KAŞ MESELESİ

Mahallede son dört, beş yıldır saç-sakal traşı için hangi berbere gidersem gideyim hep aynı soruyla karşılaşırım:
-“Abi kaşını da keselim mi?” Bu durumda:
-“Yahu bu kaş kesme işi de nereden çıktı eskiden böyle demezdiniz?” derim hemen. Onlarsa şöyle karşılık verirler:
-“Haklısın da ağabey, biz yine soralım.” İşte bu ‘kaş traşı’ muhabbeti fakülte yıllarımda Mahmut Toptaş’tan dinlediğim bir olayı hatırama getirdi.
Anlatılan hikaye 1980 darbesi yıllarında geçiyor. Hocamızın resmi görevi, ibadethane kapalı olsa da imam kadrosu lağvedilmediğinden, Ayasoyfa Camii imamlığı; fiili görevi ise vaizlik... Diyanet İşleri Başkanlığı ile Adalet Bakanlığı’nın ortak çalışması olsa gerek, ceza ve tutukevlerinde hocalar belirli periyotlarla vaaz ederlermiş. İşte Mahmut Toptaş’a da Metris Cezaevi’nde vaiz olarak görev verilmiş.
Bizim hocanın nasibine “aşırı solcuların” bulunduğu koğuş düşmüş. Kendi koğuşlarına ilk kez vaiz geleceğini öğrenen sakinler, hocayı konuşturmamak için çeşitli çareler düşünmüş, onu bu işten men etmeye azmetmiş ve bunu başaracak bir de yol bulmuşlar kendilerince. Mahmut Hoca diyor ki, “Ben koğuşa girdiğimde, tüm tutuklular (yahut mahkumlar) ikili yahut üçlü olarak kendi aralarında yüksek sesle konuşmaya başladılar. Baktım ki beni dinlemek istemiyorlar ve yıldırmaya kararlılar. Oturup tek kelime etmedim ve onları bir müddet sessizce izledim. Sonrasında her nasılsa birden sesler kesildi ve ortalık adeta sütliman oldu. Ben de bu sessizliği tek bir cümle söyleyerek bozdum.” Dinleyenler merakla “Hocam ne dediniz onlara?” diye sorunca hoca kısa bir soluklanmadan sonra yere eğik olan başını yukarıya kaldırdı, şöyle hafifçe arkasına doğru yaslanarak devam etti:
-“Ne diyecektim? Peki öyleyse haftaya görüşürüz o zaman, dedim onlara. Aslında karşılıklı bir konuşmada söylenecek olan bu cümleyi bilinçli olarak telaffuz edip koğuştan ayrıldım. Hafta içerisinde cezaevi müdürünün telefonuyla anladım ki benim o kısa süren sükutum ve sohbetim solculara adeta dert olmuş. “Acaba hoca bu şekilde sükut etmekle, bize ne demek istedi?” Birden fazla teori geliştirmiş koğuş sakinleri kendi aralarında. Duyduğum kadarıyla bu teoriler -eğer yanlış anlamadımsa- halen felsefe dünyasının çözülmemiş muammalarının en başında geliyormuş. (Benim ‘sarı pardesülü” ravim böyle diyor.) Bu şekilde tüm koğuş sakinleri bir sonraki sohbet gününü adeta iple çekmeye başlamışlar.” Böylece sayın Toptaş ikinci gidişinde sözüne ve sohbetine başlayabilmiş.
Tabii hocanın Metris’te kısa sürede namı duyulmuş, ünü almış yürümüş. Diğer koğuşlardan da kendilerine sohbete gelsin diye talepler müdüriyete intikal etmeye başlamış. Hocanın ismi sadece cezaevi sakinleri arasında duyulmamış haliyle. Metris Cezaevi komutanı olan albayın da kulağına gitmiş. Her neyse komutanla da süreç içerisinde ahbap olmuş Mahmut Hoca’mız. Zaman ilerlemiş ve sayın komutanın (bu yeni vaizi evinde de anlatıyor demek ki) eşi, hocamızı bir gün çaya çağırmış. Malumunuz her ne kadar askerliği kısa yaptıysak da rütbeleri öğrendik. Şöyle ki her subayın rütbesinin bir üstü de eşinin rütbesi imiş. Bu şekilde Metris Cezaevi komutanı sayın albayın eşi de kıdemli albay olduğu için evde (hatta ev dışında da) o ne derse anında emir eri (yani albay) tarafından yerine getirilirmiş. Böylece cezaevi komutanımız da üst komutanın (yanin eşinin) emrini topuk selamıyla alıp kabul ettikten sonra Mahmut Toptaş Hoca’yı evinde ağırlamak için davet etmiş. Hocamız: “Hay hay, komutan ne demek siz çağırırsınız da biz gelmez miyiz? Zaten çağrıya icabet sünnettir.” diyerek, daveti kabul etmiş.
Mahmut Toptaş, Metris Cezaevi’ndeki sohbeti sonrasında komutanın makamına emir erinin eşliğinde ulaşmış. Komutan hocayı görür görmez:
-“Hocam nerede kaldınız yahu, üst komutanı daha fazla bekletmek olmaz!” diyerek makamından kalkmış ve misafirini de yedeğine alarak cezaevi bölgesinde bulunan lojmana doğru birlikte yürümüşler.
Komutanın eşi (pardon kıdemli albay olan üstü) hocayı, alışılmışın dışında bir misafir geldiğini konu komşuya duyururcasına binanın kapısında karşılamış. Evin hanımı gerçi aylardır cezaevi komutanı olan albaydan Mahmut Toptaş’a dair bir sürü malumat duymuş, sohbetlerini dinlemiş ise de beklediği misafirin böyle “uzun ve kara sakallı” birisi olacağını pek tahmin etmiyormuş. Neyse pek bozuntuya vermemiş bunu. Lakin hoca kaçın kurrası bir şeyler olduğunu sezinlememiş karşılaşmadan ama “Hele bir bakalım sebebi ne ola ki! Karaman’ın koyunu, konya çıkar oyunu.” diye zihninden geçirmiş.
Çaylar, kahveler içilmiş, meyveler yenilmiş, sohbetin tam koyulaştığı esnada bayan komutan, işte tam sırası dercesine konuya girmek için hareketlenmiş:
-“Hocam size bir sorum olacak ama bilmem cevaplar mısınız?” demiş.
-“Elbette cevaplarım, lütfen siz sorunuzu sorunuz.” demiş Mahmut Toptaş,.
-“Hocam hani ya yanlış anlamazsanız diyorum ki bu sakalınız da fazla uzun. Henüz gençsiniz, kesseniz olmaz mı ya da kısaltsanız sakalınızı?”
Tabii bu fırsatı kaçırır mı hocamız. Hemen soruyu bir örnek üzerinden cevaplamış:
-“Hanımefendi, eskiden memurlar sakallıydı malumunuz, sonradan sakal kesme işi moda oldu.”
-“Nasıl yani hocam pek anlayamadım, eskiden sakallıydı derken, bizim bey hep sakalsız bıyıksızdı baştan beri siz hangi zamanı kastediyorsunuz?”
-“Osmanlı Devleti’ni söylüyorum. O zaman askerler de sivil memurlar da sakallıydı.”
-“Ama hocam o devirler çoktan geçti, baksanıza Evren Paşa 12 Eylül’den sonra askerlere de polislere de bıyık bırakmayı bile yasakladı ya!”
-“İşte ben tam da bu konu üzerinden cevaplamak istiyordum sorunuzu. Düşünün ki Evren Paşa bir talimat yayınladı ve tüm memurlar kaşlarını günlük traş edecekler diye.”
-“Ama hocam nasıl olur böyle bir emir mümkün mü?”
-“Mümkün olup olmaması ayrı bir konu elbette. Lakin böyle bir emir verirse, başta askerler ve tüm memurlar ilk günden itibaren mesaiye kaşlarını traş ederek gelirler mi gelmezler mi söyleyin bakayım?”
-“Bilmem ki, acaba öyle mi yaparlar?” dediği esnada komutan:
-“Başkasını bilmem ama biz emir kuluyuz, emredileni yaparız hocam, değil mi?”
-“Vallahi komutan siz emir kulusunuz ama tüm insanlar da Allah’ın kulu malumunuz.” Karşılıklı gülmeler...
-“İşte böyle hanımefendi, ilk gün belki bir iki memur kaşını traş etmeden daireye gelir ancak onlar da tez elden amirlerince uyarılırlar. Böylece ikinci günden itibaren memurin tabakası kaşlarını düzenli olarak traş ederek vazife başına gelmeye başlarlar. Hatta bazıları yolda gelirken ahaliye daha fazla gülünç olmayalım diye başlarına hiç de yeri değilken şapka alıp siperini de gözünün üstüne doğru getirir ki kaşlarının traşlı olduğu sokakta anlaşılmasın. Ve aylar sonra ilk kez şehre gelen bir köylü, işi düştüğü için resmi daireye girdiğinde kocaman kaşları memurların nasıl dikkatini çeker ve acayip bulurlarsa size de benim sakalım böyle tuhaf görünüyor.”
Tabii Metris komutanı, bu vakte kadar sohbete dahil olmayıp konuşmayı dinlemekteymiş. Hocanın hazırcevap ve nüktedan olduğunu eşi iyiden iyiye anlayınca şöyle demiş:
-“Nasıl hanım şimdi aldın mı Mahmut Hoca’mın sakalına söz etmenin karşılığını?”


Yorumlar - Yorum Yaz