Ne zaman bir çift kara lastik ayakkabı görsem gönlü güzel dedemin zamanları gelir düşer yâdıma. Çünkü kara lastik ayakkabı bir dönemin sembolüydü bu topraklarda. Bizim mahallenin suyunu içip havasını teneffüs edenler, burada büyüyenler bunu iyi bilir. Hatta o yıllarda giydiğimiz okul önlüklerinin rengi de siyahtı. Çocukluk yıllarımda ismini en fazla duyduğum Emek ve Tor lastikleri vardı. Özellikle köyde yaşayanların vazgeçilmeziydi. Emek ve Tor lastik ayakkabıları bizim Samsun’da üretilirdi. Üretimi hâlâ devam ediyor bildiğim kadarıyla. Yaklaşık bir asrı geçen hikâyesi var kara lastik ayakkabıların bu topraklarda. Bugün tek tük tezgâhlarda yerini almış olsa da o eski ihtişamlı günleri tarih oldu.
Beyaz yakalı siyah önlük giydiğimiz yıllardı. Yetmişli yılların ortası… Benim çocukluk yıllarım. Mekânlar, insanlar, hatıralar… O yıllardan bilirim kara lastik ayakkabıları. Yoksulun, toprakla haşir neşir olan köylünün en sadık arkadaşıydı. Çocukluk yıllarımızda bağda, bahçede çalışan, tarlada tütün diken büyüklerimizin vazgeçilmeziydi kara lastikler. Çünkü başka alternatifleri yoktu. Olsa bile alıp da giyecek ekonomik güçleri olmazdı.
Benim, o dönemde yırtılan lastik ayakkabıların lastik yamayla yamandığına ve yırtılan yerinden kalın kendir iple dikilip tekrar giyildiğine şahit olmuşluğum vardır. Biz de o yıllarda kara lastik ayakkabı giydik. Plastik top peşinde kara lastik ayakkabıyla koşmuşluğumuz da oldu. Spor ayakkabısı mı? O, sadece hayallerimizi süsleyen, kavuşulması imkânsız bir arzuydu bizim için. Mahalle bakkalının filelere doldurup iple asarak sergilediği plastik toplar önünden her gelip geçişimizde bizi çılgına döndürürdü. Arkadaşlarımızla kuruşçuklarımızı bir araya getirip ortak top alırdık. Futbol topu sanmayın, plastik top işte… Gün sonunda oyunumuz bitince her akşam birinde kalırdı ortak parayla aldığımız bu top. Bende kaldığı akşamlarda güzelce yıkar gece onunla uyurdum.
Yoksulluk günleriydi o günler ve ekmek aslanın ağzındaydı. Babalarımızın önünde geçim sıkıntısı, pahalılık ve enflasyon aşılması zor bir dağ gibi duruyordu.
O günlerde mekânı cennet olsun, rahmetli dedemden işittiğim bir söz vardı, şöyle derdi: “Oğlum, çarıktan sonra lastik ayakkabı o dönemlerde bize iskarpin ayakkabı gibi gelmişti.”
Evet, Anadolu insanının yaşadığı ekonomik, sosyal hayatın fotoğrafını çekip dikkatimize sunan bir cümleydi dedemin bu tespiti. Siyah önlük, kara lastik ve kara talih… Bizim coğrafyamızın tarihi, talihi belki de… Ayakkabıları kara lastikti ama gönülleri ak pak insanlardı onlar. Aza kanaati, helal rızkı, emeğin değerini bilen şükrü bol, vakur duruşlu insanlar... Onlar bugün AVM’lerin parıltılı salonlarında mağazaları dolaşan insanların farkına varamayacağı bir hayat yaşadılar. Çocuklarına helâlinden ekmek parası kazanmak için verilen zor ve kutsal bir mücadeleydi onlarınki. O günlerde çocuklarına iskarpin ayakkabı giydiremeyen, sevdiği oyuncağı alamayan babaların içindeki acıyı, sızıyı bugün kaçımız hissedebiliyoruz? Hayatın oldukça zor olduğu yılları yaşadılar.
Ekonomik ve siyasi krizler, benzin, zeytinyağı, demir, çimento kuyruklarının olduğu yıllar… Karaborsacıların köşeyi döndüğü, sokaklarda sağ sol kavgalarının alevlendiği yıllar… Dedemin ve babamın zor yılları ve bizim de hayatı yeni yeni anlamlandırmaya başladığımız vakitler… Evet, siyah önlük ve kara lastikli yıllar… Dedemin tabiriyle “gıtlık” zamanları.
Kara lastiklerin giyimi çok pratik ve rahattı. Yağmurlu havalarda su da geçirmezdi. Bir de temizlemesi kolaydı, yıkadığınızda hemencecik kururdu. Tarlada çalışanlar için birçok kolaylık ve avantaj sağlardı bu özellikleriyle.
O yıllarda asfalt ve beton yolların azlığını, tozu, çamuru da düşünürseniz kara lastik önemli bir ihtiyaca cevap veriyordu kısacası. Ama şunu da belirtelim ki, kışın adamın ayağı buz kalıbına dönerdi içinde. Cizlavet dediğimiz lastik ayakkabılar kara lastiklere nispeten biraz daha sıcak tutardı ayaklarımızı. Hem de lastiği daha parlak, içi kırmızı astarlı olurdu. Ama onun da fiyatı diğerine göre kabarıktı tabii.
İskarpin ayakkabı giymek bir hayaldi o yıllarda garip gureba ve yoksul aileler için. İskarpin ayakkabı giymek fermana mahsus bir durumdu ve bizim köylerimizde giyen de pek nadirdi. Bize uzaktı yani iskarpin ayakkabılar. Sonradan öğrendim ki, zaten iskarpin kelimesi de Fransızcadan dilimize geçmiş.
Eski köy düğünlerinin renkli ve hayat dolu sahneleri hala hafızamdadır. Şöyle bir adet vardı bu düğün merasimlerinde: Gelir durumu iyi olan aileler, gelinin babası ve erkek kardeşine ayak numarasına göre ısmarlama iskarpin ayakkabı yaptırırdı. Yani o dönem için pahalı ve önemli bir hediyeydi bu. Zaten iskarpin ayakkabı giymek çok önemli ve büyük bir olaydı, ayrı da bir havası olurdu hani.
İbrahim Tatlıses’in “Ayağında Kundura…” türküsü de çok popülerdi o zamanlar. İskarpin ayakkabı giymek herkesin kârı değildi. Hani yürürken takır takır ses çıkartan, sahibine adeta ben buradayım dedirten iskarpin ayakkabılar zenginlerin giyebileceği bir şeydi. Fakirin kara lastiği ses bile çıkarmazdı. Üstelik ayağınız terlediğinde dayanılmaz bir kokusu da vardı.
Bursa’nın Orhangazi ilçesinde yaşayan Binnaz Uysal teyze emekli maaşını almak için bankaya girerken kapıda kara lastik ayakkabılarını çıkarıp kenara koymuş, çoraplarıyla içeri girmişti. Belki okumuşsunuzdur bu haberi gazetelerde. Bu davranışının sebebini de şöyle izah etmişti gönlü güzel teyzemiz: “Saygımdan dolayı çıkarttım.” Çünkü zeytin tarlasından çıkıp gelmişti ve ayakkabıları çamurluydu. Girdiğim yer çamur olmasın, insanlara eziyet vermeyeyim diye böyle davranmıştı.
Anadolu insanındaki tertemiz ruh asaleti buydu ve Binnaz teyze ayağında kara lastik ayakkabısıyla bize unuttuğumuz bu hasleti hatırlatıyordu aslında. Biz ne kadar anlayabildik ve bu güzel hasleti ne kadar davranışa dönüştürebildik? Bu haberi okuduğumda dedemin zamanlarında capcanlı olan Anadolu insanındaki o asil ruhu tekrar hatırladım.
Ayakkabımız kara lastikti ama stresin, bunalımın, triplerin hayatımızda olmadığı ve bizim semtimize uğramadığı yılları yaşadık. Saygılı, edepli, aza kanaati bilen, ufacık şeylerle mutlu olabilen güzel insanlar tanıdık. Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrettiler bize. Çantamızda altı renkli kuru boya ve küçük bir silgiye sahip olduk mu dünyalar bizim olurdu. Birbirimizin boyalarını paylaşarak resim yapar ve bundan da büyük keyif duyardık. Arkadaşımızla silgimizi ortadan keserek bölüşebilme erdemini öğrenmiştik büyüklerimizden. Eve geldiğimizde annemiz bu davranışımıza tebessümle karşılık verirdi ve alnımızdan öperek bizi tebrik ederdi. Modern insan neyini paylaşıyor bugün? Huzur ve dinginlik denen nimetten fersah fersah uzaklaştığının ne kadar farkında acaba? Kara lastikli yılların insanıyla bugün modern toplumun insanı arasında sevgi, merhamet, paylaşım açısından dağlar, derin uçurumlar kadar fark var.
Varın gerisini siz düşünün dostlar!