Site Menüsü

HALİFE DEĞİL Mİ HARUN REŞİT?

“Ne yapacağız?” dedi.
“Bilmiyorum” dedim. Bana sorarken gözlerindeki umut feri sönmüş, sosyal bir etkinliğe gidememenin verdiği huzursuzluktan suratı sarkmış, donuklaşmış, çehresi çaresiz bir insan yüzüne dönmüştü.
“En sevdiği yemeği yapalım” dedi.
“Hangisi?” dedim. Babasından harçlığı yeni gelmişti. İkide bir sayıyor ve tekrar cüzdanına koyuyordu.
“Yahu Mustafacığım” dedim “Hurma parasını ayrı bir yere koy!”
“Niye?” dedi
“Sen hurmayı çok seversin.” dedim. Evet, anlamında güldü. O zaman olgunlaştıkça sararan, sarardıkça olgunlaşan, iri iri hurmalar vardı. Hurmalardan alır, bakkalın yanı başındaki çeşmede yıkadıktan sonra iştahla yerken seyreden birinin de iştahlarını kabartırdı. Hurma nerede nasıl yetişir bilmezdik. Sanırdık ki cennetten gelmiş bir meyve.
“Konuyu dağıttın.” dedi.
“Nedir en sevdiği yemek?” Hafif bir düşündü: “Buldum etli pilav ve yanına bol yumurtalı, zeytinyağlı marul salatası. Eti ben kendi harçlığımdan alırım.”
“Tamam” dedim “Yalnız bir şey daha var, bu çok önemli!”
“Ney?” diye sordu. Abim, İmam Hatip’te okuyor. O yüzden namazlarını zamanında kılar, boş zamanlarında bol bol Kur’an okur. Bizi de namaz kılmak için zorluyor. Gönlümüz var yok namazları kılıyoruz.
“Üç gün boyunca, kendisi demeden namazları ezan okunur okunmaz kılalım.”
“Çok yerinde bir tespit” dedi Mustafa “Başka bir durum da şu kütüphane meselesi...”
“Nesi var kütüphanenin?”
“Hep demiyor mu evin arkasında kütüphane, bir gün gidip de kitap aldığınızı görmedim.”
“Anladım, yani sen diyorsun ki üç gün firesiz namaz, abdest ve kütüphane...”
“Evet, öyle diyorum, yoksa abimden bu izni koparamayız” dedi Mustafa.
“Tamam, yarın erkenden kalkıyoruz. Abdest, namaz, öğle sonu bir saat kütüphane ve akşam yemek...” dedik ve o günü böylece kapattık.
Ertesi gün erkenden kalktık. Hemen sabah namazlarını kıldık. Kahvaltı hazırlığı ayrı bir telaştı. Çayı abim demlerdi. İyi de demlerdi. Ben zeytin işini hallederdim. O zamanki zeytinler bir başka güzeldi. Nerede o eski dolgun ve tam yağlı turşu zeytinler, nerede o halis zeytinyağları ve lezzeti? Ben ekmeğe çıkarken, “Limon” diye seslendiler. Çünkü zeytin turşusunun limonlanması ayrı bir tat. Nedense ekmek konusunda çok hassas olmuşumdur; ekmek sıcak olmalı, iyi pişmiş taş fırın ekmekleri... Tabiî o zamanlar tüm fırınlar taş fırın. Abimin kavurduğu çökelek ve köyden getirdiğimiz tam yağlı peynirin yanında Maraş’a özgü kabarcık üzümü sofranın olmazsa olmazıydı. İyi bir kahvaltı yapmıştık, muhabbet yerindeydi. Abim, öğle yemeğinde gözlerini üfeleyerek:
“Hayırdır ben yanlış mı görüyorum?” diye sordu. Mustafa hazır cevap:
“Neyi abi?” dedi.
“Sizde çok büyük değişiklik var. Sebebi nedir acaba?”
“Bundan sonra böyle abi!” dedi Mustafa.
“İnanalım mı?” Mustafa gözüme baktı. Tekrar abimin gözüne bakarak:
“Neden inanmayasın ki abi?” dedi devam etti “Bizim iki isteğimiz daha var.”
“Neymiş o?”
“Saat 13.30’da Karacaoğlan Kütüphanesi’ne gideceğiz. Hani sen hep dersin ya; kütüphane sırtımıza dayalı ama hâlâ yolunu bilmiyorsunuz diye!”
“Evet, diğeri?”
“Akşam yemeği bize ait. Masrafları, pişirmesi, hepsi...”
“Ne yapacaksınız?”
“Sürpriz!”
“Tamam” dedi, “Bu kibarlıkların arkasından bir şey çıkacak ama bekle gör! Şimdi benim müftülükte işim var. İmamlık sınavı varmış, onun şartlarını öğrenmeye gideceğim, akşam sürpriz yemekte buluşuruz.” dedi. Ben duramadım:
“Adam buldun mu abi?” diye sorunca:
“Ne adamı?” dedi.
“İşe girmek için” dedim.
“Ora müftülük” dedi. Başka bir şey demedim, acaba yanlış mı sormuştum? Sağa sola işe girenler ya partiden bahsediyorlar ya da Maraş’ın sözü geçen adamlarını işaret ediyorlardı.
Mustafa ille saat 13.30’da kütüphaneye gitmek üzere evden çıktık. Kütüphanenin güzel bahçesi vardı. İçeri girince, görevli:
“Hoş geldiniz gençler.” dedi. Kitaplara bakalım diye rafları işaret etti. İkimiz beraber rafları kontrol etmeye başladık. Ne kadar kitap vardı her türden. Şiir, roman, hikâye, ansiklopediler… İkimiz de birer kitap seçmiştik. Görevlinin yanına vardık:
“Biz bunları alabilir miyiz?” deyince
“Kaydını yapalım, tamam.” dedi. Önce benim kitabı kaydetmek için kimliğimi istedi. Kimliğimle ilgili yerleri doldurduktan sonra:
“Kitabın adı ve yazarı?” diye sordu.
“Sefiller, Victor Hugo” dedim. Sonra Mustafa’nın kimliğini doldurdu: “Çile, Necip Fazıl Kısakürek.” Teşekkür ederek ayrıldık.
“Kasaptan et alalım.” dedi Mustafa. Gittik, kasaptan et, bakkaldan, marul, domates, yumurta alıp eve döndük.
“Pirinç var mı?” dedi Mustafa.
“Maraş pirinci var ya torbayla.”
“Tamam, ekmek de alırsak, bir eksiğimiz kalmaz” dedi.
Akşama güzel bir sofra hazırlamıştık. Abim yaptığımız yemekleri çok beğenmişti. sofradan kalkarken:
“Elinize sağlık, sizin benden bir isteğniz var ama haydi hayırlısı.” dedi. Sonra kaşlarını çatarak: “Ulan sakın bizi ever demeyin.” dedi. Gülüştük.
Üç gün dolmuştu. Ne yapıp edip bugün anlatmamız gerekti. Çünkü abimi ikna edebileceğimiz filmin son günü yarın, yani cumartesi. İyi bir çay demledik. Yanına ceviz, fındık, tarhana servisi hazırladık. Abim ikinci bardağı içerken, Mustafa konuya girdi:
“Abi bizim senden bir isteğimiz var.” Bunun üzerine abim ikimizi birden öyle bir taradı ki, aklın durur. Üçüncü bardağı doldurduk:
“Ben böyle bir şey bekliyordum zaten.” dedi. Sözüne devamla “Evet, buyurun bakalım, neymiş bu isteğiniz?” İkimiz birden:
“Abi bizi sinemaya götür.” dedik. Abim:
“Olmaz!” dedi.
“Neden?” dedik. Olduğu yerde gözlerini yumdu, öylece sessiz durduktan sonra:
“Bakın, çok açık saçık filmler var. Şimdi gideriz tarihi film diye olmadık şeyler olabilir; kılık kıyafet tamamıyla bizim örf ve âdetlerimizden kopmuş. Bu filmleri çevirenler bu toprağın çocukları değil mi?”
“Kötüyse kötü olduğunu görürüz. Biletler ve nevale bizden.” dedik.
“Yahu gençler!”
“Abi çok istiyoruz.”
“Ne filmiymiş bu?” İkimiz birden atıldık:
“Harun Reşit”
“Peki, tamam.”
Nasıl seviniyorduk Mustafa’yla. Bir taraftan da memnun oluyorduk. Kendi kendimize namaz kılmaya başlamıştık. İstediğimiz hedefe ulaşmıştık. Kitaplarımızın yarısını bile okumuştuk üstelik. Sinema saati yaklaşınca hep beraber çıktık. Abimin ayağına taş değse, yerdeki tüm taşları toplamaya gönüllüydük. Bu kitaplar sabaha bitecek dese bitirirdik. Dikkatlice bir şeye baksa canı mı istedi hemen alalım gibisinden bir ruh hâli içindeydik. Dünyalar bizim olmuştu. Ben hemen biletleri almaya koştum. Mustafa çerez aldı ve girdik içeri. Daha lambalar yanıyordu içeri girdiğimizde. Teşrifatçı biletleri elimizden alıp önümüze düştü. Mustafa, gazete kâğıtları kıvrılarak yapılan çerez paketlerinden vize birer bize tane verdi.
Derken müzik kesildi ve makinist dairesinin ışığı beyaz perdeye yansıdı. Gelecek filmlerin reklamıydı. Film başladı. Harun Reşit’in mücadeleleri ve birtakım entrikalar anlatılıyordu. Bir saat gibi bir zaman geçmişti, herkes hâlinden memnundu. Abimin suratına bakıyorduk, herhangi bir sorun yoktu.
Ara bitmiş, yeniden başlamıştı film. On, on beş dakika geçmedi, sarayın büyük salonunda Harun Reşit, hatunlar ve diğer ileri gelenler kurulmuşlardı. Merak etmeye başladık, acaba ne olacak diye.
İşte olanlar o anda oldu. Hareketli bir oyun havası eşliğinde dansözler süzülmez mi salona? Öyle de kıvrak oynuyorlardı ki gözümüzü almak mümkün değildi ama dansözler salonda değil de sırtımızda oynuyorlardı sanki. Her an abimin tepkisini bekler gibiydik. Mustafa’yla karanlıkta birbirimize baktık. Biz bakışırken abimin elleri omuzlarımıza vuruyordu:
“Peh peh! Ne kadar da tarihi filmmiş beyler” diye. Bizim savunmaya bile fırsatımız kalmadan abim önde, biz arkada çıkış kapısına doğru ilerlerken içerden tüm kıvraklığıyla oyun havası sesleri geliyordu…


Yorumlar - Yorum Yaz