KÜLHANBEYİ DELİ HIDIR ve YAĞCI BEKDEŞ

Külhanbeyi Deli Hıdır ayağa kalktı. Bir eliyle boyun atkısını sırtına attı. Yağcısı Bekdeş hemen sandalyenin yanına eşeklemesine dört ayak çömeldi.
“Buyur beyim, sırtıma basarak sandalyeye çık. Herkes nur cemalini görsün.”
Külhanbeyi Deli Hıdır, Bekdeş’in üzerine basarken duvardaki kirli aynaya gözü ilişti, o an simsiyah suratıyla ve suratını ikiye bölen derin ustura yarası ile yüzleşti. Suratının rengi ışıkları sönmüş ve zifiri karanlıkta kalmış varoşlar gibiydi. Kendi suratından kendi de tırsmıştı. Sonra kahvede suspus onu izleyen insanlara döndü. Kimse Hıdır’ın yüzüne bakamıyordu.
Deli Hıdır birden kükredi.
“Kavakta nar biter mi ulen?”
Kimseden sen çıkmıyordu. Bir kedi kazara miyav diye ses çıkarınca kahveci içinden “Belanı mı arıyorsun?” diyerek elindeki tepsiyi kediye fırlattı. Kedi canı derdine düşüp açık camdan fırlayıp gitti.
Külhanbeyi Deli Hıdır yine haykırdı:
“Kavakta nar biter mi ulen?”
Kimseden çıt çıkmıyordu.
Uzun bir sessizlikten sonra cılız bir öksürük sesi geldi masanın dibinden. Konuşan külhanbeyinin yağcısı Bekdeş’ti.
“Sen istersen biter ağam. Hem de kafam gibi…”
Deli Hıdır:
“Şimdi bu yangınlar üzerine gelen gazetecilere herkes kendini acındıracak. Kimse yok, gelmedi, kaderimize terkedildik diyecek. Yoğsam aksini söyleyen olursa kavağa nar diye asarım adamı. Tamam mı ulen!”
Bekdeş:
“Asarsın ağam!” diye haykırdı.
Külhanbeyi Deli Hıdır, yerde dört ayaküzeri bekleyen yağcısı Bekdeş’in sırtına basarak sandalyeden aşağıya indi. Onu ayağa kaldırdı, alnından öptü ve kahvedekilere doğru parmağını sallayarak:
“Seni bu mıntıkanın asayiş sorumlusu ve dahi özel kalem müdürüm yaptım. Bundan sonra bu mekânda kim öksürse haberim olacak. Kimse senden izinsiz öksürmeyecek.” dedi. Ardından Bekteş’in kulağına eğildi, bir şeyler fısıldayıp:
“Bunu köy meydanındaki ihtiyarlara anlat, avantanı kap.” dedi ve çıkıp gitti.
Külhanbeyi Deli Hıdır kahveden çıkar çıkmaz yağcısı Bekdeş, musturlu bir küfür savurdu. Ana, avrat, cins, cibilliyet koymadı.
Külhanbeyi Deli Hıdır tam köşeyi dönecekti ki kulağı çınladı. Seiko 5 saatli sağ kolunu kaldırdı, serçe parmağını kulağına vidanjör gibi soktu ve başladı kaşımaya. O kulağını kaşıdıkça saatin şıkırtısı da arttı. Sonra döndü ve bağırdı yağcısına:
“Biri arkamdan bir şey mi dedi ulen Bekdeş! Kulağım tevekkeli çınlamazdı. Kim sövdü ulen bana?”
Yağcı Bekdeş hemen atıldı:
“Haşa ağam, kimin haddine! Ben sen çıkınca peşinen dedim ki ağamın ardından homurdananın, sövenin anasını, avradını… Kulağın ondan şey etmiştir.”
Külhanbeyi Deli Hıdır sırıtarak:
“Sen de vara yoğa sövme oğlum. Demek ki kimse ardımdan bir şey dememiş. Senin küfür dönüp bana yapıştı. Yoksa benim kulağım çınlamazdı böyle. Bir daha vara yoğa sövmek yok. Anladın mı?”
Yağcı Bekdeş kıpkırmızı olmuştu.
“Sövmem abi.” dedi.
Külhanbeyi Deli Hıdır köşeyi dönünce Bekteş homurdandı:
“Ulen adamdaki kulak değil Ayfon 11 sanki. Her yerden çekiyor.”
Kahvedekiler gülmeye başlayınca tırstı ve ne olur ne olmaz diye orayı terk etti. Deli Hıdır’ın verdiği vazifeyi ifa etmek için köy meydanına doğru yürüdü. Kahveden meydana açılan sokağın köşesine gelince durdu. Anlatacağı şeylerin inandırıcı olması için numaradan caminin duvarının dibinde oturan köylülere doğru koşturdu. O kadarcık mesafede koşturunca kan ter içinde kalmıştı.
İhtiyarlar onu nefes nefese görünce hep bir ağızdan:
“Ne oldu, hayırdır Bekdeş? Ne koşturuyon it görmüş tazı gibi?” diye sordular.
Yağcı Bekdeş soluk soluğa:
“Kısır geçinin gürbüz oğlağı mıhtarın damına çıkmış, duydunuz mu?” dedi.
İhtiyarlar boş boş birbirine bakındılar. İçlerinden birisi:
“Yoo, duymadık.”
Bekdeş bu defa:
“Deli Hasan’ın öküzünün altından iki buzağı çıkmış. Öküzü sorguya almışlar, gün yemiş. Mapusta yatacağmış. Onu duydunuz mu?” diye sordu.
İhtiyarlar yine birbirine boş boş bakınmışlar ve hep bir ağızdan:
“Yooo” dediler. İçlerinden birisi dayanamayıp Bekdeş’e sordu:
“Öküzü niye mapus damına atmışlar?”
Bekdeş soluk soluğa ve iki büklüm bir şekilde cevapladı.
“Niye olacak gendine ait olmayan kaçak bızalara yardım ve yataklıktan!”
İhtiyarlardan birisi:
“Görüyon mu öküzün yediği naneyi? Çeksin şimdi ceremesini!” dedi, diğerleri de onu onayladı.
Bekdeş bu defa:
“Yukarı köyün çayırlıkta Iramazan Ağa’nın deli mandasının yuva yaptığı söğüt dalından on beş tır kereste kesmişler. Lakin yolda kereste tırlarını sinek kapmış, iyi mi?”
İhtiyarlar hep bir ağızdan:
“Abovvv!” dediler ve peşinden eklediler:
“Ne günlere galdık ağalar?”
Bekdeş birden sırtını dönüp susaya aşağı koşmaya başladı. Peşinden birisi bağırdı:
“Nereye gediyon, başka havadis yok mu Bekdeş?”
Bekdeş durdu, bir an tereddüt geçirdi ama geri döndü.
“Giden gün Eriklidağ’ın Çamlıbel köyünde orman yandıydı ya!”
“Eeee…” dediler oturanlar.
“Hanı alikopterler ve teyyareler uçuştuydu ya!”
“Eeee…” dediler yine.
“İşte onlar yangını söndürmiye gelmemişler.”
“Neye gelmişler o zaman?” dedi içlerinden biri.
Bekdeş ellerini beline dayayıp:
“Neye olacak selfi çekmeye gelmişler, turizimiş onlar. Biz de hökümat alikopter teyyare saldı diye seviniyoduk. Hem o alikopetler yanlamayın uçup pervanesiyle vantilatür gibi ateşi daha da körüklermiş. Kimisi de su yerine gazyağı dökermiş. Alaf o yüzden sözmezmiş.”
İhtiyarların arasında oturan güngörmüş Mütekaid Irıza Efendi bastonunu havaya kaldırıp haykırdı:
“Ulen alikoperler ve teyyareler alafların üstüne günlerce su döktü. Kim diyo sana bu lafları?”
Bekdeş birazcık sakınır gibi oldu ama yine de cevap verdi.
“Niye kızıyon Irıza Efendi? Ben de Feyizbuk’un yalancısıyım. Vekilin biri öyle yazmış. Hem yangını teyyare değil uçak söndürürmüş biliyo muydun? Bunlar teyyare salmışlar, uçak değel. Alikopterler de iş olsun diye gelip gitmişler. Vekil diyo bunları. Ben de vekilin yalancısıyım.”
Irıza Efendi:
“Ne olacak! Yalancının şahidi şıracı olurmuş. Yalan atıyonuz azcık insaflı olun bari. Avcının işine döndü. Vurduğu tilkinin kuyruğu 5 metreymiş. İne ine bi karışa inmiş ya sonunda. Siz de teyyareden uçağa indirin palavraları bakalım. Millet de sizi bi teyyareye bindirir, artık nerede indirir orasını ben bilmem. Senin de aklın, hayalın yetmez yağcı Bekdeş! Sen siyaset yapacağına Deli Hıdır’a yağcılığa devam et. Herkeş bildiği zenaati yapsın. Elinizin yağı ile dövletin işine garışman gari. Senin Hıdır olacak delinin çeşme başında birilerinden tomarınan para aldığını Kör Niyazi bile gördü. Sen üç guruş avanta peşinde dokuz takla atarken Hıdır pavyonlarda parayı garılarınan, rakıyınan, şarabınan eziyo…”
Tam o esnada Hıdır’ın sesi gürledi:
“Bekdeş, gel ulen buraya!”
Bekdeş kuyruğunu kıstırdı, elini ovuşturarak sesin geldiği yöne koştu. Hıdır, dışarıda bir arabanın ön koltuğuna oturmuş elini de dışarıya sarkıtmış tespihini şakırdatıyordu. Bekdeş’in geldiğini görünce arka koltuğu işaret etti.
“Bin ulen arkaya!”
Bekdeş arka kapıyı açmaya yeltenince içeride oturan uzun saçlı adam koltuğun üzerindeki kamerayı kucağına aldı, Bekdeş’e yer açtı. Hıdır, sürücü koltuğundaki kadına:
“Çamlıbel yoluna doğru sür!” dedi. Sonra da Bekdeş’e seslendi:
“Sana verdiğim vazifeyi yaptın mı Bekdeş?”
Bekdeş, yılışarak:
“Yaptım ağam, tam istediğin gibi.” dedi.
Hıdır:
“Köylü inandı mı söylediklerine?”
“İnanmaz mı ağam? Hepsine inandılar.”
“Ya yangın hakkında söylediklerine?”
“En çok ona inandılar ağam.”
Hıdır’ın sert suratı gevşedi. Arka koltuktaki adam ve sürücü koltuğundaki kadının yüzü gülüyordu.
Hıdır:
“Bu arkadaşlar televizyoncu, İstanbul’dan taa buraya gelmişler. Kahvede anlattıklarını bir de bunlara anlatacaksın. Avantanı da alacaksın. Anlaşıldı mı?” dedi ve iki parmağının arasına kıstırdığı 200 lirayı arkaya uzattı.
Bekdeş parayı cebine sokarken yüzü gülüyordu.
“Emredersin ağam.” dedi.
Çamlıbel yoluna çıkıp yangının göründüğü bir yerde durdular. Deli Hıdır bir köşeye çekilip sigarasını yaktı. Kameraman kamerayı omzuna aldı, kadın muhabir mikrofonu Bekdeş’e uzattı. Bekdeş, tam söze başlayacakken kameranın kadrajına ya bir helikopter ya da bir yangın söndürme uçağı giriyordu. Uzun süre uğraşmalarına rağmen istedikleri çekimi yapamadılar.
Deli Hıdır’ın yönlendirmesiyle arabaya binip farklı bir noktaya geçtiler. Burada da durum öncekinden farksızdı. Yangınla canla başla mücadele ediliyordu. Tam pes etmek üzereyken Deli Hıdır’ın aklına bir şey geldi. Arabaya binip yangın olmayan ormanlık bir alana geçtiler. Yukarıdan hiçbir uçak ve helikopter geçmediğine emin olduktan sonra Deli Hıdır, Bekdeş’e:
“Len şu otları tutuştur. Sonra kamera seni çeksin. Sen de ‘Bura kimse gelmiyor, canımızı zor kurtardık, hayvanlarım telef oldu. Nerde uçak, nerde alikopter, nerde devlet? Diye bağırıp dur! Çekim bitince ateşi söndürürüz, korkma bi şey olmaz.” dedi.
Bekdeş hemen arabadan inip otları tutuşturdu, kısa sürede dumanlar göğe yükseldi. Televizyoncular tam çekim yapmak için kamerayı açmışlardı ki bir silah sesleriyle irkildiler. İlerideki tepenin üzerinden bir çoban hem havaya ateş açıyor hem de onlara:
“Ormanları yakan sizdiniz demek. Durun, kıpırdamayın dinime imanıma vururum sizi.” diye bağırıyordu.
Deli Hıdır ve beraberindekiler arabaya atladıkları gibi kaçmaya başladılar. Çoban arkalarından iki el daha silah sıktıktan sonra telefona sarıldı ve durumu jandarmaya ihbar etti. Araba Çamlıbel köyünden geçerken Jandarma arabanın önünü kesti.
Arabadan inen Deli Hıdır:
“Komutanım Bekdeş’i ormanı yakarken yakaladım. Ben de size getiriyordum. Aha arkadaşalar da şahit. Onu ormanı yakarken çektiler.”
Bu söz üzerine çılgına dönen Bekdeş:
“Ulen Hıdır Ağam sen dedin ya otları tutuştur. Nerde devlet diye şıltak et. Sonra ateşi söndürürüz diye. Bana iki yüz kayme verdin ya bunun için.”
Bu arada köylüler de oraya toplanmıştı. Birden “vurun vatan hainlerine!” diye bir ses duyuldu. Ortalık toza dumana karıştı. Köylüler arabadakilere tekme tokat dalmışlardı. Komutan havaya ateş açarak duruma hâkim olmaya çalıştı. Öfke seli giderek büyüyordu. Ama araya ihtiyarlar girip halkı sakinleştirdiler ve Deli Hıdır, Bekdeş ve televizyoncular oradan uzaklaştırılıp hastaneye götürülebildi. Dördünün de ağzı burnu kan içindeydi. Kırık çıkıkları da cabası…