Site Menüsü

EFSANE ZEYTİN AĞACI

Akhisar, Türkiye’de nüfusuna göre en çok kahvehane ve çay ocağı bulunan yerlerden birisidir. İlk gençliğimizden beri oturup çay içtiğimiz birçok kahve vardır. Bunlardan biri de vaktiyle keçecilik yapmakta iken mesleklerinin zamana direnememesi ve giderek kaybolmaya yüz tutması sebebiyle bunu bırakıp her daim geçerli bir meslek olan kahveciliği tercih eden Selahattin ve Zekai ağabeylerin işlettikleri Keçeciler Kahvesi’dir. Yaz günleri ikindi vaktinden sonra önünde bulunan çınar ve zeytin ağaçları altında çay içmek doyumsuz olur. Çayla birlikte koyu muhabbetlerin demlendiği bir yerdir. Günün her vakti mutlaka bir tanıdığın bulunduğu bir mekân olmakla birlikte çoğu zaman randevuların verildiği bir buluşma yeridir.
Bu yıl memleketim Akhisar’da yirmi gün kadar kaldım. Bu süre zarfında hemen her gün buraya giderek zamanına göre sekiz on kişiden oluşan farklı meslek gruplarından arkadaşlarla çay içme ve sohbet, muhabbet etme imkânı buldum.
Bir gün Kırkağaç’ın Bakır Beldesi Emirahmet mevkiinde bulunan 362 tarihinde dikilmiş bugün 1658 yaşındaki anıt zeytin ağacının üzerinde önünde fotoğraf çekilmiş ve bunları sosyal medya hesabımdan paylaşmıştım. Akşamüzeri kahvehaneye gelince bu paylaşımımı gören arkadaşlardan kimileri ‘o meşhur ağacı gördüğünü’, bazıları ise ‘bu ağacın ismini dahi duymadığını, yerini hiç bilmediğini, kimileri de “mutlaka gidip onu görmek istediğini’ söyledi. Hemen oracıkta çay eşliğinde çevredeki yaşlı zeytin ağaçları hakkında koyu bir muhabbet hâsıl oldu. Cep telefonlarından internete girildi, söz Emirahmet mevkiindeki ağaçtan, Seferihisar’daki yaşlı ağaçlara, oradan Girit’te bulunan dünyanın en yaşlı zeytin ağacına uzandı. Sonra da İtalya, Buglia’daki düşünceli zeytin ağacı hakkında konuşulmaya başlandı. O ana kadar konuşulanları sessizce dinleyen İHL’de, bizden dört beş dönem arkadan okul arkadaşımız Serdar Kocabacak bir anda atladı:
“Bunlar da ağaç mı Âdem Hocam? Dedemin Edremit cinsi bir zeytin ağacı vardı o kadar büyüktü ki bir ucu ile öteki ucu arasındaki mesafe buradan ta ilerideki çerezci dükkânı kadar vardı.” dedi. Bir Serdar’a bir de çerezci dükkânına baktım. Aradaki mesafe otuz metre kadardı:
“Çok zeytin gördüm ama hiçbir ağacın çapı o kadar olamaz.” diye itiraz ettim.
Serdar bakışlarını çerezciye doğru çevirdi. Aradaki mesafede gözleriyle birkaç defa gitti geldi:
“O kadar değilse bile buradan şu direğin orası kadar vardır.” dedi.
Serdar’ın dedesinin ağacı bir anda beş metre kadar kısalmıştı. Bıyık altından hafifçe gülümsedim. Tekrar itiraz edecektim ki hazırun benden önce davrandı. Hep bir ağızdan itirazlar yükseldi:
“Hiç mi zeytin görmedik? Amma attın!” dediler. Serdar’ın gözleri bu defa da karşıdaki direk ile kahvenin arasını arşınlıyordu. Bahsi yüksekten atınca geri adım atmak istemiyordu belli ki. Eliyle bir noktayı işaret ederek:
“Tamam o kadar olmasa da yolun beri yanındaki şu ağaç var ya, orası kadar vardır, eminim.” dedi. Ağacın çapı yaklaşık yirmi metreye düştü.
Serdar avcı misali ağacın çapını küçülttükçe küçültüyordu. Ama itirazlar bitmek bilmiyordu.
Dedesinin ağacı git gide küçülen Serdar:
“Hocam bu tilkinin hiç mi kuyruğu yok?” deyip meşhur avcı fıkrasını anlattı. Bir süre sonra araya başka muhabbetler girdi, boşalan çay bardaklarının yerine yenileri geldi. Serdar’ın aklı ise dedesinin ağacındaydı. Kendince hesaplamalar yaptığı bakışlarından belliydi. Kahvede bir ara sessizlik oldu. Serdar bu boşluğu fırsat bildi:
“Hocam az önce bahsettiğim ağaç o kadar büyüktü ki babamla beraber zeytin toplarken ben babama “Babaa” diye bağırarak seslenirdim. Babam beni duy(a)mazdı. Ağacın büyüklüğünü buradan tahmin et.” dedi.
Serdar’ın dedesinin ağacı bir anda boy atıp biraz öncekinden de heybetli bir hale gelmişti. Bunun üzerine ben:
“Babanın kulaklarında bir problem vardır. Bu yüzden duymamıştır.” dedim. Etraftan da beni tasdik edenler oldu.
“Rahmetli ağır işitirdi.”
“Tabii tabii öyleydi.”
“İhtiyarladıkça kulakları iyice zayıfladı.” diyenler oldu. Serdar verdiği örneğin mantıklı bir izahının yapılması karşısında biraz daha hırslandı. Farkında olmadan kafasını kaşıyordu. Ağacın büyüklüğünü anlatmak için farklı bir örnek veya anı düşünüyor olmalıydı. Bir anda irkildi:
“Hah! Hocam o ağaç var ya ben onun üzerinde namaz kıldığımı hatırlıyorum.” deyince etraftakiler ve ben koptuk, gülmeye başladık.
“Yok yahu bunda abartıyorsun! Bu kadar da olmaz.” dedim. Muzipliği ele alıp buna da mantıklı bir açıklama getiriverdim.
“Ağacın dalları arasına tahtalardan kerevetimsi bir şey yapmışsınızdır. Onun üzerinde mümkün olabilir.” dedim.
“Öyle bir şey yoktu” diye inat etti.
Etraftan itirazlar yükselince biraz düşündü:
“Hocam galiba oturarak kılıyordum” diye yanıtladı.
Masalardan kahkahalar yükseldi. Serdar’ın heyecanı vücut diline yansıyordu. Ayağa fırladı:
“İnanmazsınız ama biz dört beş kişi ellerimizi açar ağacın gövdesini ancak sarardık.” dedi.
Söylediklerine itiraz geldikçe Serdar daha da açılıyordu. Ara ara sandalyeden kalkıp yeniden oturuyordu. Bununla birlikte hareketlerinde ve anlatmasında bir yapmacıklık yoktu. Doğaldı. Bazen elini kaldırıyor, söze öyle başlıyordu. Elini kaldırmaya başladıysa ben Serdar yine dedesinin ağacının büyüklüğü ile ilgili farklı bir anı anlatacak diyordum. Ahmet Girgin, Osman Özen, İsmail Kobak, Ragıp Candan ve diğer arkadaşlar da merak içinde onu dinliyorlardı. Tabii ki masanın etrafından itiraz sesleri eksik olmuyordu. Bu arada Serdar:
“Kahveci bak bakalım masaya. Kim ne içecek arkadaşlar?” diyerek kendine bir dört mevsim gazozu ısmarladı çoğunluk gibi ben de çay içeceğim dedim.
(Burada parantez arası bir cümle sarf etmeme izin verin. Akhisar’da çoğu kahvehanede koruk suyu diye güzel bir içecek satılıyor, benim çok hoşuma gidiyor.) Serdar gazozunu içtikten sonra yine ayağa kalktı, terini sildi.
“Hocam ister inanın ister inanmayın, bir yıl ağaçtan sekiz buçuk çuval zeytin topladık.” deyince dayanamadım:
“Serdar sabun çuvalıyla mıydı?” diye yine gülerek itiraz ettim.
“Gerçekten hocam, ellişer kiloluk çuvallarla...” dedi.
Kendinden emin bir vaziyette yerine oturdu. Serdar’ın zeytin ağacını heyecanla anlatması kendisi de zeytinci ve ceviz üreticisi olan Ahmet Girgin’in çok hoşuna gitmişti. Ateşe odun atar gibi bir bana laf atıyor, bir Serdar’a itiraz ediyor olayı alevlendiriyordu. Ona:
“Serdar, Âdem Hoca’mın kafasını o kadar karıştırdın evin yolunu bulamayacak.” diye takılıyordu.
“Ahmet bana bir şey olmaz. Ama Serdar beni çok güldürdü. Teşekkür ederim.” diye ona cevap verdim.
Vakit ilerledikçe masaya yeni birileri geliyor halka genişliyordu. Ahmet Hoca her gelene bu olayı anlatıyordu. Buna karşın Serdar da geri adım atmıyordu.
Zeytin ağaçları uzun ömürlü ve dayanıklı olurdu ve yaşlandıkça gövdesi genişlerdi. Bunu biliyordum. Olabilir (mi) dedim. Serdar’ın bu kadar ısrarlı ve iddialı anlatışına bakarak ağacın en azından normallerinden biraz büyük ve verimli olduğuna inandım.
Ertesi gün kahvenin önünden geçerken Ahmet Girgin ve birkaç kişiyi yine aynı ağacın altında oturuyorlarken gördüm, selam verip geçtim. İşim münasebetiyle aynı yerden bir kez daha geçtim. İşimi halledince selam verip yanlarına oturdum. Az sonra Serdar da gelince Ahmet Girgin:
“Serdar, Âdem Hoca senin dedenin zeytininin şokunu atlatamamış galiba, buralarda dolanıp duruyordu.” diye espri yaptı.
Ben de buna cevaben:
“Bende bir problem yok. Hem adam yalan mı söyleyecek? Ben inandım.” dedim ve ilave ettim: “Haydi çayları söyle!”
Ertesi günü aynı kahvede otururken Serdar bir anda ayağa kalmasın mı?
“Hocam, haydi o ağaca bakmaya gidelim.”
Anlaşılan Serdar günlerdir ağaçla yatıp kalkıyordu.
“Hay hay gidelim.” dedim.
Bindik arabaya Kamilbey’in çiftliğinin yanından geçerek önce sağa doğru gittik. Biraz gidince Serdar yanlış yolda olduğumuzu hatırladı ve geri döndük. Bu kez çiftliğin solundan giderek zeytinliği aramaya başladık. Orası mı burası mı derken “Jilet” lakaplı birisini arayarak zeytinliği bulduk. Serdar:
“Hocam tam burası olmalı. Gel bak kendi gözünle gör. Belki buradan da görünür.” dedi.
Arabayı park ederken gözleriyle ağacı arıyordu. Ama etrafta öyle büyük bir ağaç görünmüyordu. Zeytinliği bulduktan sonra bu kez o meşhur ağacı aramaya başladık. Zeytinliğin bir ucundan diğer ucuna kadar gittik ama ortada o büyüklükte bir ağaç yoktu. Ağaçların hepsi genç ve Trilye cinsi ağaçlardı. Serdar ağacı bulamadıkça hırslanıyor, tarlanın içerisinde oradan oraya koşturuyordu. Sonunda kan ter içinde kaldı:
“Hocam, teyzem burayı yirmi beş yıl önce sat(tır)mıştı. Ben bir öğretmenin aldığını duymuştum. O da eski Edremit ağaçlarını söktürüp yerine yeni ağaçlar dikmiş. O yüzden dedemin ağacını göremedik.” dedi.
Velhasılı o meşhur ve ulu ağacı göremeden avdet ettik. Kahveye dönünce başta Ahmet Girgin olmak üzere kahve cemaati heyecanla ağacı bulup bulmadığımızı sordu. Biz de “Bulamadık.” dedik. Güzel bir akşam çayı içtik. O günden beri Akhisar’da Serdar’ın dedesinin ağacı diye bir efsane oluşmaya başlamıştı. Dilden dile yayılan efsane Isparta’ya kadar geldi. Serdar’ın dedesinin ağacı Kaymakkapı Meydanı’nda filizlenmeye başladı. İş bu yazıdan sonra bu efsane Türk kültür tarihine mâl olacak, bundan şüphem yok.


Yorumlar - Yorum Yaz