KİM ÖNCE ÖLÜRSE GİRSİN MEZARA, ENGEL OLURSAM ADAM DEĞİLİM!

Sabahattin Bey dava konusunu telefonda anlattığında, olay bana biraz tuhaf gelmişti. Söylediğine göre eşi Fatma ve baldızı Neslihan kendi anneleriyle 7 kardeşine karşı izale-i şüyu yani babalarından kalan miras malların aralarında pay edilmesi için sulh hukuk mahkemesinde dava açmışlardı. Söylediğine göre davanın ilk üç duruşması yapılmış ancak davacılarla avukatları arasında bir anlaşmazlık oluştuğu için yeni bir vekil ile dosyayı takip etmek istiyorlarmış.
Ortak bir tanıdık aracılığıyla bana ulaşan Sabahattin’den ertesi gün davanın ayrıntısını dinledim. O tarihte mesleki olarak kardeşlerle anne arasında cereyan eden mirasa dair böyle bir davanın varlığını kabullenecek tecrübeden bir hayli uzaktım. Sabahattin Bey’e “Nasıl yani, sizin eşiniz ve kızkardeşi diğer kardeşleriyle annelerine karşı mı dava açtılar?” diye hayretle sormuştum. Benim bu şekildeki sorum muhatabımın dikkatini çekmiş ve şaşırmış olmama bu kez muhatabım hayret etmişti doğrusu. Bu görüşmemiz, Kurban Bayramı’ndan bir önceki haftaya denk gelmişti. Sabahattin Bey’in ifade ettiğine göre kendisi de eşinin, annesi ve kardeşleriyle davalık olmasına taraftar değilmiş. Lakin konu özellikle Neslihan Hanım’ın ısrarı sebebiyle mahkemeye intikal etmiş. Ayrıca kendisi de ailenin damadı olduğundan kardeşler arasında cereyan eden konunun dışında kalmaya çalışıyormuş. “İki kız kardeş kendi aralarında konuşuyor, kararlarını bana söylüyorlar. Ben de avukatlarına iletiyordum, yaptığım işin hepsi bu.” diyordu. Lakin olan olmuş ve taraflar bir kere mahkemelik hâle gelmişlerdi.
Muhatabıma:
“Önümüzde Kurban Bayramı var. Nasıl olsa aile fertleri bir şekilde bayramda karşılaşırlar. Bu konuda dava açılması iyi olmamış. Hem bu dava taraflar arasındaki soğukluğu arttırır hem de sizin çocuklarınız bile bu davalardan etkilenir. En iyisi siz eşinizi ikna edin de davadan vazgeçilsin. Nasıl olsa herkesin mirastaki payı belli. Davaya devam edilmesi hoş olmaz. Madem avukatınız da davayı bıraktı. Hazır bir bahaneniz de var. Bu sebeple olayı kendi aranızda çözersiniz.” demiştim. Bu sözleri dinlemeye başladığında Sabahattin Bey başlangıçta biraz tereddütlü davrandı ise de sonuçta, sözlerimde haklı olduğumu teyit etti. Ancak:
“Anlaşma olmazsa sizi tekrar ararım.” diyerek ofisten ayrıldı.
Bayramı takip eden ikinci haftanın sonunda tekrar görüştüğümüzde iki kız kardeşin tarafımıza verdiği avukatlık vekâleti ve dava dosyasındaki evrakın fotokopileriyle gelmişti müvekkilin eşi. Dosyayı incelediğimde dava dilekçesinde klasik anlamda yazılması gerekenler, yani “… taraflar murisin mirasçıları olup babalarından kalan gayrimenkuller anneleri ve diğer kardeşlerinin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğundan davacıların faydalanması da engellenmiş olmakla, … adreslerinde tapuya kayıtlı gayrimenkullerin taraflar arasında aynen taksimi mümkün olmadığından mirasa konu malların satış suretiyle taksimiyle, muhakeme masrafları ve ücreti vekâletin de davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsili...” yazıyordu.
Dosyanın ilk üç duruşması yapılmış, tebligatlar davalılara ulaşmış karşı cevap dilekçesi sunulmuş ve bazı tapu dairelerinden davaya konu yerlerle ilgili kayıt ve belgeler de gelmişti. Yalnız davayı davalılardan sadece Mahmut Bey takip etmekteydi. Bu şahıs ailenin en büyük çocuğu yani benim müvekkillerimin de ağabeyi idi. İlk karşılaştığımızda siması bana pek sevimli gelmiş ve klasik davacı davalı görüntüsü vermemişti zaten.
Muris Hızır’ın vefatıyla eşi ve çocuklarına; Rize’de fındık bahçesi, Çorlu’da üniversitenin kampüs alanı olarak planlandığı için istimlakına karar verilen, tapuda tarla olarak kayıtlı olsa da arsa niteliğindeki yer, İstanbul’un Sarıyer, Şişli, Kâğıthane, Eyüp ve Şile gibi ilçelerinde arsalar ve yine Kâğıthane ilçesinin Çağlayan semtinde 17 daireli bir apartman kalmıştı.
Mahkeme kendi adli yargı alanı dışında kalan yerlerdeki gayrimenkullerin fiili taksime uygun olup olmadığının tespiti, uygun değil ise kıymetlerinin takdiri için bulunduğu yer mahkemesine talimat gönderiyordu. Bu sebeple Şişli Adliyesi’nde dava açılmış olduğundan İstanbul dışındaki yerler açısından ilgili mahkemelere yazılar gönderildi. Tabii her bir yer için bilirkişi ve mahkeme heyeti yolluğu ödeniyordu. Toplamda bir hayli yükselen masraflar sebebiyle zaman zaman müvekkillere, bu işin anlaşmayla sonuçlanmasının daha faydalı olacağını söylüyordum.
Karşı taraftan davayı takip eden Mahmut Bey’le, duruşmalara gide gele, her bir celse için yarım saat ile bir saat arasında beklediğimiz için neredeyse ahbap olmuştuk. O beni davacıların avukatı ben de onu davalı gibi görmüyordum adeta. Bir de benden önceki avukatla yıldızı bir türlü barışmamış olduğundan benimle muhabbeti bir başkaydı. Duruşma salonunda her ikimiz de kendi işimizi hakkıyla yapıyorduk gerçi. Benim taleplerimi hiç kabule yanaşmıyordu duruşmalarda. Tabii ben de onun dediklerine itiraz ediyordum hâliyle. Bir gün Mahmut Bey’e:
“Bu işi anlaşmayla neticelendirelim, ne dersiniz?” diye nabız yoklayıcı bir soru yönelttiğimde olumlu karşılık aldım.
“Neden olmasın bu davayı daha kaç yıl sürdüreceğiz. Evet, ben emekliyim, işim gücüm yok gelir giderim ama bir sürü de masraf oluyor sonuçta.” dedi.
Tabii bu anlaşma görüşmelerinden önce bizimkileri de ikna etmemiz gerekecekti. Öyle ya sen hem davacıların avukatlığını üstlen hem de onların rızası olmadan davalılarla anlaşmayı düşün. Olacak iş mi yani? Zaten toplumda avukattan beklenen niza içerisinden yeni niza yani anlaşmazlık çıkartması değil mi be birader!
Öte yandan bizimkiler de avukat değiştirmiş olmalarına rağmen bir türlü davanın sonuca ulaşmadığını görüp sürekli masraf ödemekten de sıkıldıklarından olsa gerek, anlaşma hususundaki telkinlerime daha fazla dayanamadılar. Sonunda “Tamam anlaşmaya biz de varız.” dediler. Artık bizim anlaşma müzakerelerimiz başladı. “Davacı olduğumuza göre ne istiyoruz karşıdan, hele bir net olarak söyleyin bana.” dediğimde müvekkiller önce kendi aralarında bir iki görüştüler sonra benim de dâhil olduğum toplantıda talep listemiz netleşti.
1-Rize’deki fındıklıktan pay,
2-Kemerburgaz’daki bahçeden pay,
3-Çağlayan’daki binadan ikişer daire,
4-Çorlu’daki arsanın istimlak vaziyeti netleşmediği için şimdilik o konu kenarda duracak. Kamulaştırma halinde miras hissesi oranında pay
5-Şile’deki ormana yaslı olan arsanın deniz gören yerinden her bir müvekkile 250 metrekare arsa
6-Kâğıthane’deki iki dükkân
7- vs.
Tabii ben bu listeyi biraz da utana sıkıla Mahmut Bey’e duruşma için geldiği gün Şişli Adliyesi koridorunda uzattım. Gözlüklerini şöyle bir aşağı indirip okudu. Sonra gözlüklerini başına doğru kaldırıp çıplak gözle bir daha okudu. Sonunda olmaz anlamında başını salladı.
“Peki Mahmut abi, dedim. (Artık o bana Avukat Bey, Ben ona Mahmut Bey demiyordum.) Bizimkiler bundan daha aşağısını kabul etmek istemiyorlar bilesiniz.”
“Neyse yahu dedi, bir de annem ve kardeşlerimle görüşeyim.”
O annesi ve kardeşleriyle konuyu müzakere ettikten sonra, bizim ofiste toplanmak üzere telefonda mutabık kaldık. Nihayet toplantı tarihi geldi iş yerimize her iki müvekkil ile karşı taraftan kendi adına asaleten anne ve kardeşlerini de temsilen Mahmut Abi geldi. Oturduk çay içip sohbet ettik. Konuyu müzakere ederken ben şimdi bu iş anlaşmazlıkla neticelenir diye beklerken taraflar anlaşmaya bir adım daha yaklaştılar. Hatta bizimkiler daha önceden istemedikleri yeni taleplerini de bu görüşmede dile getirdiler ve ağabeyleri onları da kabul etti. Bu sebeple ben bilgisayar ekranındaki sulh protokolünü arada bir bizimkilerin lehine değiştiriyordum. Mahmut abimiz tam günündeydi anlaşılan, kız kardeşlerinin bir dediğini iki etmez hale gelmişti. Tabii olayın önceki aşamalarını bilmemiş olsam, yahu bunlar gerçekten davacı ve davalı mı idiler diye düşüneceğim. Neyse sonuçta taraflar belli bir metin üzerinde anlaştılar. İş imza aşamasına kadar geldi. Mahmut Bey arada annesini ve kardeşlerinden sadece Yıldırım’ı arıyor ve ondan onay alıyordu. Anlaşma metnini beş nüsha olarak hazırladık. Birer tanesi bizim müvekkillerde, birisi bende diğer ikisinden birisi Mahmut Bey’de sonuncu da diğer davalılar adına annelerinde kalacak şekilde her bir isim için imza yeri açılarak yazılmış oldu. Hazır gelmişken müvekkiller ofiste imzaladılar. Ben de diğer davalıların imzasından sonra belgeyi imzalayıp o şekilde dava dosyasına sunacaktım. İki gün geçmişti ki bizim müvekkillerden Neslihan telefonla aradı.
“Bir isteğimiz daha var. Onu da anlaşma metnine ekleyeceksiniz Avukat Bey! Yoksa biz sulh olmayı asla kabul etmeyiz.”
“Nedir o isteğiniz Neslihan Hanım?” dediğimde:
“Babamızın Kâğıthane Mezarlığında satın almış olduğu 5 kişilik aile kabristanından da iki mezar yeri, biri benim diğeri de ablamın olacak şekilde talebimiz var.” Şaka mı yapıyorsunuz diyeceğim ama konu pek şaka götürür bir durum değil malum. Net olarak taleplerinin öncekilere ek olarak iki adet mezar yeri olduğunu öğrendiğimde, konuyu telefonla karşı tarafa izah etmektense iki gün sonraki duruşmada karşılaştığımızda Mahmut abiye iletirim diye düşündüm.
Nihayet beklenen gün geldi ve Şişli Adliyesi’nin 3. katında yani sulh hukuk mahkemelerinin bulunduğu koridorda Mahmut abiyle karşılaştım. Kendisiyle hâl hatır ettikten sonra, muhatabıma bu mezar meselesini aktardım.
Mahmut abi önce güldü, sonra biraz ciddileşti, başına sağa sola salladı. Sonunda:
“Vallahi Avukat Bey, kim önce ölürse girsin mezara. Mezara girmelerine engel olursam ben adam değilim!”


Yorumlar - Yorum Yaz