Site Menüsü

EZANI KİM OKUYACAK?

Ezan, “duyurmak, bildirmek, çağırmak” anlamında bir kelime. Namaz vaktinin geldiğini hatırlatıyor. Sözlüklerde böyle yazıyor. Malum, ezanı okuyana da “müezzin” deniyor.
Ezan bir bildiri. Dünyaya ait kayıtlardan kurtulup Allah’a yönelmeyi ifade ediyor. Bu yönüyle bir özgürlük ilanı.
İlk ezanı neden Bilal okumuştur? Sesi en güzel olduğu için mi? Belki de hayır! Bilal kölelikten kurtarılmıştı. Bir özgürlük ilanını eski bir kölenin okumasından daha anlamlı bir eylem olabilir mi? Olayın sembolik değerini düşünür müsünüz lütfen!
Ezan hangi cümlelerden oluşur? Günde beş kez duyuyoruz ama yine de hatırlatmakta yarar var.
Yok canım, o kadar da değil.
“Adın ne?” demiş.
“Muusaa!” diye cevap vermiş adam. “Ya senin adın ne?”
“Valla, benimki de Musa ama o kadar uzun boylu değil.”
Gerçekten de o kadar uzun boylu değil. O bir mizahi hikâyenin sınırlarını aşar.
Hem biz merkez vaizi miyiz, müftü mü? İmam mıyız, müezzin mi? Bir garip mizah yazarıyız? Hikâyemize bakalım.
Aslında ezan bilmez, kamet bilmez bir hikâye kahramanına gelebilmek için anlatmak gerekir miydi, bilmiyorum. Hani bilmeyen başka kişiler de vardır belki diyerek... Lazım olunca kullansınlar diye... Bir nevi kamu hizmeti yani. Hayatı güzelleştiren mizaha, hayatı kolaylaştıran bir izah katmak için.
Bilirsiniz, inancımızda çocuk doğduktan sonra sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunur. Ardından sağ kulağına adı söylenir. Adın güzel olması, çocuk tarafından onurla taşınması anne babanın sorumluluğudur. Bunun için azami süre yedi gündür.
Yedi günde çocuğuna güzel bir ad koydun, koydun; koymadın, devlet devreye girer ve çocuğuna ad koyar.
Yok canım! Daha neler! Yahu şaka yaptık, anlasanıza! Bu hikâye böyle kuru kuru gitmiyor.
Sadede gelelim.
Turan’la Nuran çiftinin ilk çocuğu doğacak. Evde bir heyecan, bir telaş, sormayın gitsin!
Ha bu hafta ha öbür hafta, ha bugün ha yarın, derken, beklenen gün geldi çattı ve hanımefendinin sancıları başladı. Haydi! Hastaneye taşındılar. Çok şükür, kazasız belasız, sağlıklı bir kız çocuk dünyaya geldi. Annenin de, çocuğun da durumu çok iyi…
Anne içeride bir doğum yaptı, babanın dışarıda kaç doğum yaptığını kimse bilmiyor.
O gün öğleden sonra bu küçük çekirdek aileyi eve gönderdiler.
Tamam da, bu çift annelikte babalıkta acemi. Burada yardıma koşması gereken kim vardır? Özellikle babaanne ve anneanne. Her iki tarafın annesi yani. Kaç çocuk yetiştirmişlerdir, Allah bilir. Çocuğun ilk banyosu yaptırılacaktır. Mevsim yazsa çocuk tuzlanacaktır. Emzirme, bezleme durumları… Hepsi önemlidir.
(Dedeler de koşup gelebilir ama onlar daha çok “Ben artık dedeyim.” havasındadırlar. “Ah dede vah dede sen neymişsin sen” tekerlemesinin ve “Dede dede, can dede, tespihi mercan dede.” türküsünün kapsama alanına girmenin keyfini süreceklerdir.)
Bir önemli nokta daha vardır. Onu da genç çifte hatırlatan birileri olmalıdır.
Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet verilecek. Adı söylenecek. Sağlıklı, hayırlı bir çocuk olması için dua edilecek. Peki, kim yapacak bunu?
Dedelerden biri varsa, o yapar. Diyelim ki yok. O zaman iş babaya düşer. Hadi bakalım, babacık! Göster marifetini! Öyle biyolojik baba olmakla iş bitmiyor. Ezanı var bunun, kameti var, ad koyması var.
Bereket versin, ad altı aydır hazırdır. O mu olsun, bu mu olsun, vur tut; bir, olmazsa iki ad üzerinde anlaşılmıştır. Ailelerin görüşü alınmıştır. Onların önerileri değerlendirilmiştir. Boşa konmuş dolmamış, doluya konmuş almamıştır. Velhasıl zor olmuştur ama bebeğin adına karar verilmiştir.
Çocuğun adı hazırdır da, şimdi bu ezanı, bu kameti kim okuyacaktır?
Baba köşe bucak kaçıyor.
“Ben bilmem, ben yapamam, ben ne anlarım?” dolaylarında geziniyor.
Yapma babası, şimdi bu çocuk senin yüzünden ezansız, kametsiz mi kalsın? Sen Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” yazısını okudun mu? Ezansız semtlerin çocuklarını nasıl bir gelecek bekliyor, biliyor musun? Senin çocuğun da öyle mi olsun istiyorsun?
Yok, istemiyorsan hadi oku şu ezanı, getir şu kameti, yap şu duayı, bitir şu işi!
Bak, çok kolay! Çocuğu kucağına alıyorsun, sağ kulağının olduğu tarafa “Allahu Ekber Allahu Ekber” deyip ezana başlıyorsun. Ezan bitiyor, sol kulağının bulunduğu tarafa yine “Allahu Ekber, Allahu Ekber” deyip kameti okuyorsun. Bitirirken son “Allahu Ekber”lerden önce iki kez “Kad kameti’s-salâh” diyorsun. Ardından adını söylüyorsun çocuğun. “Allah’ım, sağlıklı, hayırlı bir çocuk olsun!” diye dua ediyorsun, bitiyor. Hepsi bu kadar.
Sana bu aklı veren kişi, hastane odasında yapmıştı bu işi. İlk çocuğu doğduğunda eşinin yattığı koğuşa dalmış, hemşireden bebeği istemiş, almış, ezanı, kameti, adı, duayı bir çırpıda bitirmişti. Olağanüstü bir duyguydu. Aynı duyguyu tekrar tekrar yaşamak için bir düzine çocuğu olsun istedi. Ama üç çocukta kaldı.
Turan resmen kaçıyor. Ezanda, kamette gözü yok. Hani “Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz.” ya! O hesap!
İki anne birden,
“Hadi, oku şu ezanı!” diyor.
Nuran,
“Hadi hayatım.” diye destek veriyor.
Turan’da hareket yok!
“Şey, diyor, ikindi ezanı okunurken çocuğun sağ kulağını camiden tarafa tutsam olmaz mı? Ne güzel, makamlı bir ezan olur. Rast, hicaz... Bahtımıza ne çıkarsa artık... İlerde deriz ki, çocuğumuzun kulağına ezanı Ahmet Yesevi Camii’nin imamı Nurettin Hoca okumuştu. Gerçekten güzel olmaz mı?”
“Saçmalama, diyor birinci anne. Öyle şey olur mu? Natürel ses lazım. Hoparlörden olmaz.”
“Cep telefonunu kulağına tutsam, oradan ezan dinletsem... O da mı olmaz?”
İki anne ile eş bir ağızdan,
“Olmaz.” diyorlar.
“Diyanet TV’de ezan okunurken çocuğun sağ kulağını televizyona çevirsem...”
Yine bir ağızdan karşı çıkıyorlar:
“Olmaz!”
“O zaman, diyor Turan, camiye götürsem çocuğu, çıkışta imamdan rica etsem, “Hocam, desem, sevabına şu bizim çocuğun ezanını okur musun? Ezanı hoca okumuş olur. Çocuk da ileride hoca olur belki.”
“Olmaz!” diyor ikinci anne…
“Sen okuyabilirsin, hayatım.” diyor Nuran.
Turan biraz düşünüyor.
“Bir dakika, değerli annelerim. Bir saniye sevgili eşim, diyor. O iş bende...”
İki anne ve Nuran “Tamam, oldu bu iş!” diye düşünürken Turan, çıkış kapısının yanındaki diyafona yaklaşıyor. “Bas konuş!” düğmesine dokunuyor.
“Buyur, Toran Beg” sesini duyunca,
“Şehmuz, diyor, bize iki ekmek. Çok âcil.”
Cevap geliyor.
“Başım östüne.”
Beş dakika geçmeden kapı vuruluyor. Gelen kapıcı Şehmuz. Elinde iki ekmek.
Turan, ekmekleri alıp Şehmuz’a “Azıcık bekler misin?” dedikten sonra salona koşuyor, bebeği kucaklayıp kapıya geliyor:
“Şehmuz, diyor, babanın, ananın hayrına şu çocuğun kulağına ezan okur musun?”
Şehmuz şaşkın.
“Vallah Toran Beg, diyor, ben ezan ukumak bılmiyorım. Türki söylesem olur? Diyarbakkır gözel bağlar, hanım e le le...”
Turan bitkin,
“Tamam, tamam, Şehmuz, diyor, güle güle!”
Kapıyı kapatıp salona dönüyor. Bebeği aynalı beşiğine yatırıyor. Salonda volta atmaya başlıyor.
Kim, kim, kim? Kiziroğlu Mustafa Bey... Değil, tabii. Hoş, olsa ona da okuturuz ya, nereden bulalım? Köroğlu’nu suya teptikten sonra adamdan bir daha haber alınamadı.
Turan çözüm bulmak için kıvranmalardayken kapı vuruluyor.
“İşte, diyor sevinçle. Ezanı okuyacak muhterem kişi geldi.”
Kapıyı açıyor. Karşısında saçı sakalı birbirine karışmış, giysileri üzerinden dökülen bir adam.
“Ağabey, Allah rızası için...”
Turan,
“Seni Allah gönderdi.” diyor.
Adam,
“O nasıl laf, ağabey, hepimizi Allah gönderdi.”
“Haklısın, birader. Ne istiyorsun?”
“Allah rızası için...”
Turan’ın zihninde ardı ardına şimşekler çakıyor.
“Sadaka mı?” diyor. “Veririm ama bir şartla.”
“Ne şartı, ağabey, diyor dilenci.”
“Bizim çocuğun kulağına ezan okursan...”
Dilenci gülümsüyor.
“Tabii okurum, ağabey, diyor. Ben yarım hafız sayılırım.”
Bebek getiriliyor; dilenci bir güzel ezan okuyor, bir de güzel kamet getiriyor çocuğun kulaklarına. Ardından “Allah’ım, iyi bir insan, hayırlı bir evlat olsun, inşallah. Gönlü de cebi de zengin olsun. Benim gibi dilenmek zorunda kalmasın.” diye bir güzel de dua ediyor.
Yüklü miktarda sadakayı alıp gidiyor. Bir millî ve dinî sorun da böylece çözülmüş oluyor.


Yorumlar - Yorum Yaz