SUSA

İlkokuldayım, 2. veya 3. sınıfta olmalıyım, okulun müdürü nasıl olduysa beni evine gönderdi. Derste miydik, teneffüste koştururken ilk rastladığı öğrenci ben miydim hatırlamıyorum. O anda ihtiyaç duyduğu bir kitabı evine gidip getirmemi söyledi. Öldüyse Allah rahmet eylesin, yaşıyorsa hayırlı ömürler dilerim, ellerinden öperim. Müdürlük yaptığı okulumuzda yıllar sonra öğretmen olarak da görev yaptı. Nihayetinde emekli olup gelip bizim köye yerleşti, uzun zaman yolda sokakta karşılaştığımız olurdu. Uzun boylu, kalın sesli, çokça sigara içen zayıftan bir adamdı. Kars, Erzurum dolaylarından olduğunu tahmin ediyorum, tuhaf bir vurguyla konuşurdu, bundan dolayı bizim Batı Anadolu ağzına uzak bir şive ile sözler ağzından biraz garip çıkardı. Bunları şimdi düşünerek söylüyorum, o zaman böyle bir gözlem, müşahede benim için söz konusu olamaz tabii ki. Koskoca müdür. Karşılarında sus pus olduğumuz onlarca öğretmen, bizim yanımızda onun karşısında sus pus oluyor. Kolay değil! Müdür bu, herhalde yanlış konuşacak değil ya, hele yabanın yörük köyünde bir çocuk bunu nasıl düşünebilir, müdüre nasıl yanlışlık yakıştırabilir!? Köy yerinde başka da müdür var mı o zaman? Var tabii nahiye müdürümüz vardı. Yaaa, bir de onlar vardı eskiden, Kenan Evren kaldırdı! Ne güzel bir makamdı nahiye müdürlüğü! Atanamayan kaymakamlar için iyi bir başlangıç olabilirdi aslında. Geri getirilse ne olur? Dediğim gibi kadro işgal edecek birçok kaymakam adayına makam olur. Zaten birçoğundan belediye başkanlığı kaldırıldı, müdürsüz kalmasın nahiyelerimiz! Bizimkine köy diyorum ama bir müdürün yönettiği idari birim, demek ki köy demekle pek isabetli davranmıyorum. Hatta haksızlık bile sayılabilir. Koskoca iki müdürlü yerleşim yerine nasıl köy denebilir, affetmemeli beni! Hele Kırıkkale’nin mutena, müstesna ve gözde ilçeleri, koskoca kaymakamı, savcısı, hâkimi; emniyet, millî eğitim, kültür vs. müdürleri olan Karakeçili gibi, Çelebi gibi bizim köyün beşte biri “büyüklüğü”ndeki kazalarını gördükten sonra koskoca müdürün yönettiği koskoca bucağa köy demek ciddi bir haksızlık olduğu su götürmez bir hakikat! Nolaydı da şöyle bozkırda neyim bir yerlerde kurulaydı, şimdiye çoktan vilayet olurdu.
Bir gün Kırıkkale’nin meşhur Zafer Caddesi’ndeki Ziraat Bankası’nda sıra bekliyorum, nihayet işlem için nüfusumu memura uzattığımda doğum yerimin adını biraz yüksek sesle okuyunca yanındaki diğer memur: “Aaa ben oraya gittim, dağ başında bir yerdi, beğenmedim, tayinimi durdurdum.” dedi. Söyleyecek cevabım yok tabii! Cumhuriyetimizin mübeccel, muazzam, yegâne ve nadide kenti Kırıkkale’mizin pek muhterem sakini bir bey’fendi lütfedip gelmişler, görmüşler amma beğenmemişler, eh kısmetimiz yokmuş, ne diyebilirim!
İşbu dağ başındaki köyde, yazları ovaya iniyoruz. Denizin kenarında, tuz topladığımız, süpürge kovalarından süpürgelik biçtiğimiz, gerenlerinden deniz börülcesi topladığımız, Bakırçay’ın suladığı muazzam ovalara sahip nahiyemize dağ başı diyen Kırıkkaleli muhtemelen Obalı veya Keskinli idi! Bilmiyorum, soramadım. Yaz sıcağında deniz kenarındaki ovada koyun ve inekler için pek ot kalmazdı. Hayvanları beslemek için dedemle arada karşıya gider pamuk tarlalarından kaynaş biçerdik. Karşı dediğim yer çaydan karşı, orada iki tarlamız var, çok kaynaş olur, kökü kurumaz, ayrık otunun dikine büyüyeni diyeyim, ayrığı tanıyanlar anlasın. Çaydan karşı dediğim yer de Bakırçay’ın karşı tarafı. Biz İzmir tarafındaki ovadayız, Bayat ovasında. Karşı Bergama tarafında kalır. Dedemle eşeğe biner, o semerde ben terkisinde, tıkkak tıkkak gideriz, yol boyu dedem türkü çığırır, eski zamanlardan hikâyeler söyler, arada babamın zeytinleri aşılamak, kırgılarını kırmak, toprağını sürmek veya çapa çekmek gibi yapmadığı veya noksan yaptığı işlerin neden yapılması gerektiğini esefle söyler, Arnavut fıkraları vardır, yüzlerce kez dinlediğimiz, her defasında hadi dede anlatsana dediğimiz fıkralar anlatır. Yaz sıcağında 2 saat filan gideriz. Yolun yarısına yakın bir yerde susa çıkar karşımıza. Bu susayı çözene kadar öldüm, susanın ne olduğunu biliyorum da kibarların Türkçesinde ne olduğunu zor çözdüm! Hafta içi gittiğimiz zamanlarda pek sıkıntı olmaz, susadan rahatça geçeriz. Sadece eşeğin nalları yeniyse asfaltta kayma ihtimali vardır, dedem yuları sıkı tutarsa sorun olmaz yoksa kayardı hayvan. biz üzerindeyken hiç kapaklanmadı ama düşeyazdığımız zamanlar olmuştur. Bazen nenem de gelirdi, bu demektir ki iki eşeğimiz var, öyleydi, nenem, biraz daha yaşlı ve dişi olan eşeğe binerdi. Binmek ne kelime! Kurulurdu ki saltanat tahtında öyle durulmaz. Nenemin eşeğe binmesi de inmesi de ayrı merasim olurdu. Evde (köyde (nahiye!) veya damda (ovada) bineceği zaman mutlaka binek taşı vazifesi görecek bir yükselti hazır olurdu, en kötüsü oturak, sandalye, bir odun kütüğü hazır edilirdi. Bineklik hazır olduğunda eşek yanaştırılır, yanaştırma işini evdeyken ekseriyetle dedem, babam, annem filan hep birlikte görürdük. Nenem kuvrağı başında ayağının birini tilleye geçirip öbür ayağını semerin üzerinden aşırıp diğer tarafa attığında hemen o ayağını da tilleye geçirirdi. Tille dediğim semerin kaşına kendine has bir yöntemle dolanıp semerin her iki tarafına sarkıtılmış urgan halkalarıdır. Halkaların her bir-ikisi tille olarak kullanılabilir. Ardından kuvrağını bütün vücudunu örtecek şekilde ayarlar, gerektiğinde hicaba uygun hâlde kullanmak üzere hazır ederdi. Damda iken eşeğe binme sahnesi aynı uzunlukta olsa da daha sade bir merasim olurdu, çünkü dedem ve benim dışımda merasim bölüğünde pek kimse bulunmazdı. İnerken binek taşı işini görecek bir yer bulamama ihtimaline karşı eşeğin semerine oturak bağladığımız bile vaki olurdu. Eşeğe binmek kadar inmek de büyük sıkıntılar yaşatabiliyormuş demek ki insana!
Dedemle daha sık gittiğimiz karşı yolunda, yukarıda bahsettiğim susadan geçmek sadece eşeğe yeni nal çakıldığı zamanlarda tehlikeli olmazdı. Yolculuğumuz cumartesi-pazar günlerine rast gelirse arabaların seyrüseferinde bizim pek kolay anlayamadığımız tuhaf bir fazlalık olurdu. Fazlalık ne kelime bildiğin araba kalabalığı! Eşekle bir aşağı bir yukarı gider, yolun tenha hâlini kollardık. Bazen dakikalarca yolun kenarında hayvanın yuları kasılmış vaziyette beklediğimiz olurdu. O muhteşem Rumeli şivesiyle “Eh bre uglım, ne arar bu sirseriler bu yollarda, ne diye gelirler?” diye 06 plakalı arabaların sahiplerine verir veriştirirdi. Kırıkkaleli ziraat çalışanı bilseydi, dağ başı demeden bir daha düşünürdü, beğenmediği nahiye böyle bir coğrafyadaydı işte. Bozkırın ortasında Karakeçili ve Çelebi gibi beş altı yüz kişilik köylerin kaza yapılıp kaymakam tayin edileceği zamanlara daha çok var, en azından bir 15 sene öncesinden bahsediyoruz, Kırıkkaleliler olmasa da Ankaralılar keşfetmişler, tatil köyleri yapıp yazları gelip denize girip yıllık izinlerini geçiriyorlar. Dedem hiç anlamadı o “sirseriler”in neden hafta sonları bizim yolu bu kadar çok işgal ettiklerini.
Müdürümüz beni evine “Yüzünlü Türk” diye bir kitabı almak için göndermişti. Evini bilmiyordum, sora sora buldum, iki müdürlü nahiye de olsa kaybolacak değildim ya! Hem okulun çok da uzağında değildi müdürün evi. Emekli olup bizim köye (nahiye!) yerleştiğinde oturduğu evi okula çok uzaktı mesela ama kitap almaya gittiğim evi rahatça bulabildim. Evine vardığımda kapıyı açan kadın benim ne dediğimi anlamadı. Müdür, yüzüne biraz alıkça mı bakmış olacağım ki “Unutursun, oradan bir kâğıt al, yaz.” diye kalem ve kâğıtları işaret etmişti ama söylediği kitabın adını anlamadım ki ne yazayım!? Yine de “Yüzünlü Türk” yazdım, önlüğün cebine koydum. Hüzünlü Türk gibi bir şey diyeceğim ama o zaman hüznü bilir miyim? Hiç zannetmem, Türk’ün bile ne olduğunu muhtemelen bilmiyorum. Neyse kapıyı açan kadına “Müdür yüzünlütürk istiyor.” dedim, kadın anlamadı, kâğıdı uzattım, baktı baktı, içeriye seslendi. Müdürün benden bir üst sınıfta ve birinci sınıfta okuyan iki oğlu vardı. Galiba büyük olanı geldi ve “Ha tamam.” dedi, kapının ardında kayboldu. Namık Kemal’in resmini ilk o kitabın kapağında gördüm. Kitap elime tutuşturulduğunda “Yüz Ünlü Türk” başlığını görünce “yüzün” diye bir kelime olmadığını, meşhur veya tanınmış anlamında ünlü olduğunu galiba biraz zihnimi zorlayarak idrak ettim. Çünkü ün kelimesini “ünlemek” fiilinden seslenmek, çağırmak diye biliyorum ama ünlüyü bu manada hiç duymamışım. Uzun zaman ünlü dendiğinde zihnimde hep o kitabın kapağındaki dört resim geldi.
Radyoda “Ünlü sanatçımız Zeki Müren” deniyor, benim zihnimde dudaklarının her bir tarafına sarkmış ihtişamlı bıyıkları, debdebeli börküyle Mete Han görüntüsü oluşuyor! Hiç unutmadım, kapağın sol kenarından aşağıya doğru dört resim var. En üstte börklü bir Türk kağanı, altında ihtişamlı kavuğuyla bir Osmanlı sultanı (bunların kağan veya sultan olduklarını o zaman bilmiyorum tabii ki); altta başları açık, sakallı iki kişinin resimleri olan ve hafif eprimiş kapağıyla atlas boy bir kitap. Aldım getirdim. Müdür o kitaptan bir şeyler okudu, okuttu veya birine o kitaptan bir iş verdi; ne oldu bilmiyorum ama adının “Yüzünlü Türk” değil “Yüz Ünlü Türk” olduğunu kitabı elime alıp kapağındaki yazıyı okuyunca fark ettiğim bu kitap hayatta bir müdürle ilk kez muhatap olmamı sağlamıştı. Uzun yıllar geçti üzerinden, o kapak hep zihnimde, “yüzünlütürk” de tabii!
Hayatım boyunca yaşadığım bu “anlamadan yazma” duygusunun benzerini yıllar sonra Tahsin Yücel, Berke Vardar, Ahmet Kocaman gibi isimlerin yazdıklarını okurken yaşadım, hâlâ yaşıyorum. Müdürün dediğini işittiğimde anlamamıştım, bunları okurken anlamıyorum. Uzun uğraşlar sonunda bir yolunu buldum elbette! Artık Tahsin Yücel’in yazdıklarını okurken keyif alıyorum ama çok yorucu oluyor çünkü iki kademeli bir kıraat süreci yaşamak zarureti hasıl oluyor, yazdığı metinleri okuyorum, zihnimde anlaşılabilir Türkçeye aktarıyorum, tabiri caizse sadeleştiriyorum, Tahsin Yücel göçtü ama metinleriyle sergüzeştimiz öyle devam ediyor. “Işıklar içinde yatsın”, nurla, rahmetle kirletmeyelim “anı”sını!
Ha susayı unuttum, şosenin Türkçesi, asfalt yol anlayacağınız!


Yorumlar - Yorum Yaz