KADROLU MUHTAR -IX- (Pazarlık)

Serkan’ı ilçeye götürüp bıraktım. Birkaç gün Barış’ın yanında kalacaktı. Daha sonra kaldığımız yerden planımızı uygulamaya devam edecektik. Kahveye vardım. Cin Ali’nin hastalandığından bahsediyorlardı. Veli:
-“Bu havalar adamı çarpar. Dikkat etmek lazım.” dedi. Musa:
-“Doğru diyorsun, ben de dün üstüme bir şey almadan davarların arkasından gittiydim, sabaha kadar titredim durdum. Bereket şimdi iyiyim.” dedi. O sırada koşarak Cin Ali’nin oğlu Fatih geldi. Arkam yola dönük olduğundan görememiştim:
-“Muhtar emmi, muhtar emmi.” dedi. Döndüm. Ben bir şey demeden Veli:
-“Baban nasıl oldu len?” dedi. Çocuk:
-“Yatıyor Veli emmi, her yanı ağrıyormuş.” dedi. Veli:
-“Üstünü iyice bir örtün, adam akıllı terlesin. Yarına bir şeyi kalmaz.” dedi. Oradan Sert Kamil:
-“Olur mu len öyle şey! Oğlum sen Veli emmine bakma. Üstünü açın, doncak kalsın. Bezi soğuk suda ıslatıp ıslatıp koltuk altlarına koyun.” dedi. Veli:
-“Ülen öldürecek misin adamı?” dedi. Sert Kamil:
-“Benden iyi mi bileceksin Veli. Ben askerde sıhhiyeydim.” dedi. Musa dayı:
-“Fatih oğlum, yaka vurmayınca geçmez o. Anan bilir söyle. İyi bir yaka vursunlar.” dedi. Hacı Ahmet:
-“Her şeye yaka mu vurulurmuş! Kekik yağıyla iyi bir ovun geçer.” dedi. Kahveci Mehmet:
-“Fatih yeğenim nane limon içsin baban. Her derde deva. Bakkalda yoksa bende açılmamış paket var. Vereyim.” dedi. Necati:
-“İki diş sarımsak yuttursanız bir şeyi kalmaz.” dedi. Orhan:
-“Pate sarın oğlum pate, ağrıyı şip diye alır.” dedi. Refik:
-“Pate yoksa hamur da olur.” dedi. Topal Osman:
-“Ne pate, ne hamur, en iyisi soğan.” dedi. Yaşar emmi:
-“Ben çok dedim o hergeleye bir muska yazdır diye. Onun işi muskalık.” dedi.
Köyün imamı Hasan Hoca:
-“Mübarekler hayvanınız hastalandığında köye veteriner getiriyorsunuz, şu adamcağız için hiçbiriniz de doktora gitsin demiyor.” dedi. Ben:
-“E hocam fena mı senin kayık boş kalmıyor.” dedim. Gülüştük. Bu defa doktor konusu açıldı. Musa dayı:
-“Doktorlar bir şey bilmiyor, ben dizlerimden kaç doktor gezdim. Hâlâ ağrır.” dedi. Hacı Ahmet:
-“Vaktiyle bizim köylere gelen Hasan Ali vardı. Yörük Doktor derdik. Dişi ağrıyana da bakardı, başı ağrıyana da kuşu ağrıyana da… Herkes de şifa bulurdu.”
Kahveci Mehmet:
-“Yörük Doktor gibisi var mı? Bizi hep o sünnet etti.” dedi. Necati:
-“Nalbant değil miydi o dediğiniz?” diye sordu. Hacı Ahmet:
-“Nal da çakardı. Elinden her iş gelirdi. Birinde bizim Mehmet Ali damdan düştü; ağzı, yüzü, kafası, gözü dağıldı. Bereket versin tam o sırada Yörük Doktor, bizim köye Köselerin ineklerine bakmaya gelmiş, hemen yetişti. Çocuğun kafasını sardı, sarmaladı. Şimdi olsa ölürdü çocuk. Hem doğru dürüst para pul da almazdı, bir şinik arpa, bir kile buğday, bir parça tereyağı verirdik, dua ede ede giderdi.” Bizimkilerin susacağı yoktu. Fatih’e döndüm:
-“Yeğenim sen niye geldin?” dedim. Çocuk ne için geldiğini unutmuştu.
-“Unuttum muhtar emmi.” dedi.
-“Koş eve bir daha sor gel.” dedim. Çocuk iki dakika geçmeden geri geldi. Yolda aklına gelmiş.
-“Muhtar emmi, muhtar emmi! Babam muhtar emmini al gel dedi.” Niye çağrıldığımı tahmin edebiliyordum, yine de sordum:
-“Hayırdır?”
-“Bilmiyom valla. Babam kahveye git, etrafa iyice bak, o fotoğrafçı deyyus yoksa muhtar emmini al gel dedi.” Çocukla düştük yola.
Cin Ali gerçekten çok korkmuştu. Beti benzi atıktı. Ben içeri girer girmez:
-“Polis gelmedi değil mi?” dedi.
-“Yok, onu ilçeye bıraktım. Birkaç gün sonra tekrar gelecek.” dedim. Sonra kapıyı kapatıp ayaklarıma kapandı:
-“N’olursun beni kurtar muhtarım kulun kölen olayım.”
-“Dur Ali, dur hele. Nereden kurtaracağım ne oldu?”
-“Ben öldüm, bittim.”
-“Hastalıktan dolayı diyorsan, belli ki üşütmüşsün. Arabayı alıp geleyim hastaneye gidelim. Bir iğne vururlar, bir serum takarlar, iyileşirsin.” dedim. Derdini çok iyi biliyordum oysa. Koskoca adam hüngür hüngür ağlamaya başladı:
-“Ne zamandır içimde bir sıkıntı vardı. Ben biliyordum böyle bir şey çıkacağını. Tabanca temiz olsa bana o fiyata satarlar mı hiç ah eşek kafam!” Cin Ali’nin haline acımıştım. Ama ne olursa olsun, bu işi sonuna kadar götürecektim.
-“Sakin sakin anlat hele ne diyorsun anlamıyorum.” dedim.
-“Polisin dediği tabanca benim tabanca. Ben de bir Almancıya satmıştım.” dedi. Onu teselli etmek ister gibi davrandım:
-“Seninki değildir belki nereden biliyorsun?”
-“Valla da benimki billa da benimki. Vay benim başıma gelenler vay! Muhtarım kurtar beni.”
-“Yahu Ali, bu cinayetleri işleyen sen değilsin. Eninde sonunda çıkar gerçek ortaya.”
-“Parmak izi dedi duymadın mı? Gerçek ortaya çıkasıya kim bilir kaç yıl geçer?”
-“Belki parmak izi senin aldığın adamındır.”
-“Değildir, ben her gün silerdim onu. Of of!”
-“O zaman ayvayı yedin Ali.” Ben böyle deyince Ali’nin sesi daha da yükseldi:
-“Muhtarım sen ne diyorsun? Allah’ını seversen bir yol göster.”
-“Hele bir sakin ol. Toparlan bir çare düşünelim.” Biraz sonra ağlamayı bıraktı. Elini yüzünü yıkadı geldi. Yolda aklına bir fikir gelmişti:
-“Kaçsam dikkat çeker mi acaba?” dedi.
-“O zaman hepten senin başına kalır iş.” dedim.
-“Kurbanlık koyun gibi bekleyecek miyim? Bir şey yapalım. Polise söyle kaç para isterse vermeye razıyım. Her şeyim onun olsun beni bu işten kurtarsın.”
-“Ben böyle bir şeyi nasıl teklif edeyim. Adamı yeni tanıdım. Hem memura rüşvet teklif etmek suç. Benim başımı da yakarsın.”
-“Ne yapacağız?” Ali, çaresizce yüzüme bakıyordu. Bir cigara yaktım bir de ona verdim:
-“Dost acı söyler Ali. Sen bu işten kurtulmazsın. Eninde sonunda seni bulurlar. Hapse atarlar. Bir ihtimal cinayetleri işleyen çıkar da bunları ben öldürdüm derse belki yırtarsın, o da şu anda mümkün değil.”
-“Ankara’ya falan gitsek araya adam soksak… Senin tanıdığın vardır. Ne de olsa muhtar diye namın var.”
-“Namım var da ne mührüm var, koltuğum...” O sıralar Ali Çavuş öldüğünden yerine oğlu Guli Mustuk muhtar olmuştu.
-“Guli Mustuk’la gidin. Geçen sene adamı saraya bile çağırdılar. Senin işi çözer.” Cin Ali, Guli Mustuk’la çocukluktan beri düşmandı:
-“Bırak o yalakayı yahu! Ona kalsa beni idam ettirir. Benim derdimi ancak sen çözersin.” dedi. Biraz düşündüm:
-“Bana kalırsa sen sakal bırak, gözlük tak. Serkan’ın köye geleceği zaman ben sana haber vereyim. Bir bahane bul, ortadan kaybol. Serkan gidince ben sana yine haber veririm, dönersin. Önemli olan Serkan’a değil onun fotoğraf makinesine yakalanmamak. Resim olmayınca seni nasıl teşhis edecek adam.” Bu sözleri duyunca Ali’nin yüzü gülmeye başladı:
-“Hay aklında bin yaşa!” Gevşemesini istemiyordum.
-“Yakalanmaya yakalanırsın ama yakalanıncaya kadar birkaç sene geçer, bu arada Asiye’yi everirsin. Fatih biraz daha büyür. İşleri oğlana bırakırsın. Nasip olur da ölmeden hapisten çıkarsan ne âlâ.” Cin Ali hem üzülüyor hem de bir umut ışığı gördüğü için seviniyordu:
-“Sahi bana haber verir misin?” dedi.
-“Neden vermeyeyim Cin Ali? Sen benim kardeşim sayılırsın. Yalnız…”
-“Yalnız ne muhtar? Para mı pul mu ne istiyorsun?”
Cin Ali ne söylesem razı olacaktı. Yine insaflı davrandım. Belimi tutarak:
-“İş tutunca şurama bir ağrı giriyor ki sorma…” Cin Ali ne diyeceğimi merakla bekliyordu:
-“Bundan sonra benim tarla, tapan işlerini sen görüversen çok makbule geçer.”
Cin Ali, bunu hafif bulmuş olacak ki:
-“Lafı mı olur muhtarım? Sen hiç merak etme.” dedi. Daha başka bir şey isteyecek mi diye ağzımın içine bakıyordu. Bu defa dizlerimi ovaladım:
-“Davar peşinde koşmaktan dizlerim tutmaz oldu. Eskisi gibi dağa bayıra çıkamıyorum. Ben malım az zaten. Senin davarlara katalım. Sen nasıl olsa güdüyorsun, ha yüz keçi, ha yüz elli keçi fark etmez. Benim hayvanları da güdüver.” Cin Ali buna da razı oldu.
-“İstersen hepsini sana vereyim. Yeter ki kurtar beni.” dedi.


Yorumlar - Yorum Yaz