ÇIKMAZ AYIN BEŞ YÜZÜ

İnsan, kaderinden kaç yıl kaçabilir, ya kendinden? Yaşadığı şehirden, her gün yürüdüğü onlarca tanıdık yüzün onu takip ettiği caddelerden, en çok da fark ettirmeden onu ablukaya almış gözlerden... Eve aç gelen bir çocuğun azığını alır gibi, yavukluya yazılan bir mektubu çalar gibi, yeni kurulmuş bir sofraya destursuz oturmak gibi… Gönülsüz girilen bağ gibi, rızasız derilen gül gibi… Bir cümle söylersin kaderin olur, bir yerde eğleşirsin hancı olursun, boğazına düğümlenip de söyleyemediğin bir söz ömrün boyunca esaretin olur, içten içe yanıp gidersin. Mertlik, vicdan, öfke birbirine karışır, çözemezsin.
Yirmi altı yıl önce... Sanki dün gibi. Bir hafta sonu. Cumartesi. Dört metrekarelik serbest muhasebeci dükkanı. Belediye işhanının eskimiş katlarında. On yedi yaşında bir ticaret lisesi öğrencisi. Bir meslek liseli dünyadan ne bekliyorsa o da dünyaya onu vermeye hazır. Henüz kaleciyle karşı karşıya kalmamış, topu göğsünde yumuşatıp kaleyi nişan almamış, istediği o üç pileli pantolonu diktirememiş ve mor çiçekli gömleği konfeksiyondan seçememiş. Kredili sistemden okulu uzatmış, aileye yük olmayayım diye mahalleden bir tanıdığın selamıyla burayı bulmuş. Meslek yüksek okulu mezunu Mesut’un yardımcısı. Mesut dükkanın temel işlerini yapıyor o da getir götür, vergi dairesi, mükellefler, defter, fatura gelir gider… Haftalık alıyor. Yol parası, ufak tefek ihtiyaçlarını görüyor; yetiyor aslına bakarsan. Sigarası yok, fuzuli masrafı yok. Pazar günü ilçenin en güzel mesire yerinde okul arkadaşlarıyla gezi planı yapıyor. Ofisin (hayırdır, dükkandı ofis mi oldu?) işleri toparlanmış, aylık, haftalık dağıtılmış, patron ikindi kahvesini içiyor. Herkeste bir düşünce, rastgele bir meşguliyet, dile gelmemiş bir cümle, belki de gizlenmiş bir yara... Yara demişken, insanda iki türlü yara vardır: Güneş gören yara, içte duran kör bıçak yarası. Birincinin şifası güneştir, zamanla geçer, tecrübeyle kabuk bağlar; ikincisi kabuk tutmaz, olmadık zamanlarda kanar, merhem kâr etmez ve kör bıçağı bulmadan iyileşmez.
İşte Ahmet Kaçar, tam bu sahnenin malzemeleri toplanırken giriyor oyuna. Aslandan kalacak et parçalarını alıvermek için dönüp duruyor. Ofis kapısını hafifçe çalıp başını uzatıyor. Patron, okuma gözlüğünün üzerinden bir bakıyor bu oyuncuya, sonra gazetesine dönüyor. Bizim Ferdi Tayfur karakterli adamı, mühim bir mesele var, der gibi bakıp dışarı çağırıyor. Adam, Ahmet Kaçar’ı imam-hatipten arkadaşlarının çevresinden tanıyor. İkinci derece bir tanışıklık belki de üçüncü dereceden… Ahmet Kaçar’ın bakışları, yürüyüşü köy ağası Ali Şen’in gençliği gibi. Kafasında her an bir planla dolaşıyor gibi. Üzerinde kırçıl bir takım elbise, yıkanmaktan beyazı sarıya dönmüş bir gömlek ve lacivert uyumsuz bir kravat... Sebeb-i ziyareti anlaşılıyor sonra:
“Köye gideceğim, yol param yok, pazartesi okula gelirken getiririm.”
“Yok üzerimde yol parası, haftalığım var o da tüm para. Bir hafta otobüsle çay parasına anca yeter.”
Bizim adam, Orhan Gencebay’ın İstanbul’a ilk ayak basmış hali. Yalan söyleyemiyor, Müjde Ar, dağın ardında kar var, dese, dağı delip getirecek. Vara yok demek sığar mı Müslümanlığa hem de delikanlılığa? Tüm parayı almaz diye düşünüyor ya da bozdurmaya uğraşmaz. Ahmet Kaçar, iyi hazırlanmış bu pozisyona. Bu ataktan sonra mutlaka gol gelmeli.
“Gardaşım, gerekirse bozdururum alttaki büfeden. Pazartesi ilk işim parayı tümletip sana vermek, erkek sözü. Arkadaşın Kışlalı Ömer’e vermiş gibi kabul et, borcumuz borç.
Adamımız, o zamanın en büyük banknotu tüm parayı veriyor vermesine ama içi de gidiyor. Kimine göre büyük bir yekûn değil; ancak adı haftalık, bir haftanın emeği, hafta sonu planlarının tek sermayesi, tüm haftanın can suyu. Gidiyor bir haftanın serveti, Ahmet Kaçar önde, tüm para arkada, yorgun bir haftanın ağır adımlarıyla çıkıyorlar belediye işhanından.
Adamın gece gözüne uyku girmiyor, ara sıra uyukladığında elinde tomarla beş yüzlük banknotlar görüyor. Sonra uzun bir uykuya dalıyor Ahmet Kaçar, çarşıda keramet gösterir gibi her caddede karşısına çıkıyor, tam “Merhaba!” diyecekken gözden kayboluyor, karşı caddelerden ara sokaklara dalıyor. Bizimkinin geç uyuduğunu gören annesi, meraklanıp geliyor yatağın başına, “Neyin var?” diye sorup kahvaltı hazırladığını söylüyor. Başım ağrıyor numarasıyla kalkmıyor Ahmet Kaçar’ın kurbanı. Kapıya gelen arkadaşına da aynı bahaneyi söyletiyor annesine. Bir an önce pazartesi gelsin. Gelsin ki tümlenmiş parasıyla kaçmasın uykuları ve bitsin baş ağrıları.
Pazartesi. Şımarıkların ‘sendrom’ gibi laflar edip kambur gibi sırtında taşıdığı üşenik pazartesi. Saatleri geçmek bilmeyen hafta sonunu bitiren pazartesi. Açılıyor sabah sekizde muhasebe bürosu (bu kafa karışıklığına son ver! Dükkan mı, ofis mi, büro mu?) Adamın gözü kapıda. Çaycı Sıtkı dışında gelen giden yok. Belki bir aksilik olmuştur, öğleye doğru gelir, diye umudunu erteliyor adam. Bürodan mükellefleri gezmeye çıkıp döndüğünde Ahmet’i soruyor Mesut’a. Öğlen gelmiyor, ikindi, akşam, iş çıkışı… Ortalarda yine yok Ahmet Kaçar.
O akşam büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığıyla dönüyor eve adam. Annesi bu sessizliği fark etse de üstüne varmıyor. Adam, ertesi gün bir umutla yine bekliyor, belki bugün gelir diye. Gelmiyor. Tanıdıklarla haber gönderiyor, falan kişiye bir emanet getirilecekti, diye. Emanet demişken, ‘emanet’ kelimesi paranın ağza alınmasının abes sayıldığı durumlarda ve silah yerine kullanılır buralarda. İkincisini aklına getirmek istemiyor adam; ya şeytan doldurur ya da duruyorsa kenarda er geç kullanmak için bir bahane çıkar mutlaka.
İkinci günün sonunda paradan biraz ümidi kesmeye başlıyor adam ama bir anda bundan vazgeçmek de gençliğe maraz. Geç de olsa uyuyor. Köy garajında Ahmet’le karşılaşıyor, boğazına sarılıp dayıyor yedi altmış beşliği kafasına, “Ya verirsin beş yüzü ya sererim leşini!” Tam işini bitirecekken dışarıdaki köpek havlamalarına uyanıyor. Ter içinde. Elindeki silaha bakıyor. Silah yok. Oh çok şükür. Az kalsın bir haftalık paraya on sene mahpus yatacaktık. Emanet kelimesini düşünüyor. Yok yok. Emanet sözcüğü, zuladaki makineyi değil de sadece sahibini bulan parayı çağrıştırsın.
Üçüncü gün Kışlalı Ömer’le haber gönderiyor köye. Ertesi gün Ömer, emanetin tez zamanda teslim edileceği haberini getiriyor. Adamın yüreğine bir nebze soğuk su... Bir türlü gelmek bilmiyor bu emanet. Adam, rüyasındaki makineyi düşünüyor, sonra estağfurullah çekip atıyor bu düşünceyi kafasından. Günler, haftalar geçiyor geçiyor. Ne Ahmet Kaçar’dan bir haber ne de emanetten bir umut var.
Okulların bitimine on beş gün kalmış eğer okul biterse mezun olup gider Ahmet. Bir gün son bir umutla okuluna gidiyor Ahmet’in. Müdüre durumu anlatıyor. Müdür dişlerini sıkıp masadan kalkıyor, “İlk vukuatı değil bu dalaksızın!” diyor. Birkaç öğretmenden de yemek, yol parası almış, alış o alış. Adam yol parasını düşünüyor, Demek ki yol parası, maymuncuğun açabileceği en kolay kapılardan biri. Tecrübeyle sabit bir Ahmet Kaçar taktiği. Okuldan dönerken aynı okulun emekliliği gelmiş Hasan Hoca’sıyla karşılaşıyor. Adını arkadaşlarından biliyor, El-Ezher mezunu. Hocalık dışında hafızlığa çalışan öğrencilerinin kaldığı bir yurdun da sorumlusu. Aklından bir şey geçiyor adamın; Ahmet Kaçar’ın kirli planının kurbanı olmuş o parayı Hasan Hoca’nın yurduna bağışlamayı düşünüyor. Belki beş yüz, bereketlenip beş bin olur da şu fakirin günahlarına kefaret olur.
Okul bitiyor, aradan seneler geçiyor, emanet bir türlü uğramıyor adamın semtine. Bir defasında çarşıda bir hırdavatçı sokağında uzaktan görüyor Ahmet Kaçar’ı. Önce görmezden gelmek istiyor ama içindeki öfke rahat bırakmıyor adamı. Gidecek, toplayacak yakasını ve Allah ne verdiyse… Ahmet Kaçar, hemen hızlanıp karşı caddeye, oradan kuyumcular çarşısına, -adam takipte- sonra ara bir sokağa derken yaklaşık iki saat sürüyor bu kovalamaca. Sonraki zamanlarda buna benzer karşılaşmalar da oluyor. Adam eğer yalnızsa takip hemen başlıyor, eğer yanında birileri varsa iki dakika müsaade isteyip hedefine bir gölge gibi kenetleniyor. Bu, kimi zamanlar eğlenceli bir oyuna dönüşüyor adam için. Düşünsenize bir caddenin en sonunda Ahmet Kaçar, diğer ucunda alacaklı. Bir anda başlayan kovalamaca bazen akşam saatlerine kadar sürüyor. Adam ne yapsın, iğfal edilen iyi niyetine mi yansın, yıllarca peşinde olduğu haftalığına mı yansın yoksa bir kağıt para yüzünden uykularının zehir olmasına mı?
Adam, öğretmenlik okumak için Şehristan’a gidiyor o sene. Sandınız ki Ahmet Kaçar’ın aranma süresi tamama erdi, adamın kaçan uykuları yerine geldi. Adam, her yaz tatiline geldiğinde Külbistan çarşılarında düşüyor Ahmet’in peşine. Eğer nasipliyse kış tatilinde de bu hırsız-polis filmi giriyor yayına.
Adam, evlenip çoluk çocuğa karışıyor, o sene İzmir’e tayini çıkıyor. Bu arada Ahmet Kaçar da mutlaka yol parası ararken(!) tanıştığı bir kızcağızı kandırıp medeni halini değiştirmiştir, hayata karışmıştır, diye düşünüyor. Sadece bununla kalmayıp Ahmet Kaçar’ın beş yüzlük banknotla bir kuzu alıp beslediğini, sonra o kuzunun büyüyüp koyun olduğunu, ertesi yıllar yeni kuzular, yeni kuzular… Çoğala çoğala bir sürü olup onların da çoğalıp yaylalara sığmayan onlarca sürülerini düşündüğünde aklı yerinden oynamış gibi yeniden yaraları depreşiyor. “Allah’ım aklıma mukayyet ol!” deyip hem emanetin hapse götüren anlamını hem de parayı vereceği yurdun günahsız çocuklarını düşünüp sakinleşiyor.
Kurban Bayramı’nın yaz tatiline geldiği bir sene adam, dondurma yemek için eşi ve çocuklarıyla Külbistan’ın ana caddesinde yürürken yine görüyor karşı kaldırımda Ahmet’i. Göz göze geldikten sonra Ahmet, yılların verdiği soğukkanlılıkla -tecrübe desek de olur- adamın ne yapacağını bekliyor. Adam, hanım ve çocuklarından on-on beş dakika müsaade istiyor, düşüyor Ahmet’in peşine. Kaçak, hızlı adımlarını koşmaya çeviriyor, adam da peşinden koşuyor. Ahmet bu manevrayı da boşa çevirmek, adamsa kâbus olup rüyalarına giren bu adamı yakalayıp yılların hesabını kapatma derdinde. Kaçak, bir ara sokaktan diğerine, arabaların ve otobüslerin arasından dükkanların içine, sonra kalabalık sebze meyve pazarının içlerine dalarak gözden kayboluyor. Adam, Ahmet’i bir çimentocunun çitle çevrilmiş arazisinde tam kıstırdım derken adamın ayağı bir çukura düşmesin mi? Yüzü gözü çizilip üstü başı toz toprağa bulanıyor. Adam, bir süre kalıyor çukurda. Belimde bir emanet olsaydı, diye iç geçiriyor. Gözünün önünden geçmiş yıllar, kovalamacalar, beş yüz kağıt geçiyor. Kalça kemiğini doğrultamıyor önce, sonra zar zor çıkıp kendini toparlıyor. Ağır aksak hanımı ve çocuklarını bıraktığı caddeye koşuyor ama nafile, kimsecikler yok ortalıkta. Dondurma yiyememiş çocuklarını düşününce daha da sıkılıyor canı. Kaldıkları eve varıyor, herkes adamın başına ne geldiğini soruyor. Adam, yıllar öncesinin kabuk tutmaz bir yarası, diyemiyor. Kısa cümlelerle geçiştiriyor durumu. Hanımı ve çocukları adamı uzun bir süre bekliyor, sonunda çaresizce eve dönüyorlar. Hanımı üç gün konuşmuyor adamla. Eli boş dönülen bir yaz daha ekleniyor takvimlere.
İzmir’e her dönüşte küllenen ateş, memleketin sokaklarında gezerken aniden alevleniyor.
İlerleyen yıllarda her yaz tatilinde Külbistan’a yolu düşüyor adamın. Santralci Erol’un dediğine göre Ahmet Kaçar, sonradan öğretmenlik okuyor, atanamıyor bir türlü, iş kuracağım diye babasının tarlalarını sattırıp tüm parayı çarçur ediyor. Epey bir ortada gezdikten sonra bir taşeron şirkette formenlik yapıyor. En son hangi yolsuz hikâyenin öznesi, kaç öfkeyle kavranmış bir emanetin nesnesi, bilinmiyor.
Adam şimdi Külbistan’a her gidişinde daha az soruyor kaçağı. Çay içtiği kahveden az önce sokağa çıkan adam, Ahmet Kaçar’a ne kadar da çok benziyor. Şu karşı kaldırımdan ürkek ve hızlı adımlarla ilerleyen o olmasın sakın! Emanet, öfkenin hiç çağrıştırmadığı bir dağarcığın sözlüğünde tüm sükunetiyle duruyor. Önünden geçtiği dükkâna bir liseli çocuk girip köye gitmek için yol parası istiyor. Hasan Hoca’nın yurdundaki ezber yapan çocuk, bütün bu olanlardan habersiz mescit katında ders çalışıyor. Paradan kaç sıfır atılırsa atılsın, beşler ve yüzler basamağı hep yerinde duruyor. Geçen yıllar, umut, düş kırıklıkları ete kemiğe bürünüp bir hafiye kılığında sokak sokak geziyor.
Emanet, kaçağın gölgesini vurmak için değil; yerine konulmak için bekliyor. Öyle çok zamandır da değil; şunun şurasında yirmi altı yıl…


Yorumlar - Yorum Yaz