorunda kalırsan…
“Fakir halini bilse çuha şalvar giyerdi.” demişler ama çok da bilmezdi/ bilemezdi; bir yaz bile dayanmayan kara lastikleri de ucuz kabul ederek ve bir de içine su ve çamur almadığı için özellikle tercih ederdi. Derby’lere nispeten Cızlaved markalılar tutulurdu daha çok. İçleri pembemsi veya gri renkli çok ince bir astarla kaplananlar göz alırdı.
Üstleri ise bağcıkları bağlanmış erkek ayakkabısı görünümündeydi. Kara lastikten yapılan çizmelerin içi az daha kalın astarlı olurdu.
Bir hatıra ile devam edeyim.
Elbistan kaymakamlarından Orhan Âlimoğlu, birlikte 19.09.1991 tarihinde Ekinözü’nün “İlçe Oluş Töreni” için giderken anlatmıştı:
‒“Arif Hoca’m, biz köy çocuğuyuz. Fakirdik. Öyle yeni ayakkabıyı, yeni elbiseyi bayramdan bayrama bile göremezdik. Ben ortaokula gidinceye kadar hiç çorap giyemedim desem abartmış olmam. Okulumuz evimize uzaktı. Kış günlerinde donmaya varan ayaklarımızı annem, kül ile ısıtmaya çalışırdı.”
Duygulanmıştı. Sesinin titremesinden belliydi. Ben hem merakımdan hem iki nefes de olsa toparlanma fırsatı vermek için sordum:
‒“Külle mi, nasıl olabilir ki?”
‒“Külle... Bize ancak lastik ayakkabı alabilirlerdi, hani şu kara lastiklerden yapılmış Cızlavet markalı ayakkabılar... Kara lastiklerin içi yazın ayağımızdaki ter, toz, toprak, kir karışmasıyla adeta vıcık vıcık çamur olurdu; kışın da inadına sertleşerek üşütür, kara, buza basmış gibi dondururdu. Annem, sabahın soğuğunda okula gitmek üzere lastikleri tam giyeceğimiz zamana denk getirerek, ocaktan aldığı sıcak külü lastiklerimizin içine doldururdu. Biz de hemen ayaklarımızı içine sokardık. Ayağımızı anında bir yumuşaklık ve sıcaklık çorap gibi sarıp sarmalardı. Çok hoşumuza giderdi. Sıcaklığı bir süre dayanırdı. Külsüz giydiğimiz kara lastikten daha çok korurdu bizi…
Köyler şöyle dursun kasabaların hatta bazı illerin bile yolları asfalt değildi. Kimi ham yol, kimi sıkıştırılmış yoldu. Yağmur yağarsa, kar yağarsa aylarca çamurdan geçilmez hale gelirdi. Bu yollarda iskarpin veya kundura giymek akıl kârı değildi zaten. Kadının da erkeğin de yağmur çamur bitinceye kadar kara lastik giymekten başka çaresi yoktu denilse yeridir. Diğer zamanlarda erkekler kara lastiklerin yanında yemeni/ filar giyerlerken kadınlar yeşil, mavi, beyaz ve siyah renkli naylon ayakkabı tercih ederlerdi. Abdestinde namazında olan kadınlar orta yaşa doğru tırmanmaya başladıktan sonra kış ve yaz ince keçi derisinden yapılmış ağzı mest ile diğer ayakkabılara göre daha geniş yapılmış kara lastiği (mest lastik) birlikte giyerlerdi. Tabii ki yaşlanmaya başlamış erkeklerin de çoğu mest lastiği tercih ederlerdi. Onların mestleri, gön tabanlı ve ince topuklu olurdu. Yürürken lastikli veya lastiksiz de olsalar ‘gırç gırç’ diye ses çıkartırdı. Bu ses kimini imrendirirken kimini kızdırırdı, bir kibir alameti sayılırdı.
Memurlar, zenginler ve orta zenginlikteki aileler hariç (onlardan da elbette mest lastik giyenler vardı) şehir ve köylerde yaşayanların en çok aldıkları ve giydikleri ayakkabıydı kara lastikler.
Kasaba çocukları arasında kundura ve kara lastiklerin yanında özellikle yaz aylarında giyilen naylon sandaletler çıkınca adeta moda olmuştu. Çok ucuz gibiydi. Dar gelirli aileler çocuklarına ‘Bari yazı kurtarsın’ diye alırlardı. Görünüşü de güzeldi. Erkekler için beyaz, kızlar için açık beyaz, sarı, yeşil, pembe, mavi gibi birçok rengi vardı. Tutulduğu anlaşılınca onun da birkaç modelini sürmüşlerdi piyasaya. Ne çare ki kara lastikler kadar bile ne çekmeye gelirdi ne zora dayanırdı, çok ısınsa yumuşardı, giyenin ayağında adeta bollaşır, sanki bir numara büyük ayakkabı giymiş hissi verirdi; soğukta ise adeta donar cam gibi sertleşirdi. Onunla koşup oynasan ille topuk kısmından veya yanlardan yirilirdi / yırtılırdı.
Lastik ayakkabılar da çok dayanmazdı. Bir yerinden yırtılır veya delinirse atmaya kıyılmazdı. Kimi o yırtık -eğer topuk kısmında ise- büyümesin diye çuvaldıza takılı sicimle ayağından çıkmayacak şekilde dikerken kimi de tamirciye götürürdü. Sırf kara lastik ve naylon ayakkabıları tamir eden tamirciler oluşmuştu. Bunlar ya kapalı bir dükkânın önünde ya da çarşının uygun bir köşesinde çalışırlardı. Köşkerlerin de birkaçı lastik ve naylon ayakkabı tamiri yapardı. Tamirci, müşteri gelince ayakkabıyı alıp şöyle bir incelerdi, iyice ölmüş mü yoksa tamir edilirse biraz daha giyilir mi ona bakardı. Ölmediğine karar verirse tamire başlardı. Ayakkabının tamir edilecek yeri yani yırtığının veya deliğinin çevresini temizler ve biraz inceltmek biraz da yüzeyde pürüz meydana getirmek amacıyla zımpara sürterdi. O yırtığa veya deliğe uygun aynı cins lastik parçası bulup uygun büyüklükte keser ve onun da iç kısmını kenarlara doğru incelterek zımparalardı. Solüsyonu hem yırtığın çevresine hem de yamanın iç kenarlarına sürer ve beklemeye başlardı. Solüsyon tam kurumadan sertleşmeye başladığı zamanlarda üst üste kor, eliyle bastırır, sonra örsün üzerine koyup çekiçle hafif hafif vurarak iyice yapışmasını sağlardı. Burada şunu söylemek mümkün, o ayakkabı ne kadar giyilirse giyilsin artık o tamir edilen yerden bir daha kolay kolay yırtılmazdı.
Bu yöntem uzun zaman kamyon, otobüs, cip gibi her türlü aracın tekerlerinin, bisikletin iç lastiklerinin ve hatta iç lastikli futbol toplarının tamirinde de kullanılırdı. Bisiklet tamircisinin önünde ters konulmuş bisikletle birlikte iç lastiği çıkartılmış ve leğendeki suya batırılarak çıkan havadan deliğinin yerini bulmak için uğraşanlara sıklıkla rastlanırdı. Aynı şekilde şehirlerarası yollarda kenara çekilmiş otobüs, kamyon veya cipin kriko ile kaldırılıp sökülmüş tekerinden iç lastiği çıkartılarak aynı yöntemle tamir edilişini veya tamirden sonra muavinin iki bacağının arasına aldığı pompa ile iç lastiğe yeniden kol gücüyle hava doldurmaya uğraştığını görmek mümkündü.
Naylon ayakkabıların tamiri ise çok daha farklıydı: Gazocağında yassı bir demir kızarıncaya kadar demir ısıtılır. O ısınıncaya kadar naylon ayakkabının rengine uygun, yoksa yakınından bir parça bulunup kesilir. Zımpara ile kenarları inceltilir. Demir ısınınca bu parça yırtık veya deliğin üzerine konur ve demir aralarına sokularak hem ayakkabının hem de yamanın biraz erimesi sağlanır. Birbirine kaynaşacak kadar eridikleri anlaşıldıktan sonra demir çekilip üzerine bastırılır. Soğuduktan sonra parça, ayakkabının tam da yırtılan kısmıyla kaynaşmış ve deliği tamamen kapatmış olurdu. Yalnız yamanın etrafında, yapıştırmak için iki taraf da yanma noktasında eritildiği için simsiyah bir leke kalırdı. Yırtık ayakkabı sağlama çıkmıştı ya çocuk ne kadar itiraz ederse etsin anne babalar “Aman oğlum ne zararı var.” şeklinde telkinlerle onun gönlünü etmeye çalışırlardı.