Site Menüsü

KADROLU MUHTAR -XIV (DÜĞÜN DERNEK)

Kendimizi define işine verince köyün gündeminden biraz uzak kalmıştık. Korona virüs memleketimize yayılmaya başlayınca Serkan ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı. Biz de köydeki yaşantımıza döndük. Tırı Mahmut’un bir oğlu vardı: Nuri. Oğlan hık demiş Mahmut’un burnundan düşmüştü. Nerde ne konuşacağını bilmez, patavatsızın önde gideni; geçimsiz, müsrif, beceriksiz… Tip desen o da yok. Nuri askerden geldikten sonra Mahmut benim yanıma geldi.
“Benim oğlana bir kız bulalım.” dedi.
“Beni karıştırma.” desem de çoğu yere onunla birlikte gitmek zorunda kaldım.
Hem bizim köyde hem civar köylerde çalmadık kapı bırakmadık. Oğlanın huyu suyu bir yana kısmeti mi bağlıdır, nedir? İki defa söz kestik, ikisi de bozuldu. Sonra dağ köylerinden bir kız bulup nişanladık. Bir ay geçti geçmedi, kız nişanı attı. Yine başladık kapı kapı dolaşmaya, sonunda Nuri gibi birkaç defa nişan atmış bir kız bulduk. Kız tam bir erkek Fatma. Biz evlerine vardığımızda tarla sürmeye gitmiş. Kızın yaşlı anasıyla babası bizi karşıladı. Maskemi iyice yukarı çektim. Maske takması için Mahmut’u da dirseğimle dürttüm, oralı olmadı. Avluyu geçip tahta merdivenlerden üst kata çıktık. Evin her yeri toz içinde, sağda solda örümcek ağları var. Belli ki kızın ev işleriyle hiç arası yok. Az sonra traktörün sesini duyduk. Sonra da merdivenlerden bir gümbürtü geldi. Gümbürtüyü gür bir ses bastırdı:
“Ana yemek hazır mı karnım çok aç?”
Koca karı hemen yerinden kalkıp odadan çıktı.
Koca herif:
“E sizin köyde ne var ne yok?” diye lafı değiştirmeye daha doğrusu dikkatimizi başka yöne çekmeye çalışıyordu.
“İyilik güzellik.” dedim.
Dışarıdan koca karının sesi geliyordu:
“Sus kızım sus, dünürcüler var içerde.”
“Dünürcü mü kimmiş, bir görelim bakalım.”
“Dur kızım üstünü değiştir hele. Bu halinle…”
Koca karı lafını bitiremeden kapı pat diye açıldı içeriye kafasında kasket, ayağında şalvarla alamet gibi bir kız girdi.
“Selamünaleyküm ağalar.” diyerek bağdaş kurup karşımıza oturdu. İsteklerini bir bir sıraladı.
“İşinize gelirse getirin oğlunuzu göreyim. Yok işinize gelmezse işte kapı.” dedi.
Ben yerimden kalkmak için yekindim. Mahmut elini bacağıma koyup:
“Otur hele muhtarım, bu iş olacak gibi.” dedi.
Ben hayretle Mahmut’a bakarken o gülümsüyordu.
Evden ayrıldıktan sonra Mahmut’a:
“Oğlum sen delirdin mi? Bu kızdan eş olur mu?” dedim. Mahmut’un keyfi yerindeydi.
“Valla Muhtar’ım, çivi çiviyi söker. Bizim oğlanı adam etse etse bu kız eder.” dedi.
Ertesi gün Nuri’yi de alıp kızın köyüne gittik. Kız bu defa gübre atmaya gitmiş. Bekledik, geldi. Kızla oğlanı bir odada baş başa bıraktık. Çok geçmeden ele ele çıktılar. İkisinin de yüzü gülüyordu. Onların güldüklerini görünce bizim de neşemiz yerine geldi. Mahmut işi uzatmak istemiyordu. Süre ne kadar uzarsa işin bozulma riski o kadar fazlaydı. En iyisi bir an önce düğün dernek edip gençleri baş göz etmekti. Bir hafta içinde nişan taktık. Harman sonunda düğün yapma kararı alındı, tarih belirlendi.
Mahmut hemen hazırlıklara başladı. Evdi, eşyaydı, gelinlikti, kıyafetti derken zaman su gibi geçiyordu. Bu arada korona virüs tehlikesi büyüyordu. Peş peşe yasaklar gelmeye başladı. Durum günden güne ciddileşiyordu. Mahmut’un yanına vardım:
“Mahmut şu işi biraz ertelesek mi?” dedim.
“Biz düğünü yapasıya virüs mirüs kalmaz Muhtar’ım sen merak etme.” dedi.
Günler haftalar geçiyor, Mahmut’un hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu. Gelinin elinden el işi gelmediğinden köyün kadınları harıl harıl çeyiz hazırlıyordu. Şimdilik bizim yapacağımız fazla bir iş olmasa da ara sıra Mahmut’un yanına gidip geliyorduk. Ben her fırsatta Mahmut’u virüs riskine karşı uyarıyordum.
“Aman Mahmut, her gün televizyonlarda görüyoruz, fazla insan davet etme. Şöyle bir iki saatlik küçük bir merasim yapalım yeter.” dedim.
“Olur mu öyle şey Muhtar’ım? Bir evin bir oğluna yakışır mı hiç? Yapmışken anlı şanlı düğün yapacağım.” dedi.
“Bak Mahmut iş ciddi, aklını başına al. Hem öyle büyük merasimler izin de yok.” dedim.
Mahmut başını öylesine salladı:
“Tamam tamam sen merak etme.” dedi.
“Aman Mahmut, köyün dışından kimseyi davet etme.” dedim. Umursamaz bir tavırla:
“He he ben de öyle düşünüyorum zaten kendi aramızda.” dedi.
Düğün günü iyice yaklaşmıştı. Bir akşam Mahmut telefon açtı, davetiyeleri yazmak için çağırıyordu. Kalktım, gittim. Nuri beni kapıda karşıladı, birlikte içeri girdik. Bir de baktım ki odanın her tarafı zarf ve davetiye, Mahmut önüne bir sehpa çekmiş, liste yapıyor. Lap Osman’la, Çullu Yusuf zarfların üzerini yazıyor. Mahmut beni görünce hemen ayağa kalktı, bir şey dememe fırsat vermeden:
“Gel gel otur şöyle, eksik kimse var mı bir bak?” diyerek beni sehpanın başına oturttu. Önüme listeleri koydu.
“Oğlum bu ne? Kaç davetiye bastırdın sen?” dedim.
“Bin beş yüz…” dedi. Nuri oradan atladı:
“Baba ben sana iki bin bastıralım, dedim. Bak Muhtar emmim de az buldu.” dedi. Mahmut:
“Az mı? Matbaacı yetmezse telefon et, bir günde basarız, dedi. Arayayım mı?”
İçimden bir “La havle” çektim.
“Ulan Mahmut sen televizyon izlemiyor musun? Her tarafta virüs var.” dedim.
“Muhtarım sen de amma pimpiriklisin virüsün bizim köyde ne işi var?” dedi.
“Lan hani kendi aramızda yapacaktık, köyün dışından kimseyi davet etmeyecektin.” diye çıkıştım. Lap Osman ne anladı bilmiyorum.
“Muhtar’ım sen canını sıkma, köylüye davetiye vermeye gerek yok. Bir okuyucu çıkarırız kapı kapı dolaşır herkesi davet eder, imama da deriz camiden anons eder olur biter.” dedi. Mahmut:
“Kendi aramızda zaten muhtarım, baksana listelere, hiç yabancı yok.” deyip cebinden birkaç liste daha çıkardı.
“Mahmut, Allah sana akıl fikir versin başka bir şey demiyorum.” dedim.
Mahmut’u düğün telaşı sarmıştı, söylediklerim bir kulağından giriyor diğerinden çıkıyordu.
“Hadi hadi muhtarım vakit dar. Sen listeleri kontrol et. Biz de zarfların üzerini yazalım.” dedi.
O gün sabaha kadar zarfların üzerine davetlilerin isimlerini yazdık. Köy köy, mahalle mahalle zarfları ayırdık. Çullu Yusuf’la, Lap Osman kanepelerin üzerinde uyuyup kaldılar. Ben sabah ezanı okunurken evime gitmek için müsaade istedim. Mahmut beni yolcu ederken:
“Muhtar’ım şimdi sen eve gidince yatarsın, arabanın anahtarını bırak da seni rahatsız etmeyeyim.” dedim.
“Ne anahtarı Mahmut?” dedim.
“Bu kadar zarfı nasıl dağıtacağım?” dedi.
“Bin beş yüz kişiyi davet ederken düşünseydin Mahmut. Hem sen araba almıyor muydun?” dedim.
“Valla düğün işi çıktı, çok masraf ettim. Düğün olmasa alacaktım.” dedi. Anahtarı gönüllü gönülsüz Mahmut’a verip evin yolunu tuttum.
Birkaç gün sonra Mahmut arabayı evimin avlusuna çekti. Ben damda oturmuş çay içiyordum. Aşağıdan seslendi.
“Muhtar’ım çok sağ ol. Anahtar arabanın üstünde kalsın, bana gece gündüz lazım olursa seni rahatsız etmeyeyim.” dedi. İçimden arabayı satmayınca senden kurtuluş yok diye geçirdim. Sonra ayıp olmasın diye dil ucuyla:
“Olur, olur. Gel çay içelim.” dedim. Hemen koştu geldi. Çaylarımızı yudumlarken usulen sordum:
“Mahmut’um sağa sola gidip geliyorsun maskeni tak.” dedim.
“Tamam, tamam.” dese de hiç oralı değildi.
“Eksik bir şey kaldı mı? Düğün günü iki ayağımız bir pabuca girmesin.”
Mahmut çayını höpürdeterek:
“Çok şükür Muhtar’ım, çoğu bitti azı kaldı. Şu oğlanı kazasız belasız bir baş göz edersem benden mutlu insan bulunmaz.” dedi.
“Hayırlısıyla bir hafta kaldı. Nikâhta keramet vardır, bakarsın gelin hanım Nuri’yi adam eder.” dedim.
“İnşallah, davulla zurnayla gelini aldığımız günü de görürüm.” dedi.
Ben Mahmut’a sade bir düğün yap dedikçe o inadına tersini yapıyordu. Şimdi de davuldan zurnadan bahsediyordu. Bir şey demeyeyim dedim ama içim içimi yiyordu:
“Mahmut yine de sen bilirsin ama çalgıcı tutmasan iyiydi. Biliyorsun virüs var.” dedim.
“Müziksiz olur mu Muhtar’ım, el âlem ne der?” dedi. Diyecek bir şey bulamıyordum. Laf olsun diye:
“Kimi tuttun?” dedim.
“Daha tutmadım da Abdal Kara Ali’yi tutacağım. Bizim köyün düğününü hep o etmiyor mu zaten? Aklıma gelmişken bir arayayım.” dedi. Sonra vazgeçti:
“Muhtarım bu iş telefonla olmaz kalk ilçeye varalım, Abdal Kara Ali’yle yüz yüze konuşalım.” dedi. Mahmut çalgıcı tutmaya zaten kararlıydı. Onu kararından döndürmem mümkün değildi. Hiç olmazsa Abdal Kara Ali’ye sahneye kimseyi çıkartma, sosyal mesafeye dikkat et, maskesizleri uyar diye tembih ederim, diyerek Mahmut’la gitmeye razı oldum. Arabaya binerken:
“Maskeni tak.” dedim. Cebinden kirli bir maske çıkarıp taktı.
“Oğlum sen altı aydır maske takıyorsun ama bu kardeşin on beş senedir takıyor.” dedi.
“Ne zamandır takıyorsun bilmem ama masken on beş sene önce alınmış gibi.” dedim.
“İnanmazsan inanma.” dedi.
“Mahmut altı ay önce virüs yoktu ki maske takalım.” dedim.
“Ben samanlığa saman atarken hep takarım bu mereti. Bu maskeyi de geçen sene harman zamanı almıştım. İyi ki atmamışım bak şimdi işe yarıyor.” dedi.


Yorumlar - Yorum Yaz