AMMAN DA AMMAN

26-27 Ekim tarihleri arasında Petra Üniversitesi tarafından düzenlenen 4. Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS 4) için 25 Ekim 2014 cumartesi günü Isparta’dan İstanbul’a oradan Amman’a uçacaktı. Heyecanlıydı. Zira birçok defa yurtdışına çıkmasına rağmen belki de ilk kez tek başına Isparta’dan çıkıp Ürdün’e gidecekti. Isparta Havaalanı’na vardı. Küçük bir havaalanı olduğu halde erkenden varıp beklemeye başladı. Kendisi gibi İstanbul’a gidecek birkaç yolcuyla muhabbet edip vakit geçirmeye çalıştı. Kapıların açılmasına az bir süre kalmıştı. Havaalanı görevlilerden biri yolcular arasına gelerek: “Bugün İstanbul’a gitmekten vazgeçerek yarın aynı saatte gitmeyi kabul eden bir yolcuya iki yüz dolar ve B. Otel’de geceleme imkânı verilecek!” diye dolaşmaya başladı. Başlarda hiç kimse ne olduğunu anlayamadı. Herkes anlamsız şekilde birbirinin yüzüne bakıyordu. Görevli duyurusunu tekrar ettikçe: “İşim acil olmasa teklifi kabul eder miydim?” diye düşündü, edebilirdi işi acil olmasa. İki yüz dolar ve lüks otelde bir gecelik konaklama… Az sonra bir genç sessizliği bozdu: “Ben kabul ediyorum!” diyerek oturduğu yerden kalktı âdeta uçarak bekleme salonundan gişelere doğru seğirtti gitti.
Bu olaydan kısa bir süre sonra anons edildi ve bilet kontrolleri yapılarak yolcular uçağın içerisine alındı, o da herkes gibi koltuğuna oturdu. Pencere kenarındaydı. Gerçi uçakta pencere kenarının ne kadar hükmü vardı ki? Bir kalkarken bir de inmek için alçalınca küçücük pencereden İstanbul’u ve denizi görebiliyorsun o kadar, ondan sonra beyaz bulut denizi içinde gidiyorsun. Gittiğin de pek belli olmuyor ya ne yaparsın? Otobüsteki pencere kenarı, hele en ön koltuk gibisi değil ki. Elli beş dakika süren yolculuktan sonra İstanbul’a indi. Havada kalış elli beş dakikaydı ama uçağın piste inmesi, yolcuların oradan servislerle iç hatlara gelişi hayli sürdü. İç hatlardan dış hatlara ulaşmak da hayli vakit aldı. Dış hatlara doğru giderken önündeki bir çiftin konuşmalarına kulak misafiri oldu. Hemen önünden yürüdükleri için konuşmalarını duyabiliyordu. Amman’dan, Ürdün’den bahsediyorlardı. İçinden “Tamam!” dedi, “Aynı yolun yolcularıyız!” Yanlarına yaklaşıp selam verdikten sonra “Yolculuk Ürdün’e galiba?” diye takıldı. “Evet”, dediler “Siz de mi oraya gidiyorsunuz?” deyince Isparta’dan beri devam eden sıkıntı az da olsa üzerinden kalkmıştı. “Ben de oraya gidiyorum.” dedi. Birlikte yürümeye başladılar. Çok geçmeden kongreye giden bir başka hocayla daha karşılaştı. Böylelikle yalnız başlayan yolculukta dört kişi oluverdiler. Tanışma, konuşma derken bekleme salonuna vardılar. Uçak saati yaklaştıkça salona gelenler arasında geriden bakıldığında akademisyen olduğu anlaşılanların sayısı artmaya başladı. Uzun bir bekleyişin ardından kapılar açıldı, akşama doğru uçağa bindiler, iki saatlik bir uçuştan sonra uçak Amman Havalimanı’na yumuşak bir iniş yaptı.
Valizleri alma esnasında beklerken Türkçe konuşmalar sebebiyle yakınlaşmalar peyda oldu ve deyim yerindeyse, eskilerin tabiriyle ‘bir dolmuşluk’ oldular. Kimileri “Üçer dörder kişilik gruplar halinde taksi tutalım, otele öyle intikal edelim.” diyor kimisi “Daha büyük araç kiralayalım.” diyordu. Bu minval üzere konuşmalar devam edip sonuca gidilmeden Kongre Düzenleme Kurulu Başkanı Ahmet Bey’in gönderdiği araç geldi. Valizini, el çantasını, kılıf içindeki elbisesini alan midibüse bindi ve gecenin bir vakti otele giriş yaptılar. Allah var, otel çok güzeldi. Yorulmuştu. Hemen bir duş alıp yatmaya niyetliydi ama yorgun olmasına karşın vardığı yerde ilk gece uyuyamama gibi kötü bir huyu vardı. “Uyuyamam ama yine de bir yatayım bakayım.” dedi. Uyuyamadı, bir o yana döndü bir bu yana döndü, yüzükoyun yattı, başını yastığın altına koydu, ses çıkartmasın diye klimayı kapattı, koyun saydı, her ne aklına geldiyse denedi olmadı; bir türlü uyuyamadı. Sabahın alacasında kalktı yatağından, duşa girdi ve uykusuzluk hâlinin gitmesi için bir hayli kaldı duşta, az da olsa rahatlamış, kendine gelmiş olarak çıktı duştan. Giyindi, kendine çeki düzen verdi.
Otelde kahvaltı saati gelmişti, restoran bölümüne indi. Şöyle bir baktı, kahvaltılıklar güzeldi. Sonra büyükçe bir tabak aldı, içini sevdiği şeylerle doldurdu. Çok sevdiği çay da kaynayıp duruyordu. Çay potunun yakınlarında bir yerde oturmayı tercih etti. Zira çayı çok severdi. Yurt dışındaki en büyük sıkıntılarından biri demleme çay bulamamasıydı. Neyse burada çayda bir problem yok gibiydi. Kahvaltı tabağının yanına küçük bardağın içinde bir çay koydu. Büyük bardakta çay içmeyi de hiç hazzetmezdi. Küçük bardakta içmeyi sevdiğinden ağır içse de bardak çabucak boşalıveriyordu. Bir de bu tür yerlerde bir kase sütün içine mısır gevreği, kayısı, ceviz gibi şeyler atarak kaşıklamayı severdi. Ondan hazırladı ve kaşıkla yedi, kalan sütü de bardağa boşaltıp içti. Bundan sonra birkaç bardak daha keyif çayı içtikten sonra odasına çıkıp kongre için hazırlandı ve lobiye inip beklemeye başladı. Az sonra diğer katılımcılar da birer ikişer indiler. Tıraşlar olunmuş, takımlar ona uygun ayakkabılarla giyilmiş, kravatlar takılmıştı. Servis arabasına binerek Petra Üniversitesinin konferans salonuna geçti. Kayıt, şu bu derken saat on buçuk suları açılış programı başladı. Türkiye’den akademisyen, rektör, gazeteci, milletvekili, bakan düzeyinde katılım vardı. Birçoklarıyla bu vesileyle tanıştı. Her iki ülkeden de protokol konuşmaları derken vakit öğleyi buldu. Yemekler yendi ayaküzeri kahveler içildi. Farklı salonlarda oturumlara geçildi. Sunumu on dörtte idi. Sunumunu Türkçe olarak yaptı. Zaten sunumlar İngilizce ve Arapçaya simultane çevriliyordu. Sunumunu yapınca rahatladı. Yurt içinde ve yurt dışında mümkün olduğunca sunumlarını ilk gün yap(tır)maya özen gösterirdi. Sunumu yaptıktan sonra insan rahatlıyor; ne yapacaksa, nereye gidecekse bağlayıcı bir şey kalmıyordu. O gün bu şekilde sunumları dinleyerek vakit geçirdi. Güzel sunumlar vardı. Oldukça faydalanıyor; yeni şeyler öğreniyordu. Aynı gün ikindiye doğru İstanbul’da tanıştıkları arkadaşlarıyla şehir içinde küçük bir turdan sonra Ölü Deniz/Lut Gölü’ne gittiler. Sabah çıkarken her ihtimale karşı eşofmanını sırt çantasına koymuştu. Türkiye’den giderken denize veya göle girme düşüncesi olmadığından yanına mayo vb. bir şey almamıştı. Lut Gölü’nün dünyanın en tuzlu göllerinden biri olduğunu biliyordu. Bilmesine gerek yoktu zaten gölün suyu şekerli su gibi ağdalı idi. Gölün kenarlarında büyük kaya parçaları gibi büyük büyük tuzlar vardı. Buna rağmen illa suya girecekti. Bunu kafasına koymuştu. Oracıkta bir yerde pantolonunu çıkartıp eşofmanını giyerek “Ne olursa olsun ben burada yüzmeyi deneyeceğim.” dedi. Suyun kaldırma gücü çok yüksekti hiçbir şey yapmasa dahi su onu kaldıracaktı. Buna rağmen dibe daldı birkaç kulaç atıp hemen suyun yüzüne çıktı. Sudan çıktı ama gözleri tuzun etkisinden yanıyordu âdeta kör olmuştu. Bir yandan gözünü açamıyor öte yandan hava nemli olduğundan terliyordu. Tuz ve ter karışınca gözleri daha çok yanıyor, bir türlü göz kapaklarını açamıyordu. Bundan dolayı kendine kızıyordu: “Millet bilmiyor mu yüzmesini de girmiyor!” ya da tersinden “Sen çok mu akıllısın da hemen cup diye suya atladın!” diye... Ama bu meşhur gölde suya girmişti ya gerisi önemli değildi. Ardından “Gölün çamurundan yapılan kremler cilde çok iyi geliyormuş.” dendi, kadınlar durur mu? “Haydi biraz alışveriş yapalım!” diyerek atıldılar ileri. El mahkum onların peşi sıra o da gitti ve kremlerden birkaç tane almakla yetindi. Bu arada gözü hâlâ yanmaya devam ediyordu. Bu halde taksiye binerek bir ulu mabet olan Kral İkinci Hasan Camii’ne geldiler. Burada abdest alırken yüzünü, gözünü defalarca yıkayınca biraz olsun rahatladı. Şehri ve ülke kültürünü tanımak için sokaklarda dolaşarak akşamı edip otele dönmeye niyetlendiler.
Dört kişilik uyumlu, güzel bir grup oluşturmuşlardı. Özellikle yurt dışında uyumlu bir grup oluşturmanın ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Kafalar denk, zevkler benzer oldu mu anlaşmak kolay oluyordu. Bu cümleden olarak çarşıda hep birlikte döner türü bir şeyler yiyerek âdeta kifaf-ı nefis yaptılar. Yemek dönüşünde yine hediyelik birkaç parça eşya alıp otele dönerken “Yarın Petra Antik Kenti’ne gidelim” diye sözleştiler. Ürdün’e gidip de Petra Antik Kenti’ni görmeden dönmek olmazdı. Karı koca iki arkadaş, bir profesör hoca ile beraber akşamdan anlaştıkları taksici Münir ile erkenden yola çıkacaklardı. Erken sayılacak vakitte uyumak için yatağa uzandı. Bu gece uyuyabilirdi. Uyudu da. Sabah erkenden kalkıp kahvaltı yapmak için aşağıya indi. Yan masada iki arkadaş kendi aralarında Kudüs’e gideceklerini konuşuyorlardı. Onlar da akşamdan bir şoförle anlaşmışlar. Amman’dan Kudüs elli km. kadarmış. Yakınmış. Onun da canı o şehre gitmek istedi ama Petra’ya gitmek için söz vermişti. Eğer akşamdan Kudüs’e gidecek arkadaşlarla görüşmüş olsaydı onlarla o kutsal şehre giderdi. “Bir başka sefere inşallah!” dedi ve oraya gidemediği için sanki biraz üzgündü. Az sonra KATÜ’de okumuş Münir isminde Türkçe bilen şoför lobide belirince arabaya binmek için otelden ayrıldılar. Şoförün Türkçe bilmesi, Türkiye hatıralarını anlatması yolculuğun daha güzel geçeceğinin bir işareti gibiydi. Gerçi şoför Türkçe bilmese de Arapça veyahut İngilizce mutlaka anlaşırlardı. Bir ilahiyatçı ve iki maliyeci hoca vardı grupta. Amman ile Petra Antik Kenti arası 250 km. civarında imiş. İlerlerken Münir Bey çevreyi tanıtıyor; güzel ve farklı yerler, binalar, yerleşim yerleri görünce durup cep telefonunun kamerasından fotoğraf çekiyor. Osmanlı’nın kurduğu bir tren istasyonunu, Hz. Musa’nın asasını vurup suyun fışkırdığı kaya parçasını, uzaktan Harun Peygamber’in kabrini gördükten sonra Nebatilerin yaşadığı pembe kent Petra’ya ulaştılar. Petra Antik Kenti’ne giriş ücreti yetmiş beş dolarmış parayı verip biletleri aldılar. Petra içinde tapınakların, kral mezarlarının, tiyatroların, lahitlerin ve evlerin bulunduğu kanyonda konuşlanmış bir eski kentti. Burada hayli dolaştılar. Öğle yemeğini Hz. Musa’nın asasını vurup su çıkarttığı rivayet edilen kayanın bulunduğu küçük bir kasabada yediler. Dönüşte Mute Savaşı’nın yapıldığı Kudüs’e elli km. uzaklıkta bulunan yere geldiler. Burada Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talip (Cafer Tayyar) ve Abdullah b. Revaha’nın kabirlerini ziyaret ettiler. Neşe cümbüş içinde dönüyordu.
Ertesi günü Türkiye’ye dönüş vakti… Takside diğer arkadaşlar uçağın 6:30’da kalkacağını söylerlerken onun aklında 7:30 kalmış. Kısa bir tereddütten sonra pasaportun içinde bulunan bileti çıkartıp baktı evet uçağın kalkış saati 7:30’du. Yani bir yanlışlık yoktu, dediği saatte idi. Arkadaşları “Hocam bir yanlışlık olabilir, sen bilete bir daha bak!” dediler. Baktı bir de ne görsün? Elindeki bilette dönüş gün ve saati 28 Ekim yerine 28 Kasım saat 7:30 yazmıyor mu? “Eyvah eyvah!” dedi. “Şimdi ben ne yapacağım?” Doğal olarak telaşlanmaya başladı. Arkadaşları “Hocam rahat ol, çözülür!” diyorlar ama sen bunu gel ona anlat. Hocanın biri “Bileti alırken kontrol etmemiş miydin?” diye sordu. Kontrol etmişti belki ama demek ki tam olarak bakmamıştı. “Bileti aldığı gün Davraz Dağı’nda bulunan üniversitenin konaklama ve uygulama otelinde bir proje toplantısı vardı. Düzenleme kurulu başkanı ile birlikte yağmurlu bir günde bileti aldığını hatırladı. Sesli olarak bir daha “Demek ki tam kontrol etmemişim!” diye cevap verdi. Cevap verdi ama “Bu soru şimdi sorulacak soru mu?” diye kızmıştı. Hemen telefonuna sarılarak bileti aldığı büroyu aradı. Aksi gibi telefonunun şarjı da bitti bitecek derken bir iki aramada bitti. Telaşı giderek artıyordu. Baştan beri dediği gibi birçok defa yurt dışına çıktığı halde böyle bir şey başına ilk defa geliyordu. Güya tecrübeliydi. Yeri geldi mi “Ben şu kadar yere gittim, oraya gittim burayı gördüm!” diyordu. Bunlar yetmiyormuş onu anladı. Bir şeyi daha anladı. Herhangi bir şey aldığında onu evirip çevirip iyi kontrol edecekmişsin. Bunu anladı ama şu an bir yararı yoktu ki. Zira vakit akşamdan geceye doğru ilerliyordu. Bereket sabah otelden çıkarken şarj aletini yanına almıştı. Arabanın aparatına takarak bir iki diş kadar dolunca Isparta’da bilet aldığı büroyu aradı. Zorla irtibat sağlayabildi. Oradaki şahıs Antalya bürosunun numarasını verdi. Bu arada zaman ne çok çabuk geçiveriyordu. Antalya’daki büroya ulaştı, yetkili “Hocam bir araştırayım, bakayım!” dedi ve kapattı. Endişe ve telaş giderek artıyordu. “Ya bilet yoksa?” “Ya burada birkaç gün daha kalmak zorunda kalırsam ne yaparım?” gibi olumsuz düşünceler içindeydi. Az sonra bir daha aradı ve telefondaki ses: “Hocam dedi evet yer var ama Isparta değil Antalya bağlantılı uçakta yer var. Bu yüzden yüz lira daha vermeniz gerekiyor. Kredi kartından geçebilirsiniz!” dedi. Bu cevaba karşılık biraz da sevinç içinde “Ben yarınki uçakla döneyim de gerisi mühim değil.” dedi. Sorun çözülmüştü. 28 Ekim’de Isparta’ya döndü. Bu yanlış bilet olayından dolayı yaşadıklarını ev halkı dâhil hiç kimseyle paylaşmadı. Aradan altı yıl geçtikten sonra bu olayı ilk defa burada yazıyordu.


Yorumlar - Yorum Yaz