CENNETTE İMZA GÜNÜ

Rapor az önce ulaştı eline:
“Sayın yazar! Son kitabınızın satış rakamlarını arz ediyoruz: Sekiz yüz elli milyar, yedi yüz yirmi beş milyon, dört yüz otuz iki bin, altı yüz kırk sekiz…”
Allah Allah!
Satışa bak! Üstelik bu bir hikâye kitabı… Dile kolay! Fani dünyanın fani yayınevleri, neyi kaçırdığınızı anladınız mı şimdi?
Faraş Yayınevinin editörü, nasılmış? “Efendim, yazdıklarınız yayınevimizin konseptine uygun değil”miş! Konseptinizi sevsinler sizin e mi? Alın size konsept! Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış. Bakın, kendi yayınevini kurdu adam. Kendi matbaası var artık. Hem de dakikada bir milyon kitap basan bir matbaa. Siz, bin kitap için nazlandınız. Basılacak kitabınız mı var, getirin, bassın şimdi.
Cüce Kitaplığı, kitabını basmak için kucak dolusu para istemişti. Buyurun! Baskı bedava, kitap bedava…
Hey gidi Türkiye’nin en büyük on yayınevi! Alfabetik sırayla Çan, Fay, Kasis, Kuş Bankası, Marazi, Sıyrıntı, Sirtaki, Soğan Kitap, Topu Parodi, Yalıtışım… Sözüm hepinize!
İlle de cennete gitmek istiyordu yaşlı yazar. En büyük hayali, kitaplarını yayımlayabilmekti. Elli kitabı vardı yayıma hazır. Hiçbirini bastıramamıştı. Yayınevleri “Şimdi git, meşhur ol, sonra gel!” diyorlardı. Hiçbir şey anlamıyordu. Şimdi neden gidiyordu, sonra neden gelecekti? Gelince ne olacaktı? Öğrenmesi biraz zaman aldı.
O da koltuğunun altında dosyalarla kapı kapı dolaşmaktan vazgeçip hayallerini cennete erteledi. İyi ki öyle yaptı.
Dünyada bir kitabı basılsa kaç tane satılırdı ki? Elli, yüz, bilemedin yüz elli. Kitap satın alanlar da kessen okumazlardı. Okuyormuş gibi yaparlardı. “Mış gibi yapmak”ta üstlerine yoktu. İmitasyon aktivistleri!
Cennette öyle mi? Düşünsenize! Hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelen milyarlarca insan… Hepsi potansiyel okuyucu. Hem de gerçek okuyucu.
Vay canına! Hikâye kitabının tirajına bak!
Sekiz yüz elli milyar, yedi yüz yirmi beş milyon, dört yüz otuz iki bin, altı yüz kırk sekiz…
Masal kitabı bütün çocukların elindeydi. “Vildan” deniyordu onlara. Cennet çocuklarıydı onlar. Bayılmışlardı yazdığı masallara. Keşke dünyadaki çocuklar da okuyabilselerdi.
Sadece insanlar mı? Rıdvan da okuyordu kitaplarını, huriler de… Hatta nereden duydularsa zebaniler de sipariş vermişlerdi. Tabii Malik’in Rıdvan’la olan dostluğu, karşı mahalledekilerin kitaba ulaşmasını bir hayli kolaylaştırmıştı.
Genç yazar (Cennetteydi, otuz üç yaşındaydı ve genç sayılırdı artık.) büyük hayallerinden birini daha gerçekleştirmişti. Heyecandan hâlâ eli ayağı titriyordu. Hatırladıkça kalbi kamaşıyordu. Yunus Emre’ye kitap imzalamış; Divan’ını imzalatmıştı.
Yunus, Firdevs cennetinin orta yerinde kendi köşkünden bin kat daha büyük ve ihtişamlı bir köşkte oturuyordu.
Gidip elini öpmüş, mahcup mahcup kitabını uzatmıştı. Yunus iltifat etmişti: “Gel bakalım, yazar!” demişti. “Namını çok duyduk. Sen şu meşhur gülmece yazarı değil misin?”
“Es… estağ… fur… furullah, ustam!” diyebilmişti.
Yunus tarafından tanınmak ne büyük devletti. O dünyadaki primitiflerin bu sahneyi görmesini çok isterdi.
“Ustam” demekle ayıp mı etmişti acaba? Dünyadan kalma bir alışkanlıktı. “Üstadım” mı demeliydi yoksa? Yunus Emre’ye nasıl hitap edilirdi ki? Doğrusu daha önce hiç düşünmemişti.
Yunus, “Mizah iyidir.” demişti söz arasında. “İnsanları sadaka vermeye çağırır. Gaye yüzlerde bir tebessüm uyandırmaktır. Bizim cephedeki şathiyeler de bunun içindir. Fakir ‘Sırat kıldan incedir / Kılıçtan keskincedir / Varıp anın üstüne / Evler yapasım gelir’ demişti, bilirsiniz. Kaygusuz kardeşim daha da ileri gidip ‘Kıldan köprü yaptırmışsın / Gelsin kulum geçsin deyu / Hele biz şöyle duralım / Yiğit isen geç a Tanrı’ mısralarıyla seslenmişti Allah’a. Azmi kardeşim ‘Bir iken bin ettin kendi adını / Görmedim sen gibi iş üstadını / Yeşertirsin kurutursun odunu / Sen bahçıvan mısın ormancı mısın?’ diye sormuştu. Edip Harabî kardeşim ‘Yok iken Âdem’le Havva âlemde / Hak ile Hak idik sırr-ı müphemde / Bir gececik mihman kaldık Meryem’de / Hazret-i İsa’nın öz babasıyız’ diye tanıtmıştı kendini. Hepsi aynı kapıya çıkıyor. İlahi lütuf insanı şımartıyor biraz.”
Şathiyeden söz açılınca dünyada iken aklını çok kurcalayan şiiri sormuştu Yunus Emre’ye:
“Ustam, hani o ‘Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü’ diye başlayan bir şiiriniz var ya… Erik ağacına çıkıp nasıl üzüm yediniz? Hep merak ettim. Sonra bostanın sahibi gelip ‘Cevizimi neden yiyorsun?’ diye sizi azarlayınca kafam iyice karıştı. Matematiğim fena değildi; türevi, integrali bilirdim, üç bilinmeyenli denklemlerde zorlanmazdım. Ama sizin denkleminizi çözemedim.”
Yunus gülümsemiş,
“Hangi anlamını istiyorsun?” diye sormuştu. “Oradakini mi, buradakini mi?”
Şaşırmıştı. Anlam orada farklı, burada farklı nasıl oluyordu ki?
Yakından uzağa ilkesini düşünüp “buradakini” demişti.
“Bak şu erik ağacına!” demişti Yunus. O da bakmıştı.
“Üzüm istiyorum!” de şimdi.
Cümle daha bitmeden erik ağacının dalı eğilmiş, uzanmış, üzerindeki üzümleri Yunus’a ve misafirine ikram etmişti.
Anlamıştı. Yunus bir başka boyuttan sesleniyordu. Dünyadaki anlamını sormadı. İzin isteyip ayrıldı Yunus’un yanından.
Sonra Fuzulî’yi, Galib’i, Âkif’i ziyaret etmiş, onlara da birer imzalı kitap sunmuştu. Üç şairden de iltifat görmüştü. Elinde şairinden imzalı Leyla vü Mecnun’u, Hüsn ü Aşk’ı ve Safahat’ı vardı şimdi. Daha ne isterdi?
Onlara “üstat” diye hitap etmişti. Onlar da “Estağfurullah, evlat!” demişlerdi, “burada hepimiz çırağız.”
Demek ki, Allah iki dünyayı dengeliyordu. Bir tarafta eksik olan öbür tarafta fazla oluyordu. Böylesi daha iyiydi tabii. İlahi adalete de çok uygundu.
Ebruli bir gündü. (Ne demekse…) 700 bin dönüm arazi üzerine kurulu 7 katlı, 77+7 köşkünün bahçesinde, Van Gölü büyüklüğündeki havuzun kenarında oturmuş, sabah başladığı 700 sayfalık kitabı bitirmeye çalışıyordu. Altın tahtı üzerinde, incili yeşil kaftanı içinde padişah gibiydi.
Çocukları az ileride saklambaç oynuyordu. Annesiyle babası Tuba ağacının gölgesinde oturmuş eski günleri anıyor, birbirlerine şiirler okuyorlardı. Eşi, boy aynasının karşısında, dünyada ancak marka satan bir mağazanın vitrininde görebildiği, burada görünce dayanamayıp kırk tane edindiği altın sırmalı saltanat adlı giysinin otuz dokuzuncusunu deniyordu.
Genç yazar, kurduğu eğlenceli fiil cümlesinin sonuna nokta koymak üzereydi. O sırada Rıdvan yaklaştı:
“Efendim, Kerim diye biri sizi soruyor.”
Genç yazar heyecanla ayağa kalktı.
“Nerede şimdi?”
“Yedinci kapıda.”
“Ne duruyorsunuz, alın içeri!”
“Aman efendim, sorgusu tamamlanmamış daha.”
“Ben kefilim. Çağırın gelsin. Hem yedi kişilik kontenjanım yok mu benim?”
Rıdvan şaşırdı.
“Daha önce gelenler için bu kadar aceleci davranmamıştınız,.” dedi.
“Ah, dedi genç yazar. Siz bilmezsiniz. O, benim dünyada aile dışından tek okuyucumdu. Ağabeyimdi. Bütün yazdıklarımı e-mektup olarak ona gönderirdim. O da hiç üşenmeden okur, düşüncelerini benimle paylaşırdı. Ona gönül borcum var.”
Sahi insan yetmiş yıllık ömrünün elli beş yılında durmadan yazar da şöyle beş tane sağlam okuyucusu olmaz mı? Olmaz tabii. Neden olmaz? Yazdıklarını yayımlayamazsa nasıl olsun? Yazar, okuyucuya nasıl ulaşacak? Bir yayıncısı olacak. Peki, bu yazarın bir yayıncısı oldu mu? Hayır! Her kapıdan “Meşhur değilsin.” diye geri çevrildi. “Git, imzanı büyüt, öyle gel!” dediler. Bu canına yandığım imza, höllük elemekle, aynalı beşiklerde belemekle, akşam sabah ninni söylemekle büyümüyor ki! Bir yerden başlamak lazım. O yer, neden sen olmuyorsun, cancağızım?
Amaaan! Geçmişe bakıp hayıflanmanın âlemi var mı şimdi? Bugünün keyfini çıkarmak lazım. En sadık okuyucusu ziyaretine geliyor.
Haksızlık etmeyelim. Kerim hariçten okuyucusuydu. Bir de dâhilî bir okuyucusu vardı ki, ona çok şey borçluydu. Kırk yıl kahrını çekmişti. Hayatıyla birlikte hayallerini, hayal kırıklıklarını bölüşmüştü. İlk okuyucusuydu üstelik. Aslına bakılırsa genç yazar, cennete biraz da eş durumundan gelmişti.
Beş saniye sonra Kerim yanındaydı. Selamlaştılar. O da genç bir adamdı artık. Yaşıttılar. Kucaklaştılar. Hoş beş, hâl hatır, birkaç hatıra derken Rıdvan, imza gününü hatırlattı.
Birlikte imza günü için köşkün bahçe kapısına yürüdüler. Aman Allah’ım! Tam bir izdihamdı. Şöyle böyle iki yüz elli milyar insan toplanmış, ellerinde kitaplarla imza için bekliyorlardı.
Buraya geleli yedi gün olmuştu daha ve bu yedinci imza günüydü.
Kerim,
“Hatırlıyor musun?” dedi. “Dünyadayken kıymetinin bilinmesi için ölmen lazım diyordum sana. Kastettiğim buydu işte.”
“Anladım, ağabey.” dedi.
Kerim, düzeltti yanlışını:
“‘Ağabey’ yok. Adımla hitap edebilirsin.”
“Peki, ağabey.” dedi ağız alışkanlığıyla.
Altın kalemini çıkardı.
Tek hamlede bütün kitapları imzaladı.
Kısa teşekkür konuşmasının ardından bütün okurlarına Türk kahvesi ikram etti.


Yorumlar - Yorum Yaz