Site Menüsü

BEN BU ADI N'EYLEYİM

Adım Zülfü Zülfikar. “Ne güzel ad” diyeceksiniz şimdi. Uyumlu, anlamlı. Adın soyadının içine saklanmış. Hem Zülfü hem Zülfikar. Gerçi bu hâlinle zülüften mülüften söz etmek mümkün değil ama bir zamanlar senin de dillere destan kâküllerin vardır, eminiz. Haklısınız. Müslüm Babavâri söylersem “Ben böyle değildim, sonradan oldum.”
Bugünlerde Şahin amcamın “İncirlik Havaalanı” dediği bu baş, inanması zor olabilir ama bir zamanlar yağmur ormanları gibiydi.
Neyse. Asıl konu bu değil.
Kestirmeden gideyim izin verirseniz: Adımdan, soyadımdan şikâyetçiyim, dostlar!
“Ne olmuş?” demeyin lütfen. Bildiğiniz gibi değil. Adım için babaannemden, soyadım için dedemden davacıyım. Şeytan diyor ki, ver ikisi de mahkemeye.
(Kırk yıl düşünsem bir gün şeytana hak vereceğim aklımın ucundan geçmezdi. Hak vermek ayrı, onun dediğini yapmak ayrı tabii.)
Ah be babaannem, ne diye “Zülfü” adını koyarsın “oğul balı” dediğin ilk torununa.
Efendim, babasının adıymış. Allah rahmet etsin büyük dedeme. Tamam da, kısaca Abdullah diyemez miydin, babaanne? Diyemedin, o zaman Âdem, Affan, Ahmet, Âkif, Ali, Arif, Asaf, Atıf, Aziz vesaire deseydin ya. A harfiyle başlayan herhangi bir ad gelmedi mi aklına?
Ah be dedem, sen ne diye Zülfikar soyadını alırsın? Başka soyadı mı bulamadın?
Diyesiymiş ki: Soyadım, Hazret-i Ali Efendi’mizin meşhur kılıcı Zülfikar gibi keskin olsun. Rahmetli keskin bakışlı, kesin kararlı, net duruşlu, sağlam karakterli, eğilip bükülmeyen mert bir adammış. İyi hoş da, insan biraz da ileri görüşlü olamaz mı, canım? Bu soyadı ileride torunlarımızı mağdur eder mi, etmez mi diye düşünmez mi?
Tamam, senin karakterini bire bir yansıtan bir soyadı olmuş ama ya ben eğilen, bükülen, gelene ağam gidene paşam diyen, manevra kabiliyeti yüksek biriysem ne olacak? Burada Lütfi Hoca’mızın çelişki kuramı devreye girmeyecek mi?
“Pek çok insanın soyadıyla mizacı arasında karşıtlık var.” diyor Lütfi Hoca’mız. “Diyelim ki adamın soyadı Dinç ama adam bitkin, bezgin, tükenmiş. Diyelim ki bir başkasının da soyadı Sağır ama kulağı acayip delik, her şeyi duyuyor. Yine diyelim ki birinin de soyadı Börekçi, ama börekle çörekle uzaktan yakından ilgisi yok. Başka? Mesela birinin soyadı da Şimşek ama çok yumuşak başlı, vur başına al elinden ekmeği kabilinden. Benim de soyadım Sezen ama olanı biteni uzaktan seyrediyorum, hiçbir şeyin farkında değilim.”
Lütfi Hoca’mızın tezi üzerine düşünmeye değer. Hatta bununla ilgili çok alanlı (disiplinlerarası) bir tez yaptırılmalı. Bin kişi incelenmeli. Mizaç, karakter karşılaştırmaları yapılmalı. İstatistiki sonuçlara ulaşılmalı. Bu tezin danışmanlığını da Lütfi Bey yürütmeli.
Geçelim.
Dedemi, babaannemi mahkemeye verme fikri iyi de, duruşma nasıl olacak, birader? İki iskelet duruşma salonunda hâkimin karşısına dikilince hâkim ne yapacak? Korkabilir bence. Koca hukuk adamının “Anneee!” diye bağırıp duruşma salonundan kaçması işten bile değil. O zaman bu dava görülemez, arkadaş!
Ne yapmalı, peki? Adımı değiştirmek için mahkemeye başvurmam şart. Ama sağlam bir gerekçe bulmam lazım. Benim sunacağım gerekçenin, hâkimi ikna etmesi mümkün değil. Düşün düşün, düşünüyorum. Sonra Descartes’la karşılaşıyorum. “Je pense, donc je suis”ymiş. Git işine, abi! Sana öyle geliyor. Düşündükçe eriyip yok oluyorum ben.
Saatime baktım: 23:25.
Şiir dinletisi saat 20’de başlamıştı. Demek oluyor ki, yaklaşık üç buçuk saattir şiir ve müzik dinliyoruz. İnsan bu kadar süre bal yese bıkar.
On beş müzisyen, yirmi şair. Kürsüye çıkan inmek bilmiyor. Sahneye gelen gitmeyi unutuyor. Bir şairler alıyor sözü, bir müzisyenler konuşturuyor sazı. Dönüşümlü dönüşümlü, kardeş kardeş gidiyorlar. Zannedersiniz ki, dinleyenlerin hepsi Hazret-i Eyyüp’le akraba.
Nihayet sıra bana geliyor. Kürsüye gelen son isim benim. Bu her zaman böyle. Başka türlü olması mümkün değil.
Dinleti başladığında salon hıncahınç doluydu.
Salona göz gezdiriyorum; bomboş. Öyle ki on beş şairden on ikisi gitmiş.
Peki, ben neden kürsüdeyim. Kime şiir okuyacağım? Belediyeyi temsilen bir yönetici kalmış ön sırada. Bir de Şairler Birliğinin başkanı, yardımcısı ve sekreteri.
Salonda bir kişi de olsa ben şiir okurum, arkadaş! Okuyacağım da… Ama önce edebiyat kamuoyuna bir açıklama yapmam lazım.
“Değerli dostlar, diye başlıyorum söze. Bu, alfabetik sıranın azizliği. Sorumluları dedem ve babaannem. Her ikisine de rahmet diliyorum. Ama beni mağdur ettikleri için de öbür tarafta kendileriyle hesaplaşacağım.”
Şiirime geçmeden önce edebiyat dünyasına yüksek sesle ilan ediyorum: Benim adım bundan böyle Abdullah Abacı’dır. Böyle biline! Ve eğer bu tür programlara çağrılacaksam bu isimle çağrılmak istiyorum. Açıklamamın bundan sonraki programlarda dikkate alınmasını rica ediyor, saygılar sunuyorum.
Peki, neden Abdullah Abacı? Yahu anlayın işte, hayatım boyunca bir daha alfabetik sıranın azizliğine uğramamak için. Dinletilerde hep ilk sırada çıkmak için. Her dinleti öncesinde “Allah’ım, n’olur, dinletiye Talat Ülker de katılsın!” diye sürekli yalvarmamak için.
Addan da, soyadından da gitse ben hep ilk sırada olacağım.
Ardından şiirimi okuyup kürsüden iniyorum.
Bir ay sonra hazırlanan şiir dinletisinde ilk sırada çıkıyorum kürsüye.
Kendimi hayranlıkla selamlıyorum: Edebiyat dünyamıza hoş geldin Abdullah Abacı.
Alkışlar, alkışlar!
Perde!


Yorumlar - Yorum Yaz