Site Menüsü

KADROLU MUHTAR -XVI- (KORONA)

Günler geçti, düğün günü geldi çattı. Cuma günü sabahtan maskemi takınıp Mahmut’un evinin önüne gittim. Köylülerden de gelenler olmuştu. Ben insanlarla temas etmemek için geri geri duruyordum. Mahmut beni gördüğü yerde iş yüklüyordu:
“El gibi durma muhtarım. Şunu getir, bunu götür.” Etrafı sulayıp güzelce süpürdük. Evin önüne bir branda çektik, altına sandalyeleri sıraladık. Seyyar kabloya ampulleri bağladık. Uygun bir yere çalgıcılar için küçük bir gölgelik daha kurduk. Gölgeliğin altına bir masa iki sandalye koyduk. Damın altına da kazanlar kuruldu. İşleri yoluna koyunca sandalyelere oturduk, gençlerden biri çay getirdi. Arkadaşlarla hoşbeşe başladık. Mahmut üzerine bir takım elbise çekmiş, kaymak gibi de tıraş olmuş, sırıtarak geldi yanıma oturdu. Ben sandalyemi az öteye çektim. O iyice yanıma sokulup saatine baktı:
“Saat ona geliyor. Çankayalı Niyazi neredeyse gelir.” dedi.
“Maske tak maske. Her gelenle de tokalaşıp öpüşme.” dedim. Mahmut elini salladı:
“Bir daha mı düğün edeceğim muhtar?” dedi.
Saatler ilerliyor, çalgıcılar ortalıkta görünmüyordu. Mahmut tedirgin olmaya başlamıştı. Elinde telefon ortalıkta dolanıp duruyordu.
“Otur hele Mahmut dolanıp durma.” dedim. Oturdu.
“Ne bu hal?” dedim.
“Niyazi’nin telefonu kapalı.” dedi.
“Çekmiyordur belki.” dedim.
“Gelmezlerse bittim ben.” dedi, yine ayağa kalktı, gözü köyün yolundaydı. Namaz vakti gelince benimle birlikte üç beş kişi daha yerimizden kalktık. Camiye gittik. Döndüğümüzde Mahmut kan ter içindeydi, kulaklarına kadar kızarmıştı.
“Yok mu?” dedim.
“Yok.” deyip uzun bir küfür savurdu. Çok çaresiz görünüyordu. Onun bu hali beni de üzüyordu ama insanların sağlığı söz konusuydu. Saatler ilerledikçe Mahmut’un yüz ifadesi değişiyordu, dokunsan ağlayacak gibiydi. Davetliler tek tük gelmeye başlamıştı. Gelenlerden bazıları:
“Arkadaş burası ölü evi mi düğün evi mi?” deyince Mahmut iyice yerin dibine geçiyordu. Yanıma geldi, koluma girdi.
“Az şöyle yürüyelim muhtarım çok bunaldım.” dedi.
Mahmut’tan kolumu kurtarmak istesem de başaramadım.
“Sosyal mesafe…” dedim.
“Bırak muhtarım sosyali, mosyali bittim ben.” dedi. Elini yaka cebimdeki sigaraya attı.
“Misafir gelir, evden ayrılmasan…” dedim. Sigarayı telleyip:
“İmkân olsa kaçıp gideceğim. Rezil oldum.” dedi. Yürüyerek köyün üstüne çıktık, birer taş bulup oturduk. Mahmut’a bir sigara verdim, bir tane de kendim yaktım. Mahmut:
“Ben bittim, artık kimsenin yüzüne bakamam. O adamın konuşmasında meymenet yoktu zaten. İçime de doğdu, bu Çankayalı başıma çorap örer dedim. Boşa bel bağladık bu adama.” diyordu. Onu teselli etmeye çalıştım.
“Belki böylesi daha hayırlıdır Mahmut. Çalgı olsa insanlar oyuna kalkar. Sahnede herkes iç içe olacak. Biliyorsun virüs…” Beni duymuyordu bile. Gözlerini uzaklara dikmiş öylece bakıyordu. Böylece on on beş dakika geçti. Mahmut bir anda silkindi, sigarasından derin bir nefes çekti, kalanını yere attığı gibi ayağa fırladı. Heyecanla bağırdı:
“Geliyor, vallaha geliyor.” dedi.
“Kim geliyor?” dedim.
“Çankayalı geliyor.” dedi, parmağıyla yolu işaret etti. Dikkatli bakınca bir arabanın geldiğini gördüm.
“Bak üzerinde davul var, bak!” dedi. Gerçekten de üzerinde davul sarılı bir araba tozu dumana katarak geliyordu. Mahmut önde ben arkada köye doğru koşmaya başladık. Üzerinde davul sarılı sağı solu macunlu kırmızı Kartal’la aynı anda Mahmut’un evinin kapısına vardık.
Şoför mahallinden kısa boylu ince bıyıklı birisi indi. Diğer taraftan öksürerek kara, kuru, avurtları çökük, saçlarının ön tarafı dökülmüş, kirli sakallı bir adam indi. Adam çok yorgun görünüyordu. Kısa boylu olana:
“Ağam malzemeleri...” dedi öksürmekten gerisini getiremedi. Kısa boylu, elini tamam anlamında kaldırınca birkaç adım atıp duvarın dibine çömeldi, bir sigara yaktı. Sigaradan bir nefes çekiyor, belki beş dakika öksürüyordu. Mahmut’a:
“Bu mu meşhur Çankayalı Niyazi?” dedim. Mahmut bön bön yüzüme baktı sonra da Niyazi’nin yanına varıp:
“Hoş geldin ağa. Sandalyeye buyur.” dedi. Niyazi, ayağa kalkarken arkasını silkeledi, kııığk diye boğazını temizleyip yere tükürdü, sonra da Mahmut’un gösterdiği yere oturdu. Mahmut:
“Gelmeyeceksiniz diye çok korktum.” dedi. Niyazi arabayı gösterip boğuk sesiyle:
“Arıza yaptı namussuz, kaç saattir bununla uğraşıyok. Telefonlarımızın da şarjı bitti. Yollarda rezil olduk.” dedi. Niyazi öksürükten fırsat buldukça Mahmut’a yolda yaşadıklarını anlatıyor, bir taraftan da Sefer’e talimatlar veriyordu. Sefer, Niyazi’nin aksine çok dinç ve pratikti. Neredeyse kendi boyundaki kolonları zorlanmadan taşıyordu. Kısa sürede tesisatı kurdu. Amfiyi ayarlamaya koyuldu:
“Aa oo bir ki ki ses deneme!” gibi sesler çıkardı. Niyazi bir elini kulağının arkasına atıp diğer eliyle bazı işaretler yaptı. Sonunda elini “tamam” anlamında havaya kaldırdı, gel işareti yaptı. Birlikte sofraya oturduk. Sefer, sofrada ne varsa sildi süpürdü. Niyazi çorbadan birkaç kaşık aldıktan sonra geri çekilip sigaraya davrandı. Sonra ikisi birlikte kendileri için ayrılan yere doğru yöneldiler. Niyazi benim gözümde canlı cenazeydi. Onun şarkı söyleyebileceğini bile zannetmiyordum. Düğünden önce Mahmut’la anlaşmıştık, çalgıcılar bende kalacaktı. Niyazi’nin halini görünce Mahmut’a:
“Oğlum gel etme bu adamın ciğerleri bitik, şarkı söyleyemez.” dedim.
“Bana da öyle geliyor ama yapacak bir şey yok. Hiç olmamasından iyidir.” dedi.
“Bu adam ölür mölür üstümde kalır. Başka bir yerde yatsınlar o zaman.” dedim. O da:
“Tamam sen yanlarında dur, ilgilen. Ben onlara kalacak yer bulurum.” dedi. Hemen kabul ettim, çalgıcıların yanına bir sandalye çekip düğünün sonuna kadar kimseyle temas etmeden oturabilirdim. Niyazi sazı eline aldı, hiç acele etmeden akort etmeye başladı. Ben bıyık altından gülüyor, bu işin sonunu merak ediyordum. Az sonra Niyazi’nin parmakları bağlamanın üzerinde keklik gibi sekmeye başladı. Ben ömrü hayatımda böyle saz çalan birini daha görmedim. Saz âdeta dile gelmiş konuşuyordu. O öksürüp tıksırmaktan konuşamayan, ikide bir boğazını temizleyip sağa sola tüküren adam “Ay dost…” diye bozlağa başladı. Aman Allah’ım bu nasıl bir ses… Niyazi’nin avazı bizim karşı dağlarda yankılanıyordu. Bozlağı bitirdi, arabeske başladı. Öyle bir şarkı söylüyordu ki anlatamam. Sesi ne Müslüm Gürses’e benziyordu ne Ferdi Tayfur’a ne Orhan Gencebay’a ne de başka birine… Belki hepsinin karışımı ama hepsinden de güzel. Benimle birlikte bütün herkes ağzı açık Çankayalı Niyazi’yi dinliyordu. Sefer’se darbukaya kendini o kadar kaptırmıştı ki her vuruşu bütün bedeniyle hissediyordu, sanki başka bir boyuta geçmişti. İkisinin arasında müthiş bir uyum vardı. Hiç şaşırmıyorlar, anlaşmazlığa düşmüyorlar, sanki kurulmuş gibi işlerini yapıyorlardı.
Mahmut’un keyfi yine yerine geldi. Kapının önüne durup gelenlerle öpüşmeye başladı. Ortalık kalabalıklaşınca ben sandalyemi alıp Çankayalı Niyazi’nin az ötesine geçtim. Hayat tecrübem bana şunu gösterdi. Mahmut gibi gereksiz adamların seveni sayanı çok oluyordu. Akşama doğru her yer araba ve insan oldu. Çankayalı Niyazi havanın kararmasıyla birlikte oyun havalarına geçti. O kadar güzel çalıp güzel söylüyordu ki televizyonlardaki meşhur sanatçılar halt etmiş. Bu adam nasıl oldu da meşhur olamadı diye düşünüyordum. Sahne insanla doldu, hiçbir düğünde oynamayan insanlar kolunu indirmez oldu. Sahnedeki kalabalığı görünce tedirgin oldum. Niyazi’ye doğru eğilip:
“Korona korona...” dedim. Niyazi başını salladı:
“Oynamayan korona olsun.” diye anons etmeye başladı. Sahne daha da kalabalıklaştı. Ben yine Niyazi’nin kulağına eğildim:
“Oturt oturt!” dedim.
Niyazi yine ne anladıysa:
“Oturanlara korona bulaşsın. Haydi sahneye.” diye anonsa başladı. Oturanlar da oyuna kalktı. Sahnedeki kalabalığı tedirgin gözlerle izlerken Mahmut’un bana işaret ettiğini gördüm. Yerimden kalkıp yanına gittim. Elime siyah bir poşet tutuşturdu.
“Bunlar içmeyi sever.” dedi. Tekrar yerime geçip Mahmut’un getirdiği şişeyi açtım. Birer bardak doldurup Niyazi’yle Sefer’in önüne koydum. Arkamdan bir delikanlı kavundur, peynirdir, çerezdir bir şeyler getirip bıraktı. Bardağı görünce bizimkilerin yüzü güldü. Niyazi’nin gözleri parladı. Sefer omuzlarını tir tir titretmeye başladı. Ben bu defa taktiği değiştirdim, bardaklar boşalmadan doldurmaya başladım. Bir an önce sarhoş olsunlar eğlence bitsin istiyordum. Ama ikisi de sarhoş olmak bir yana daha da coşuyordu. Sefer darbukayı bırakıp davulu omuzladı, kendini sahneye attı. Pire gibi oradan oraya sekiyordu. Sonra davulu damat Nuri’nin boynuna taktı. Nuri davulu güm güm vuruyor, Sefer oynuyordu. Bir süre sonra Nuri, Sefer’in yönlendirmesiyle diz çöktü davulu yere koydu. Sefer davulun üstüne çıkıp oynamaya başladı. Tırı Mahmut sahneye attı kendini. Bir taraftan oynuyor, bir taraftan da cebinde ne kadar para varsa havaya saçıyordu. Çocuklar yere saçılan paraları toplamak için birbirini eziyordu. Bizim düğünler normalde en geç gece on ikide biterdi. O gün sabaha kadar eğlence devam etti. Köyün büyüğünden küçüğüne oynamayanı kalmadı. Silah sesleri hiç durmadı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Sefer beni de kolumdan tutup sahneye çıkardı. Yıllardır hiçbir düğünde oynamıyordum. Ne olacaksa olsun dedim karşılıklı kurtlarımızı döktük. Niyazi, yorulmak bilmiyordu. Gün ışıyıncaya kadar müzik susmadı. Sabaha karşı kimisi alkolden kimisi yorgunluktan sızdı kaldı. Birkaç saatlik molanın ardından eğlence tekrar başladı. Yine sabahı ettik.
Pazar günü gelin alınacaktı. Sefer boynuna neredeyse kendi boyundaki davulu astı. Niyazi bir elinde sigara bir elinde zurna öksürerek, tıksırarak geldi. İkisini bir traktörün römorkuna bindirdik. Acaba Niyazi’nin nefesi zurnaya yetecek mi derken o çökük avurtlar havayla doldu, balon gibi şişti. Niyazi zurnayı da büyük bir ustalıkla çalıyordu. Konvoyla gelin almaya gittik. Kız evinde herkesin yüzü gülüyordu. Genç yaşlı tüm kadınlar süslenip püslenmişler. Hepsi de gözüme pek güzel göründü. Güle oynaya köyümüze döndük. Gelin ve damadı Mahmut’un evine soktuktan sonra düğün bitti. Niyazi, zurnasını koltuğunun altına kıstırdı. Sigarasını telledi. Sefer malzemeleri arabaya yüklüyordu. Mahmut paralarını fazla fazla verip onları yolcu etti. Biz de evlerimize dağıldık. Mahmut kadar olmasa da yorulmuştum, üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyordum. Erkenden yattım. Ertesi gün televizyon izlerken hanım çıktı geldi.
“Ülen herif ocaktaki yemek yanmış hiç mi haberin olmadı?” dedi.
“Ne yemeği?” dedim.
“İnsan kokuyu bari duyar. Ev yansa ne olacak?” dedi. Koku moku duymamıştım. O gün akşama doğru ateşim çıktı, her yanım ağrımaya başladı. Sabahı zor ettim. Sabah arabaya atladığım gibi hastaneye gitmek için yola çıktım. Köyün çıkışında jandarma durdurdu. Köy karantinaya alınmış. Sonradan anlaşıldı ki Sefer taşıyıcıymış, çalıştığı hastaneden kaptığı korona virüsü bizim köye getirmiş.


Yorumlar - Yorum Yaz