VİŞNE REÇELİNİ HİÇ SEVMEM

Yörüklerin koyunları aşağıdan, biçerdöverler yukarıdan geldi mi, Tekir’de yok yoktur artık. Bir de iş bunun aksine dönmüşse yani yörükler yukarıdan; biçerdöverler de aşağıdan tekrar gelmeye başlamışsa hele hele de ‘mahrabaşı’ denilen siyah iri taneli sert üzümler tezgâha çıkmışsa Tekir’in vay haline! Mevsim kış, işler kesat demektir. İşte böyle bir kış günü, havanın şiddetli soğuğuna rağmen içerde ılık bir hava vardı.
Fatma teyze:
“Kış kışlığını bilecek yavrum” dedi. “Atalar boşuna dememiş: Kışımız kış, yazımız yaz olsun diye.” Bir taraftan şikâyetçi olmadan sobaya odun atıyor, diğer taraftan da sofrayı bir an önce sermesi için Ahmet’e talimat veriyordu.
Fatma teyze, sofraya taze yağ, yağda yumurta, peynir ve vişne reçeli koydurmuştu. Garip’in sadece yumurta yemesi Fatma teyzenin dikkatini çekmişti:
“Oğlum Garip, yumurtadan başka bir şey yemiyorsun niye? Rahmetlik anan vişne reçelini çok severdi” dedi.
Garip bu sorudan rahatsız olmalı ki uzun parmaklarıyla alnını hafifçe ovalayarak, ezik bir tavırla:
“Ben vişne reçelini hiç sevmem” dedi.
Fatma teyze bu cevaba şaşırmıştı. Merakla
“Vişne reçeli sevilmez mi oğlum?” dedi.
Ahmet, Garip’teki bu rahatsızlığın farkına vardığından, hemen devreye girdi:
“Ana, vişne reçelinin ayrı bir hikâyesi olmalı. Garip’in üstüne fazla varma.”
Fatma teyze bakışlarını Garip’in üstünde gezdirerek:
“Hayırdır oğlum, neyse biz de bilelim!” diye çıkıştı. Garip gözlerini yerden kaldırmadan, “Tamam.” dercesine başını salladı.
Ahmet, sofrayı toplamakta olan annesine yardım ettikten sonra doldurduğu çay bardağını Garip’e uzatarak:
“Hadi bakalım, sen şu vişne reçelinin hikâyesini anlat da anam rahatlasın. Biliyorsun o öğrenmeden durmaz” dedi.
Garip, önce çay bardağına üç kaşık şeker attı, geriye yaslanarak bağdaş kurdu ve bir iki yutkunduktan sonra:
“Peki Fatma teyze!” dedi. “Biliyorum sen de benim anam sayılırsın. Rahmetlikle birbirinizi nasıl sevdiğinizi biliyorum. Benim kaç seneden beri girmediğim bir iş kalmadı. Nedense bir yerde dikiş tutturamadım. Ora senin, bura benim, kabir kabir geziyorum maşallah!”
“Eeee!” dedi Ahmet.
“Esi mesi yok Ahmet! Fatma teyze, bu işin tantanasında. Allah’a şükür dayamış sırtını sana, gel keyfim gel. Neyse canım, bir lokantada garsonluğa başladık. Hem de şef garsonluğa!”
Fatma teyze çayını doldurduktan sonra:
“Şef garson ne ki oğlum?” dedi.
Garip, kısa bir süre düşündükten sonra:
“Şef garson, garsonların en büyüğü demek, yani garsonların başı demektir. Bir garsonun şef garson olması çok zordur. Bir defa işinde titiz mi titiz olacaksın. Gözünü yoldan hiç ayırmayacaksın. Yoldan gelen otobüsleri takip edeceksin. Otobüs sinyali verdi mi, tamam. Önce “Hoş geldin Elbistanlı.”, “Güle güle Afşinli.” “Gene buyur Kayserili.” diye iyi bir anons yapacaksın. Anonsu yapar yapmaz gözün kaptanda olacak. Hangi kapıdan iniyor, ne yapıyor, hemen koşup “Hoş geldin kaptan.” diye karşılayacaksın. Şoför abi falan da yok! Böyle diyemezsin zaten.”
“Niye?” dedi Ahmet.
“Niyesi falan yok Ahmet! Kuralı ben koymadım, hep kaptan diyorlar. Ben de kaptan diyorum. Tabii öyle dememiz onların çok hoşuna gidiyor, başlıyoruz: ‘Hoş geldin kaptan. Nerde kaldın kaptan? Bizi meraklandırdın kaptan!’ Biz öyle söyledikçe adamın yürüyüşü bile değişiyor. Sanki otobüsün şoförü değil de Hora Gemisi’nin Kaptanı!
Fatma teyze, tebessüm ederek:
“Alçak yerde tepecik kendini dağ sanır, diye boşa dememişler.” dedi.
Garip anlattıklarının dikkatlice dinlendiğini gördükçe daha da çoştu:
“Kaptan içeri girer girmez: Patron, garson, bulaşıkçı, aşçı, kebapçı, Allah’ını seven kim varsa, ‘Hoş geldin kaptan! Hoş geldin kaptan!’ diye sıraya geçerler. Ulan kardeşim akşam gitmedi mi bu herif? Yoksam Kâbe’den mi geldi ki durmadan hoş geldin kaptan hoş geldin kaptan diyesin! Müşterilerinden üç kişi çorba içerken, sen yumul beş kişiyle! Nasıl olsa Halil İbrahim sofrası, ye babam ye!”
Garip sırtındaki ceketi çıkararak, ani bir hareketle odanın duvarındaki çiviye astı ve yeniden bağdaş kurarak anlatmaya devam etti:
“Kaptan masaya oturdu mu, şef garson olarak hemen fırlayacaksın. Önce serdiğin peçetelerin üzerinde yeniden dolaştıracaksın parmaklarını. Adam kendine özel hizmet sansın diye yapacaksın bunu. Sonra da: ‘Ne emredersiniz efendim? Kaç kişisiniz efendim? Balık var, pirzola var, kuzu etinden kuşbaşı var; hakiki kara kovan balı var, süt kaymağı var, yeter ki siz emredin efendim!’ diyeceksin. Bir de ete sert derler, salata olmamış derler, ben ezme salatayı severdim, ne çabuk unuttun derler. Derler de derler vesselam! Senin anlayacağın, evde karısına çalım atamayanlar gelir sana atarlar.”
“Vah yavrum vah!” dedi Fatma teyze.
“Dur teyzem, güzel teyzem, anamın arkadaşı teyzem daha bitmedi. Hele bir de insafsız şef garsona düşmüşse, yandı patron! Kaptan bol bahşiş bıraksın diye şef ne varsa yığar masaya. Kaptan da yemek çok gelsin diye şefe bol bahşiş verir. Hey yavrum hey! Atıştırın, tıkıştırın, doyuncaya kadar; ye babam ye! Nasıl olsa anası ağlayan patron! Neyse canım, namı Eşek Nazım olan bir şoför vardı.”
Ahmet kahkahalarla gülmeye başladı:
“Ney ney! Eşek Nazım mı, niye öyle demişler ki adama?”
Garip, keyifli keyifli gülerek sözüne devam etti:
“Adamın adına boşa Eşek Nazım dememişler. Adam ya Allah deyip de sofraya bir girişti mi, deme gitsin! Maşallah masada ne varsa yer, bitirirdi. Kenarda köşede ne kalmışsa sildi, süpürdü; arkasından üzüm geldi. Üzüm tanelerini eline alıyor, değişik bir ses çıkararak somuruyor ve tortunu tabağa bırakıyordu. Hemen hatırıma bir halk sözü geldi: ‘Eşek hoşaftan ne anlar; suyunu içer, tortu kalır.’ Bir, iki, üç derken dayanamadım, gülüverdim. Nasıl gülmem arkadaşım; adam halkın dediği gibi. Ben demedim, halk öyle demiş. Adamın adını da ben vurmadım, arkadaşları vurmuş. Patrondan bunun zıbını yedik. Gülmemeliymişim. Onlar bizim ekmek kapımızmış.
Günlerden bir gün yine otobüs tam dolu geldi; kahvaltı, çorba zamanı. Başta saydığımız karşılama töreni bitti. Kaptan misafirleriyle oturdu masaya. Patronun ağzı kulaklarında. Nasıl olmasın ki, doğru dürüst bir satış olmuyor. Aşçının, işçinin parası ödenemiyor. Fırsat bu fırsat, bunu iyi değerlendirmemiz lazım. Mutfağa yöneldim kahvaltı servisini getirmek için, patron kolumdan tuttu:
‘Bak oğlum!’ dedi “İşler kesat! Attığımız yerden vuramıyoruz. Haşlamayı kızartmaktan, fasulyeye salça vurmaktan usandık artık. Kaptanlara hesaplı bak. Ne var ne yok yığma önlerine. Memnun et ama… Yahu sen ne demek istediğimi anladın. Bir de kahvaltı balının ayarını iyi yap. Üçte bir oranında kayısı ilave et bala, onu da iyice karıştır. Bu karışımı kimse anlayamaz. Anladın mı oğlum? Borcunu ödemeden mal bitiyor. Maliyeti azaltmamız lazım.’ Son sözleri çıkışır gibi, suçlar gibi çıkmıştı.”
Garip’i dikkatle dinleyen Fatma teyze söze karıştı:
“Garip, oğlum borcunu ödemeden mal bitiyor, ne demek? Borcunu ödemeden mal biter mi? Satarsan mal biter. Sattığın malın da parasını alırsın zaten. Öyle değil mi?” diye sordu.
Garip hiç istifini bozmadan:
“Fatma teyze, bu işler bildiğin gibi değil. Bir defa o lokantanın her gün açılmasının belli bir masrafı var. İster müşteri gelsin, isterse hiç gelmesin, bunun bir bedeli var” dedi.
Ahmet, hariçten hemen yine girivermişti devreye:
“Ne bedeli be Garip! Vallahi ben kaç defa gördüm, otobüs geldi mi adamlar öyle bir yemek yiyor ki aklın durur. Patron para almaktan başa çıkamıyor.”
“Sen öyle san!” dedi Garip. “Kış günleri siftah yapmadıkları oluyor. Müşteri gelse de gelmese de ücretler çalışıyor. On, on beş kişinin ücreti, dile kolay. Kiraydı, elektrikti, sobaydı. Tüpler mecbur yanacak. Maliye vergisi de cabası. Anladın mı şimdi?” diye çıkıştı Ahmet’e.
Ahmet işi pişkinliğe vurarak:
“Tamam tamam anladım. Sen bunu boş ver de anlat bakalım sonra n’oldu?”
Garip, sıcaklığından eser kalmayan çayından bir yudum daha içtikten sonra:
“Servis için kahvaltılıkları hazırlıyordum. Kaptanın sert sesiyle irkildim: ‘Garip nerde kaldın oğlum?’ Hemen kaptanların olduğu yere koştum. Benim arkamdan patron da geliverdi. O da tam kapasiteli bir otobüsün şoförünü küstürmekten korkuyordu. ‘Buyurun efendim.’ dedim. ‘Oğlum geç kalıyoruz.’ dedi. ‘Hemen kaptan hallediyorum.’ dedim.
Ben mutfağa yöneldim, arkamdan gelen patron homurdanıyordu: ‘Oğlum küstüreceksin adamı, adam yeni yeni ısınmaya başladı. Acele et, dediğimi de unutma!’ dedi.
Hemen mutfağa koştum. Giderken bir taraftan da patronun dediklerini hatırlamaya çalışıyordum. Bala üçte bir oranında reçel karıştıracaktık ama hangi reçeldi? Vişne mi, kayısı mı? Kayısı ve vişne arasında tereddüt geçirerek tezgâhın önüne geldim. Hemen balın çıtasını tezgâhın üstüne koydum. Balı hazırlamaya başladım. Bu defa da patron bağırıyordu: ‘Nerde kaldın oğlum?’ Patron bir taraftan işi hızlandırmaya çalışırken diğer taraftan da kaptanlara gönderme yapıyordu, ilgileniyorum diye. Beni kendi hâlime bırakmıyorlardı ki tertemiz işimi yapayım. Elimi ayağıma dolaştırıyorlardı. Patronun bağırtısı, kaptanın memnuniyetsizliği, bahşişi az bırakma ihtimali, hepsi gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Kısacası bu kadar baskı beni aptallaştırıyordu.
Neyse canım yeniden bağırtı duyulmadan, şu servisi bir tamamlayayım hele, dedim. Tamam, balı koydum servis tabaklarına. Şimdi şu reçeli kattım mı deme gitsin! Hemen fırıncıya seslendim ‘Sıcak pideler hazır mı?’ diye. O da ‘Hazır.’ diye cevap verdi.
Eyvah! Her şey iyi güzel de bu hangi reçeldi? Üç tane reçel kavanozu karşımda duruyordu. En başta vişne kavanozu, yanında gül reçeli kavanozu, diğeri de kayısı reçelinin kavanozu. Aman Yarabbi bir türlü seçemiyordum! Başladım saymaya Fatma teyze: Gül, vişne, kayısı! Patrona sorsam dedim, durduğumuz yerde bir azar daha işitiriz. Baktım olmadı, en iyisi üst salonda üç kişi çalışıyoruz. Benim adım Garip, öbür garsonlardan birinin adı Vedat, diğeri de Kadir. İki dakika zaman tutayım, önce kim gelirse isminin baş harfine göre katayım reçeli dedim. Kadir gelirse kayısı, Vedat gelirse vişne... Gelen olmazsa ben, yani gül katacağım. Neticede reçel reçeldir.
Saate baktım, hadi hayırlısı dedim. Saniye dönüyor ama benim de başım saniyeyle birlikte dönüyordu. Bir saniyeyi az geçti, geçmedi Vedat damladı. Gerisi kolaydı, ne yapacağımı biliyordum artık. Alelacele balı hazırladığım gibi doğru kaptan masasına bıraktım. Biraz reçel, biraz bal, iş tamam sayılır. Bal da kara kovan. Otobüs tam dolu gelmişken iyi değerlendirmek lazım diye patronun sözlerini haklı buluyordum. Onlar da kazanmalı, biz de kazanmalıyız diyordum. Yoksa ben nasıl kız bulabilirim Fatma teyze.
Servisi yaptım, tam rahatladım erken patron yeniden yüksek sesle:
‘Garip Garip!’ diye garip garip bağırmaya başladı. Koştum: ‘Buyur abi’ dedim.
‘Kaptan ne diyor?’ dedi.
‘Buyur kaptan!’ dedim.
Kaptan, beni yukarıdan aşağıya doğru küçümser gözle süzdükten sonra, hesap sorar bir eda ile:
‘Bu ne balı?’ dedi.
‘Kara kovan balı’. dedim.
‘Allah Allah!’ diyerek bal tabağını eline aldı, yüzüme alaylı bir şekilde baktı:
‘Bu arıların kovanını vişne ağacından mı yapmıştınız?’ dedikten sonra tabağı elime tutuşturdu, masadan kalktı ve gitti.
‘Eyvah yandık! Yaktın beni vişne!’ dedim içimden. Patron, hiçbir şey söylemeden beni mutfağa götürdü. İki tane çaktı suratıma:
‘Defol seni bir daha gözüm görmesin!’ dedi.
‘Yahu abi, bunu yaptıran sen değil misin?’ dedim. Demez olaydım, iki depik bir yumruk daha…
İşte Fatma teyze, ben bu yüzden vişne reçelini hiç sevmem.”


Yorumlar - Yorum Yaz