Site Menüsü

KADROLU MUHTAR -XVII- (Son)

Çok şükür koronayı atlatmıştım. Köyde de yeni vaka görülmeyince karantina kalktı. Eskisi gibi olmasa da hayat normale dönmeye başladı. Korona yüzünden intikam planımız sekteye uğramış, Serkan memleketine dönmek zorunda kalmıştı. Aslını sorarsanız ben intikamdan falan vazgeçmiştim, artık işime gücüme bakmak istiyordum. Fakat Serkan, köye gelmek için çok hevesliydi, beni sabah akşam arıyordu. “Köyde virüs çıktı.” desem de laf anlatamıyordum. Onun yönlendirmesi üzerine gönüllü gönülsüz Çullu Yusuf’la Lap Osman’ın yanına gittim, define konusunu açtım. Onların da hevesi kaçmıştı. Durumu Serkan’a anlatıp “Bu oyunu burada bıkalım.” dedim hiç oralı olmadı.
Birkaç gün sonra Serkan bizim köydeydi. Yusuf’la Osman’ı çağırttı. Yanında getirdiği dedektörü gösterdi, ballandıra ballandıra anlattı. “Defineyi bu cihazla elimle koymuş gibi bulacağım. Vazgeçen varsa vazgeçsin, defineyi bulduktan sonra gönül koymayın.” dedi. Serkan’ın konuşmasından ben bile etkilendim. Biraz daha konuşsa gerçekten define var zannedecektim. Bizimkilerin eski hevesleri yerine geldi. Hemen o akşam kazıya gitmek istiyorlardı. Serkan cihazın şarjının olmadığını bahane edip kazıyı bir sonraki güne erteledi. Onlar gidince Serkan’la kafa kafaya verip planımızı gözden geçirdik. Akşam el ayak çekildikten sonra yola düştük, İncirlik dediğimiz yere vardık. Serkan’ın yanında getirdiği küpü güzelce gömdük. Toprağın kazıldığı belli bile değildi. Kimseye görünmeden oradan uzaklaştık.
Ertesi gün aynı yere hep birlikte gittik. Serkan cihazı etrafta gezdirmeye başladı. Cihaz bir yerde öttü. Sevinçten birbirimize sarıldık. Yusuf ve Osman iştahla kazmaya başladılar. Epeyce kazdıktan sonra Serkan cihazı çukura tuttu. Bu defa ses gelmiyordu. Şaşırmıştık. Meğer cihaz hileliymiş düğmeye bastıkça ötüyormuş. Serkan bu şekilde üç beş çukur kazdırdı. Yusuf’la Osman çok yorulmuştu. Emeklerinin boşa gittiğini, cihazın işe yaramadığını düşünüyorlardı. Serkan da tam bunu istiyordu. Bu defa küpü gömdüğümüz yere doğru yöneldi. Cihaz orada da öttü. Bizimkiler kazmak istemedi. Serkan bana döndü, birlikte kazmayı teklif etti. Ben de biraz nazlanıp kazmaya sarıldım. Küpe ulaştığımızda Serkan: “Bulduk, bulduk” diye bağırdı. Yusuf’la Osman uyukladıkları yerden sıçrayıp yanımıza geldiler. Serkan, kollarını gererek onları uzaklaştırdı. “Bu gömü sahipli yaklaşmayın, çarpılırsınız.” dedi. Küpe doğru okuyup üflemeye başladı. Etraftan birilerini kovalar gibi garip hareketler yaptı. Sonra usulca küpü olduğu yerden çıkardı. Sevinçten havalara uçuyorduk. Küpün içinden altın renkli küçük bir heykelcik çıktı. Serkan bunu sarıp sarmalayıp koynuna soktu. Köye doğru koşar adım yola çıktık. Çullu Yusuf:
“Biraz da ben taşıyayım.” dedi. Serkan:
“Olmaz kırarsın.” dedi. Biraz sonra aynı teklif Lap Osman’dan geldi. Serkan’ın cevabı yine aynıydı. Bizim eve gelince bir odaya çekilip konuşmaya başladık. Çullu Yusuf ve Lap Osman şunu alırız, bunu alırız diye pek çok şey saydılar. Ben de bir an için elimizdeki heykelin gerçek olduğunu düşündüm. İstanbul’dan villa, Bodrum’dan yazlık ve son model bir araba alacağımı söyledim. Hayal etmesi bile güzeldi. Serkan:
“Defineyi bulduk bulmasına ama bunu satmak öyle sandığınız kadar kolay değil. Müşteri bulamazsak bir işe yaramaz. Ben Türkiye’deki alıcıları iyi tanırım. Bunu ancak yurtdışından birine satabiliriz. Piyasada alıcı gibi dolaşanların çoğu polis. Alıcı bulmadan defineyi yanımızda götürsek yolda yakalanırız, bizi de hapse atarlar.” dedi. Osman hayal kırıklığı içinde:
“Ne yapacağız peki?” dedi. Serkan:
“Ben gideyim. Bir alıcı bulayım, bağlantıyı yapayım. Adamı getireyim burada teslim edip paramızı alalım. Yerimizi öğrenir başka yerde teslim edelim derseniz başka yerde teslim ederiz. Ama şimdi bu heykeli alıp pazara domates satmaya gider gibi götürür, bizde tarihi eser var dersek yakalanırız. Heykel gittiği gibi hayatımız da kayar.” dedi. Serkan çok haklıydı. Hepimizin aklı yatmıştı. Serkan gidip bir alıcı bulacaktı. Fakat ortada bir mesele vardı. Serkan lafı aslında oraya getirmek istiyordu:
“Bu işte insanın babasına bile güvenmesi hatadır. Şurada birbirimizi tanıdık ama para işin işine girince şeytan da girer. Ben gidince siz bu heykeli satarsanız ben ne yapacağım?” dedi. Yusuf’la Osman yeminler etti, yapmayız etmeyiz, diye. Tabii Serkan ikna olmadı:
“O zaman hep birlikte gidelim, heykel burada kalsın.” dedi. Onu da bizimkiler kabul etmedi. Serkan bu defa:
“Size güvenirim güvenmesine ama bana teminat olarak bir miktar para vereceksiniz.” dedi. Osman, önce Yusuf’a sonra bana baktı:
“Doğru söylüyor, dedi. Birer ikişer verelim.” Yusuf parmaklarıyla bir hesap yaptı:
“Beş bin verelim üçümüz.” dedi. Serkan kızdı, masadan kalkacak oldu:
“Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Bunu satarsak en aşağı onar milyon para alacaksınız. Bana teklif ettiğiniz paraya bakın. Götürür müzeye bağışlarım daha iyi.” dedi. Onu tekrar masaya oturttuk. Osman bu defa:
“Beş bini yol parası et. Üçümüz de sana açık senet verelim.” dedi. Serkan onu da kabul etmedi.
“Ben müşteri bulmak için kim bilir kaç ülkeye gideceğim? Ayrıca müşteriler hep lüks mekânlarda, lüks otellerde bulunur. Oralara gidip çıkmam için beş bin yetmez.” dedi. Sonunda adam başı iki yüz beşer bin lira vermeyi kabul ettik. Bu para heykeli sattıktan sonra hesaptan düşülecekti. Kimsede bu kadar para yoktu. Ama kaz gelecek yerden tavuk esirgemek olmazdı. Bizimkiler tarlalarını satıp parayı toplayacaklardı. Diğer sorun heykelin satılıncaya kadar kimde kalacağı idi. Ben:
“Arkadaşlar bu büyük sorumluluk. Sizde kalsın.” dedim. Çullu Yusuf hemen atladı:
“Tamam bende kalsın.” Lap Osman:
“Hayır bende kalsın.” dedi. İkisinin evleri yan yana olduğundan bir gün birinde bir gün birinde kalmasına karar verdik. Sonradan bir günü az bulduk, süreyi birer haftaya çıkardık. Biri heykel nöbeti tutarken diğeri günlük olarak onu kontrol edecekti. Kura çektik, ilk olarak heykel Çullu Yusuf’ta kalacaktı.
Köye döndük, heykeli Çullu Yusuf teslim alıp evine götürdü. Serkan’la bizim eve çıktık:
“İşin sonuna geldik muhtarım. Ben çok sevdim seni. İyi bir insansın.” dedi.
“Ben de seni sevdim Serkan. Sen de çok iyisin.” dedim. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi, ardından derin bir nefes aldı:
“Eksik olma be muhtarım!” dedi. Camın kenarına gidip uzaklara daldı, sonra bir şey hatırlamış gibi:
“Çok samimi durmayalım. Ben gittikten sonra köylü senin başına ekşimesin. Mahmut benim evde kal diye ısrar ediyor, birkaç gün de onda kalayım.” dedi. Haklıydı. Bütün bu işler benim başıma kalırsa köyde barınamazdım. Para mevzusu da aklımı karıştırmıştı:
“Gerçekten alacak mısın bu parayı?” dedim.
“Senin bunlardan ne kadar alacağın var?” dedi. Hesap ettim bugünün parasıyla on beş bin kadardı. Serkan, benim paramı kurtaracağını, fazlasını almayacağını söyledi.
“Çok mu ileri gittik acaba? Adamlar tarlalarını satacak.” dedim.
“Artık geri dönüş yok. Sen ne olursa olsun bu işleri önceden planladığımızı söyleme. Soran olursa hissene düşen parayı bana verdin. Tamam mı?” dedi.
“Tamam, merak etme.” dedim. Serkan bana sarıldıktan sonra dışarı çıktı.
Defineyi bulmamızın üzerinden bir hafta geçtikten sonra Mahmut ve Serkan benim yanıma geldi. Mahmut:
“Muhtarım arabanın anahtarını ver de Serkan’ı ilçeye bırakıp geleyim.” dedi. Önce Serkan’ı kendim götürmeyi düşündüm, sonra vazgeçtim. Onunla en son görülen kişi olmak istemiyordum. Yarın öbür gün: “Sen getirdin, sen götürdün.” deyip yaşananları benden bilebilirlerdi.
Aşağı indim, Serkan’la vedalaşıp anahtarı Mahmut’a verdim. Onlar gittikten sonra tekrar eve çıkmadım, kahveye doğru yürüdüm. Yolda Cin Ali ile karşılaştık. Şaşırdım. Ona Serkan’ın gittiğini haber vermemiştim daha:
“Cin Ali sen ne zaman geldin? Serkan daha şimdi gitti. Birazdan sana haber verecektim.” dedim. Cin Ali bitkindi. Koluma girdi, birlikte yürüdük. Bana Serkan’la anlaştığını söyledi. Serkan, Tırı Mahmut’la Cin Ali’ye haber göndermiş. “Çabuk gelsin, gelmezse kendi bilir.” demiş. Cin Ali evvelsi gün kuzu kuzu gelmiş. Serkan, tehditle şantajla ondan yüz bin lira istemiş. Cin Ali, evde altın, inci ne varsa toplamış, gece vakti birkaç kişinin kapısını çalıp parayı denkleştirmiş. Bir şey diyemedim ama burnuma çok kötü kokular geldi.
Aradan birkaç hafta geçti, ne gelen vardı ne giden. Yusuf’la Osman yanıma geldi. “Serkan’a ulaşamıyoruz. Bu işte bir bit yeniği var.” diyorlardı. Ben de onlarla birlikte kara kara düşünüyordum. Bir gün Tırı Mahmut kapıyı çaldı:
“Serkan’la görüşüyor musun?” dedi.
“Gittikten sonra bir daha hiç görüşmedik.” dedim. Morali çok bozuktu. Sonradan anladım ki Serkan, yurt dışına gidip semer satışı için bağlantı kuracağım diyerek Mahmut’tan da yetmiş bin lira istemiş. Arabaya atlayıp ilçeye vardım. Serkan’ın arkadaşı Bekir’i buldum:
“Serkan’a ulaşamıyorum, telefonu mu değişti?” dedim. Bekir birden parladı:
“Bana lafını etme o şerefsizin!” dedi. Serkan, Bekir’den de bir ay sonra gönderirim deyip atmış bin lira almış.
“Yoksa sen de mi para kaptırdın ona?” dedi.
“Hiç sorma!” dedim. Köye döndükten sonra kimseye bir şey demedim. Tırı Mahmut’un, Çullu Yusuf’un, Lap Osman’ın Cin Ali’nin hali perişandı. Çil Hasan aklını oynatır gibi olmuş tarlada yatıp kalkıyordu.
Bir akşam kahvede haberleri izlerken spiker “Çeşitli kılıklara girerek insanları kandıran azılı dolandırıcı yakalandı.” dedi. Bir de baktık ki bizim Serkan. Tırı Mahmut Serkan’ı görünce ayağa kalkıp sunturlu bir küfür savurdu. Efe Kazım:
“Yahu sesini açın şu televizyonun.” dedi. Televizyonun sesi sonuna kadar açıldı. “Lüks mekânlarda kendisini zengin iş adamı olarak tanıtan Serkan K. son işinde yakayı ele verdi. İstanbul polisinin yaptığı başarılı operasyonla bir rezidansta yakalanan dolandırıcı görüntüsünü almaya çalışan gazetecilere saldırdı. Zanlı adliyedeki işlemlerinin ardından cezaevine gönderildi.”
Çullu Yusuf ve Lap Osman, heykelden bir ortak eksildi diye seviniyorlardı. Ama ortada büyük bir sorun vardı: Bu heykeli kime satacaktık? Üçümüz oturup konuştuk. “Hakkımdan vazgeçtim arkadaşlar.” deyip aradan çekilsem bu defa benden şüpheleneceklerdi. İster istemez onlarla birlikte hareket etmek zorunda kaldım. El altından yaptığımız araştırmalar sonunda devletin tarihi eserleri bedeliyle aldığını öğrendik. Bizimkilerin keyfi yerine geldi. Vakit kaybetmeden müzenin yolunu tuttuk. Müzede heykelin beş para etmediği anlaşıldı. Yusuf’la Osman’ın adeta dünya başına yıkılmıştı. Böyle bir oyuna alet olduğum için ben de çok üzgündüm. Elimizde heykelle müzeden çıkıp Serkan’ı şikâyet etmek için yolun karşısındaki emniyet müdürlüğüne yöneldik. Emniyetin önünde bizi Cin Ali ile Tırı Mahmut karşıladı. Biz daha bir şey demeden Cin Ali ağlamaklı konuştu:
“Serkan’ı şikâyete gidiyorsanız hiç yorulmayın, polis verdiğiniz paraların üstüne bir bardak soğuk su için, dedi.” Başımız önde hep birlikte emniyetin önündeki kaldırıma sıralandık. Ölüm sessizliğini Mahmut bozdu:
“Muhtar, kalk şu marketten birer su al gel, yediğimiz kazıkların üstüne içelim. Soğuk olsun.” dedi. Benim de dilim damağım kurumuştu. Yerimden kalktım, bir adım atmadan Osman:
“Benimki ayran olsun.” dedi. Yusuf:
“Benimki kola, yanına da püskevit…” Mahmut:
“Birer de dondurma al gitmişken.” Osman:
“Bana bir cigara...” Cin Ali:
“Benimki iki paket olsun.” Arkama döndüm, bizimkilerin yüzlerine baktım, gülsem mi ağlasam mı bilemedim.
“Marketi komple alayım isterseniz.” dedim. Tırı Mahmut sırıtarak:
“Muhtar Ramazan, kim dedi sana muhtar ol diye? Madem muhtarsın bu kadarına da katlanacaksın.” dedi. Mahmut bu halde bile beni güldürmüştü.
“Namım yeter be! Kalkın haydi önce size bir ziyafet çekeyim, soğuk suyu yemeğin üstüne içeriz.” dedim. Kollarımızı birbirimizin omzuna atıp lokantaya doğru yürümeye başladık.