Site Menüsü

BİZİM DEPREM HİKAYEMİZ

Hepimiz deprem uzmanı olalım bir defalığına Türkiye’de. İki lafın arasında: “Japonya’da her gün oluyor bu kocaman depremler, Tsunamiler. Ama adamlar bana mısın demeden, üstesinden geliyorlar, bu felaketlerden.” diye söze başlanır. Ama biz kendimize göre düşünelim dedik.
İşi baştan alalım, şöyle bir kurgulama yapalım, yaşadıklarımıza dayanarak. Kendimiz yazıp kendimiz oynayalım bu yaşanmışlıkları. Ne dersiniz bu işe? Başımızı sokacak bir ev yapmaya başladık diyelim.
“Geldik Kars’a, alalım bir arsa.” diye başlamayalım, hatta Kars’a kadar gitmeye de gerek yok. Yaşadığımız yerde, aldık bir arsa, diyelim. İsterse altı kumluk, üstü çöplük olsun, fark etmez. Ucuzundan olursa çok tatlı olur. Kaymaklı ekmek kadayıfı gibi mesela... Arsanın biraz mayalanması için ‘pardon,’ değerlenmesi için yapalım ense. Bekleyelim üç beş sene.
Bulunca iyi bir müteahhidi, şöyle ucuza getirmeli evimizi. Ayrıca çabuk bitmeli inşaatımız. Kavuşmalıyız tez elden evimize. Ev sahibi olmak kolay mı? Temel atmaya sıra gelince vuracağız toprağa ilk kazmayı. Vurdukça kazmayı derinlere, ulaşırsak bir tünele, tünelin ucu çıkarmış mezarımıza. Ne gam! Ev sahibi olunca rahata kavuşacağız ya şu ahir zamanımızda. Artık öğünmek kalır bize “mühendisliğimizle.”
Devlet memurlarından birkaçı, kontrole gelip durursa inşaatımızı, kızarız devlete, millete. Başlarız avaz avaz bağırmaya: ‘Nerde devlet? Nerde millet? diye. Zor sorular karşısında “Ben bilmem eşim bilir, affedersiniz devlet bilir!’ deyip kaçarız ortalıktan.
Yükseldikçe inşaatımız, keyfimizden mangal yakarız, hafta sonları bahçemizde. Tekrar tekrar kontrole gelen kontrol memurlarımıza da ikram ederiz, şiş kebaptan. Her pazar mesire yerimiz olur, inşaat sahamız. Bazen kum tepelerinin ardından çıkıp gelen bir bekçinin avuçlarına doldururuz leblebileri. Devlet dairesinden emekli olmuş bu bekçiyle ilerler sohbetimiz, en kallavisinden. Sonra sırtını sıvazlarız, “Hemşehrim!” diye. Nasılsa kimse sormaz, nereden hemşerisiniz diye.
Artık evler bitmiş, kuralar çekilme zamanı gelmiştir. Heyecanlar dorukta, ev halkı başka kılıkta. Abdestler alınır dualar için. Dairelerin yerleri öğrenilecektir. Akşamdan yapılan hatimlere, Yasinlere yüklerler, üçüncü kattaki köşe dairesinin çıkabilme şansını. Ne biliyorlarsa okurlar, Kur’an’dan ayetleri, sureleri... Dualar iyidir de “Hayırlısı olsun, hakkımıza razıyım.” demek gelmez akıllara. ‘Acaba inkara mı kayıyoruz hafiften, yoksa ‘inancımıza gelir mi zarar’ deseler de ne gam!
Bir ay geçmeden yerleşiriz yeni evimize. Doğal gazı yok. Eski evimiz, zaten sobalı değil miydi? Olsun ne çıkar. Yeter ki fayansları janjanlı olsun. Ayrı çocuk odası olsun. Mutlaka çift tuvaleti olsun. Davlumbaz olsun mutfaklarımızda, kırmızı düğmelisinden.
Aynası olsun banyonun, tuvaletlerin.
Evin temeli nasıldır, deyip sormazlar kimselere. Taşı, kumu, çimentosu, kolonu… Ne üstümüze vazife. Biz mühendis miyiz, yoksa müteahhit mi? Yeter ki boyası, badanası rengarenk olsun duvarları.
Bir hafta geçmeden, misafir üstüne misafir gelmeye başlar. “Hayırlı olsun, güle güle oturun!” “Çok ucuz olmuş. Eksikler mühim değil.” “Yörük göçü gide gide düzelir.” “Oturma ruhsatı, tapusu olmasa da olur, mühim değil.” “Hele bir oturun, evinize alışın, arkası gelir her şeyin.”
Dolup dolup boşalır, yeni apartman daireleri, misafirlerden. Misafirlerin arkasından, gelen hediyelere bakılır gizliden. Sabahın köründe gider baba işine. Hafta sonları da ikinci işine... ‘Haydi sen de gel benimle’ der eşine. ‘Ev taksitleri ödenecek.’ der soran el âleme.
Çok şükür sağ salim oturuyorlardı üç yıldır evlerinde. Yılların yılları kovalaması beklenirken, zaman akıp gider hızla. Evlerinin yaşıyla küçük kızlarının yaşı, denk düşmüştü kutlama zamanına. Çifte kutlama yapacaklardı anlaşılan. Ufak-tefek hazırlıklar yapılıp şenlenmişti sıcak yuvaları. Herkes memnundu bu kutlamadan. Huzurlu ve de mutlu halde, erkenden çekildiler uykularını tam almak için odalarına. Kısa sürede dalmışlardı derin uykularına.
Beş on dakika mıdır, beş on saat mi? Bilinmez bir zaman sonra, bir gümbürtü koptu ortalıkta. Bir patırtı, bir çatırtı duyulmuştu her tarafta. Acayip sesler içinde uyandılar, derin uykularından. Ortalık zifiri karanlık... Tüm ev halkı, toz duman içinde. Çığlıklar, feryatlara karışmış, gözünü açanlar, kendilerini yıkıntılar içinde bulmuşlardı. Moloz yığınlarının altında, üstünde çoluk-çocuk dolaşıyordu. Yardım çığlıkları yükselmişti, aşağılardan yukarılara. Üçüncü kattaki manzaralı evleri değildi sanki burası. Cehennem miydi bu yerin altı? Yanlarına düşmüştü, janjanlı fayansları, kırık ayna parçaları. İçinde kalmışlardı tel demirlerin janjanlı aynaların, rengarenk duvarların. Kan revan içinde kalmıştı yüzleri, kolları, ayakları… Umut sesleri geldi kulaklarına. AFAD yetişti. Kızılay geldi.
Bir AFAD eri, ince bir ışık sızıntısı içerisinde sesleniyordu cana can katan sesiyle: “Korkmayın! Ses verin bize! Kurtulacaksınız şimdi!”
Mavi boncuklu emziği sallanıyordu, küçük kızın boynunda. Ambulansların siren sesleri, kulakları yırtıyordu. Uçaklar, dronlar uçmuştu havada. Emzik sallanmaya devam ediyordu küçük kızın boynunda. Derken… Sesler geliyordu yukarılardan:
“Soluk alıyorlar mıydı?” “Bizi duyuyor musunuz?” “Uyumayın! Konuşun!’ “Biz sizi kurtaracağız! Merak etmeyin!”
Nerede idiler? Hani nerede misafirlere çay getirdiği gümüş tepsi? Duvarlara astıkları güzelim meyve tabloları? Hepsi kaybolmuştu birden. Neden arada bir sessizlik yayılıyordu ortalığa? Gelenler, gidenler, geçmiş olsun diyenler, devlet erkanı kişiler…
Millet evlatları hizmet yarışındaydılar. Enkazın altındaki çocuğun emziği, lokumla değil; tozla dolmuştu. Ninesi, dedesi, anası, babası ve de kardeşleri… derken yerin altında, kurtarılmayı bekliyorlardı. Toz toprak yapışmış vicdansızların paslı demirlerine. İnşaat denmiş adına. Canlar yitmiş, ahlaksızların çıkarları uğruna. Akıllar nasır tutmuş, yürekler taşlaşmış, gözler buğulanmış, eller ayaklar buz kesilmişti. Dışarısı ayaz... Başka bir ad bulunmaya çalışılıyordu bu depreme de. Bulunurdu her depremde “günah keçileri.”
Erken uyanınca açık kalmış televizyondan gelen sesler, artarak yükseliyordu acı acı… Dikkat kesilmişti olan bitene vatandaş. Paylaşmak için acıları telefonlara sarılıyorlardı vicdan sahibi vefakâr milletin fertleri.
Seyrederken televizyonlarda gördüklerine yardım eli uzatmaya hazır olduklarını anlatıyorlardı birbirlerine.
Yıkıntıların üstüne çıkmış, başları miğferli kırmızı elbiseli kahramanlardan birkaçı, molozların arasında aşağıya doğru eğilmişlerdi: ‘Kurtaran yok mu?’ seslerini dinliyorlardı.
Siren sesleri yırtıyordu kulakları. Hayatın tadı buruk gelmişti ağızlara. Ne gördüyse aynaların riyasından, yalandan bıkmışlardı.
AFAD dedi ki: “Tamam bizler görevimizi yapıyoruz. Kaybettiklerimize Allah rahmet etsin. Dağılın, gidin şimdi evlerinize. Biz buradayız bu köy meydanında. Yaraları sararız biz, Afad’ız biz, Kızılay’ız. Ve de olmuştu herkes tek yürek. Cenazeleri sıraladılar musalla üstüne.
Hoca sordu:
“Nasıl bilirdiniz merhumları ve de merhumeleri?” El cevap:
“Eyi biliriz!”
“Hakkınızı helâl eder misiniz?”
“Helal ederiz!” Üç kere tekrarlandı, cevaplarıyla bu son görev konuşmaları. Rahmetlilerin canları bizlere ders olmalı diye.
“Biz helâl ederiz de o musalladaki mevtaya da sormalı bir. Canlı olsaydı ne diyeceklerdi acaba?” diye geldi bazılarının aklına:
“Tamam! Felaketler Allah’tan geliyor da ‘Allah’ın kullarına verdiği bu akılları neden yerinde kullanmıyorsunuz?’ diye cevap gelse semadan ne dersiniz?” dense yeridir şimdi. O anda cevap yok kimsede. Boyunlar bükük, yüzler mahcup! Gelin, yapalım hesabı yeni baştan dediler. Ellerinde kalem, başladılar hesaba:
“Ey insanoğlu! Arsan fay hattında mı?”
“Bilmiyorum!”
“İnşaatın sağlam mı? Devletin mi suçlu, yoksa sen mi? Kontrol memurun mu? Sarı çizmeli Mehmet mi?”
“Yok bilmem!”
“Yoksa, müteahhidin demiri, kömürü, suyu, çimentosu mu suçlu? Yoksa arsanın bahçesinde yaptığın kebabın mı tuzluydu?”
“Yok bilmem!”
“Yoksa janjanlı fayansları satan hırdavatçı mı suçlu? Minik çocuğuna aldığın janjanlı emzik mi suçlu?”
“Yok, onları da bilmezsin!”
“Neyi bilirsin sen ey arkadaş, ey vatandaş! Yaptın mı sen ömründe “bir tatbikat-ı deprem.” Şöyle manalısından, üniformalısından janjanlı giyimlisinden?”
“Yok yapmadım!”
“Evinde, iş yerinde, okulunda gülerler mi sandın, konu komşu sana. Burun kıvırdın, bu o tatbikatlara herhal. Şimdi senin deprem çantan da yoktur. İçinde düdük, ayna, tarak, mendil, bir de rujun…”
“Bilmem!”
“Eh, sen neyi bilirsin be arkadaş? “Hesap sormayı da mı bilemezsin? Kimden mi?”
“Önce kendinden!”
İki elini başının arasına alıp düşünmelisin sen: “Ben nerede hata yaptım?” diye. On defa, bin defa... Başlamalısın sorguya suale. Sonra, başucunda, karşına geçip el bağlayan sorumlulardan… Kendi sorumluluğunu unutmadan... Görevini yapanla yapmayanı ayırt edebilmelisin artık. Acil hem de çok acil planlar yapılmalı depreme karşı.
Bütün bunların cevabını vermek için kara kara düşünen cemaat; unutmuştu, musallada yatan mevtayı. Akılları başlarına geldi de götürdüler cenazeyi defnetmeye.”


Yorumlar - Yorum Yaz